Press "Enter" to skip to content

Adabı müridin

Fakat insanlarin çogu bu inceligi ve irfan makamini bilmezler de kendilerine garip gelir. Çogu defalar ârif bir zâta talebe bile olamayacak kimselerin zâhirde çok ibadet yaptigina ve mücahedelerine aldanarak o ârifden üstün zannederler. Aslina bakilirsa hiçbirisi bir ârifin yaptigini yapamaz. Digerlerinin ibadetleri de onunki kadar degildir. Ârifin halka göstermedigi, halkin göremedigi bir ameli vardir ki o kalbinin amelidir. Onu Allah’dan baska kimse bilmez. Onun amelinin bir zerresi, digerlerinin kantarlarca amelinden daha agir gelir.

Mürid Adabı

Edebi olmayanın seyrüsülükü olmaz. Seyrüsülükü olmayan ise vuslata eremez. Edepli kimse kısa zamanda büyüklerin makamına ulaşır.

27 Eylül 2022
625 10 dakika okuma süresi

Mürid Adabı

Şeyhlerle beraberlik kişinin seyrüsülüküne, ahlakına ve şahsiyetine etki eder,”? Bir kimse ruhen etkilenerek ve amel bakımından tabi olarak birliktelik yaptığı kişinin vasıflarına bürünür.

Tasavvuf şeyhlerinin halkasına giren kimsenin onlara ve müridlerine karşı edep ve hürmetini muhafaza etmesi gerekir. Çünkü onlar devamlı Allah Teala ile beraberdir. Onlarla beraberlik, Hak Teala ile beraberliktir. İmam Ebu Hafs en-Nisabüri (R.A) şöyle buyurmuştur:

İlgili Makaleler
6 Mayıs 2009
8 Haziran 2009
22 Eylül 2018

“Tasavvuf tümüyle edeptir. Her vaktin ve her makamın bir edebi vardır. Vaktin edeplerine riayet eden, büyüklerin makamına ulaşır. Edeplere riayet etmeyen ise Allah Teala’ya yakın olduğunu zannettiği halde uzaktır, kabul edilmeyi umduğu halde reddedilmiştir.”

Allah dostlarının hepsi şu hakikatte ittifak etmiştir:

“Edebi olmayanın seyrüsülükü olmaz. Seyrüsülükü olmayan ise vuslata eremez. Edepli kimse kısa zamanda büyüklerin makamına ulaşır.”

Nitekim sahabiler de (R.A) cehalet karanlıklarında iken Resulullah’la (SAV) birliktelik yaparak yüce makama nail oldu. Tabiin de (R.A) sahabilerle birliktelik yaparak yüce bir makamı elde etti.

İbn Acibe (K.S) şöyle buyurmuştur:

“Allah’a yemin ederim ki kazanan ancak edep ve hürmeti ile kazanmıştır. Kaybeden de ancak bu ikisini yitirmesiyle kaybetmiştir.” Büyüklerden biri şöyle buyurmuştur:

“Müridler, usulü ve şeyhlere ittiba etmeyi terk ettikleri ve hevâlarına göre seyrüsülûk yapmaya çalıştıkları için vuslattan mahrum kalırlar. Böylece onların seyrüsülûkü uzar. Hatta bir mürid seyrüsülûk yaparken hiçbir şey elde edemeden vefat edebilir.”

Şeyh Ruveym b. Ahmed (K.S) şöyle buyurmuştur:
Amelini tuz, edebini un gibi yap.
Müridin şeyhine veya diğer müridlere karşı riayet etmesi gereken birçok edep vardır. Burada hepsine değinmek zor olduğundan bu edeplerden bir kısmını zikredeceğiz.

Müridin Şeyhine Karşı Adabı

Mürid şeyhinin yanına gitmeden önce abdest almalıdır. Çünkü abdest, feyiz almayı artırır. Ayrıca bütün günahlarından tövbe edip ilim iddiasını ve dünyevî bağları kalbinden atmalıdır.

Şeyhinin yanına mütevazi, itaatkâr ve başı öne eğik bir halde girmelidir.

Sağ elini öpmelidir.

Yanından ayrılırken geriye doğru adım atarak uzaklaşmalıdır.

Yanındayken ayakta beklemelidir. Şeyhi kendisine otur derse işaret ettiği yere oturmalıdır.

Elini öpeceği sırada şeyhinin seccadesine basmamalı, eliyle katlamalıdır.

Şeyhinin yanında kalbine farklı şeyler getirmemelidir. Çünkü bunlar onun kalbine geldiği gibi şeyhinin de kalbine yansıyabilir ve o da bundan rahatsız olur.

İçinden şeyhinin yanından ayrılmayı geçirmemelidir.

İzni olmadan konuşmaya başlamamalıdır.

Yüzüne uzun süre bakmamalıdır. Çünkü bu edebe aykırıdır. Aksi takdirde şeyhinin heybeti kalbinden düşer ve aldığı feyiz kesilir.

Seyrüsülûk talebinde sadık olmalıdır.

Şeyhi onun eksikliğini dile getirdiğinde veya diğer müridlerin yanında azarladığında yahut imtihan ve musibetlere mâruz kaldığında ona karşı kalbini muhafaza etmelidir.

Bir mürşid arayışına giren mürid, zikri geçen Muhammedi vârisin şartlarının şeyhinde olduğunu ve ona tâbi olanların da ibadet, ilim, ahlâk ve İlâhî marifetleriyle öne çıktıklarını gördükten sonra şeyhinin kâmil, irşad ve terbiye hususunda da tam bir ehliyet sahibi olduğuna, şeyhinin ve tarikatının da en faydalı şeyh ve tarikat olduğuna inanmalıdır. Çünkü inancı bu şekilde olmazsa kalbi başka bir şeyhe ve tarikata yönelir. Böylelikle ondan aldığı feyiz kesilir. Başta elde ettiği fayda yok olur ve İlâhî yardım kapısı kapanır.

Mürid şeyhinden istifade edebilmesi için ona hürmet göstermeli ve onu zamanındaki tüm insanlardan daha fazla sevmelidir. Zira şeyhe karşı asıl edep ona olan muhabbettir. Şeyhini nefsinin sevdiği bütün şeylerden daha çok sevmeyen kimse tarikatta ilerleyemez.

Büyükler, muhabbetin şartı olarak müridin şeyhi hakkında ileri geri konuşanlara karşı kulağını tıkaması gerektiği hususunda ittifak etmiştir. Mürid, kimsenin şeyhini kınamasını kabul etmez. Hatta bütün halk, hep bir ağızdan onu şeyhinden soğutmak istese de başaramaz. Kalbinde şeyhinin muhabbeti öyle bir hale gelir ki yiyecek ve içecek bir şey bulamadığında şeyhine bakmakla yetinir.

Mürid, hal, vâkıat (manevi olay), keşif ve kerametini şeyhinden gizlememeli, kendisine sorduğu tüm sorulara cevap vermelidir. Tövbe ve istiğfarla üstesinden gelemediği bir havâtıra (kalbe gelen düşünceye) müptela olursa onu şeyhine anlatmalıdır.

Bu düşünce şeyhi veya tarikatı yahut nefsinin düşünceleri hakkında olsa bile yine de şeyhine söylemelidir. Hatta bir doktor gibi o düşünceyi giderip tedavi etmesi için bunları hemen şeyhine anlatmalıdır. Aksi halde kalbinde o düşünce bulunduğu sürece feyiz kapısı ona kapanır.

Ayrıca mürid şeyhe düşüncesini söylemeyip, “Şeyhim keşif sahibidir, benim durumuma vâkıftır” da dememelidir. Çünkü şeyh keşfi yorumlamada bazen yanılabilir. Evliyanın keşifte yaptığı hata müctehid fakihlerin ictihadda yaptığı hata gibidir.

  • Mürid, şeyhinin saklı kalması gereken sırlarını gizlemelidir.
  • Şeyhinin sözünden insanlara yalnızca anlayacakları kadarını aktarmalıdır.
  • Mürid şeyhinin sevdiğini sevip, buğzettiğine buğzetmelidir.
  • Bir kimseden şeyhi hakkında hoşuna gitmeyen bir şey duyduğunda bunu gidip şeyhine anlatmamalıdır. Gücü yettiğince güzel bir şekilde ve delillerle cevap vermelidir. Bu münkir kişi düşüncesinden dönmezse ondan uzaklaşmalı ve onunla birlikte olmamalıdır.
  • Şeyhi bir konuyu onunla istişare ettiğinde işi ona bırakmalıdır. Fakat şeyhi istişarede ısrar ederse, “Belki iş şöyledir, fakat sizin düşünceniz daha doğru ve güzeldir” demelidir.
  • Şeyhi davet etmedikçe onunla birlikte bir şey yememelidir.
  • Zaruri bir durum olmadıkça önünde yürümemelidir.
  • Şeyhinin uyuduğu yerde uyumamalıdır. Yastığını, teşbihini kullanmamalıdır. Bunları onun yanındayken de o yokken de yapmamalıdır.
  • Şeyhinin şahsî bardağından içmemelidir. Yerinde oturmamalıdır. Ancak şeyhi emrederse bunları yapabilir.
  • Mürid, şeyhinin huzurunda takkesiz olmamalıdır.
  • Şeyhinin bulunduğu tarafa doğru ayaklarını uzatmamalıdır.
  • Şeyhinin gördüğü bir yerde abdest almamalıdır.

Adabı müridin

MÜRIDIN KENDI KENDISIYLE OLAN ÂDÂBI

Bu, müridin, isini Allah’â sadâkat esasi üzerine bine etmesidir ki binânin saglam temel üzerine oturmasi için dogruluk esasdir.

Büyük mürsidlerimiz söyle demislerdir: “Sâlikler, usüle riayet etmedikleri için vusûlü kendilerine imkânsiz kildilar.”

Veki inbü’l-Cerrâh der ki: “Allah’in yolu hidâyet yoludur. Ona ancak sâdik olanlar nâil olur.

a) Allah hakkinda ve kendisi hakkinda itikadini düzeltmesi, yan, Allah’i esmâ ve sifâtiyla âlemlerin Rabbi olarak, kendini de O’nun âciz bir kulu olarak tanimasi ve bilmesi lâzimdir.

Kulun, Allah hakkindaki itikadinin bütün zan ve süphelerden temizlenmesi, dalâlet ve bid’atlardan uzak bulunmasi, itikada esasinin Kur’an ve Sünnet’e dayali olmasi lazimdir.

b) Kul’un, “ameller niyetlere göredir” hadisinin himayesine sigabilmesi için önce itikadini Kur’an ve Hadis’e göre düzeltmesi ve kalb-i selime sahibi olmasi lazimdir.

c) Kisinin itikadi, seriatin tesbit ettigi sahih delillere, yani Kur’an ve hadise ne kadar uygunsa o kadar saglamdir.

d) Kul, itikadi vasitasiyla Allah’a seksiz baglandiktan sonra dînin hükümlerini ya bizzat tedkik ve tahkik ile, yahud ilim sahiplerinden sormak suretiyle muhakkak ögrenmesi lâzimdir. Bunun en az derecesi, farzlarini dogruca eda edecek kadar bilgi edinmesidir.

Çünkü hakiki müridligin alâmeti, Rab Teâlâ hazretlerini aramada kalbin derin uykusundan silkinip uyanmasidir.

Bu uyanis ise, dîni sorumluluklari ögrenmek için harekete geçmek, Allah’in emrine O’nun râzi olacagi sekilde sarilabilmek için Rasûlullah’in sünnetine uyarak Allah’in sevgisini kazanmaya çalismaktir.

Bunu kazanmak için farzlara dikkat ve itina etmesi, gücü yettigi kadar ve ölçü dahilinde nafile ibadetlere yönetmesi, ilmiyle âmil olan âlimlerin sohbetine devam ederek onlardan istifâde etmege çalismasi, kötü âlimlerden sakinmasi lâzimdir. Çünkü bunlar yol kesen eskiya gibidirler. Yanlis yönlendirme ile insanlari saptirirlar.Böylece bütün söz ve hareketleriyle Kur’an’a ve sünnete muhâlefet etmekten sakinmasi gerekir.

Bütün sâdât-i kiram Allah cümlesinden razi olsun-su noktada ittifak etmislerdir ki: Kim tarikat ister de baska yasayislara iltifat eder, yani gönlünü kurtaramazsa, Allah’in yoluna kalbiyle yönelmezse o kimse tarikat ile alay ediyor demektir. Bir kere düsünmelidir ki, dinin bütün emirlerine sarilmak azminde olan bir kimse bile ancak bir kismina riâyet etmege muvaffak olabiliyor. Bütün himmetini baska seylere sarfeden kimse bu yoldan nasil istifade edebilecektir?

Imam Rabbâni Hazretleri buyurur ki:

“Ey din kardeslerimiz, hepimiz üzerine en önce gereken sey, itikadimizi Kitab ve Sünnet’e göre dogrultmaktir. Itikadimizin esaslarini belirten âyet-i kerime ve hadîs-i seriflerin nasil anlasilacagi, ehl-i hak ve hakikat olan âlimlerimiz açiklamislardir. Bizim onlara uymamiz lâzimdir. Allah onlarin çalismalarini karsiliksiz birakmasin. Onlar, bu itikad esaslarini Kur’an’i bir bütün olarak görebilme seviyesine ulastiktan sonra Kur’an ve Hadis’in ruhuna göre açiklamislardir. Bizim anlayisimiz bu büyüklerin anlayis ve izahlarina uymuyorsa kat’i surette muteber olamaz. Elh-i bid’at ve dalâlet olanlar, kendi bâtil hüküm ve itikadlarini Kitab ve Sünnet’e uygun zannederler. Halbuki onlarin itikadlari hakdan fersahlarca uzaktir.

Ikinci olarak, dinin hükümlerini, bu cümleden olarak helâl ve harami, farzlari, vacipleri bilmek lâzimdir.

Üçüncü olarak, bu ögrendiklerinin geregiyle amel etmesi, yani günlük yasayisinda tatbik etmesi lâzimdir.

Dördüncü olarak: Kalbi tasfiye ve tezkiye yoluna girmektir.

Ehl-i sünnet itikadini bilmedikten sonra dîni hükümleri ögrenmenin bir faydasi olmaz. Akaid ve ahkâm bilgisini de elde etmedikten sonra amelin bir faydasi olmaz.

Bu 3 esas, yani akaid bilgisi, ahkam bilgisi bunlarla amel edilmesi tahakkuk etmedikten sonra kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesi mümkün degildir.

Bir sâlik, yukarida saydigimiz dört rüknü, yani

1) Itikadi Kitab ve sünnete göre dogrultmak,

2) Dîni hükümleri ögrenmek,

3) Bu ögrendiklerinin geregiyle amel etmek,

4) Kalbi tasfiye ve tezkiye yoluna girmek; Rûkünleri dosdogru yerine getirmeden ne yaparsa yapsin lûzumsuz islerle mesgul oluyor demektir.

Hadis-i serifde buyurulmustur:

“Kisinin, kendisini ilgilendirmeyen, yani dünya ve ahretine bir faydasi olmayan seyi terk etmesi Müslümanliginin güzelligindendir.”

Hulâsa kisiye lazim olan, en fazla ihtiyaci olan seyi ögrenip tatbik etmesidir.

Tevbe, bu islerin en mühimidir.

Çünkü bu yol, son derece temiz ve her türlü kötülükten uzaktir. Türlü pisliklerle kirlenmis kimseleri kabul etmez. Müridin, bütün hatalarindan Allah’a tevbe etmesi, bu tevbesini de gizli- açik, küçük-büyük bütün hatalarini terk etmekle yapmasi lazimdir.

Burada önce üzerinde kul hakki varsa onlari ödemelidir. Eger hak sahibi ölmüs ise vârislerine vermelidir. Kul hakkindan temizlenmeyen, münakasa ettigi bir kimse ile helalasmayan kimse bu tarikattan istifade edemez.

Bu istifade edemeyisinin sebebi, üzerinde kul hakki bulunmasidir. Bütün sâdat-i kiram, Islâm dininin koydugu bu vecibeye hassasiyetle dikkat etmisler ve saliklere böyle irsadda bulunmuslardir.

Seyhulislam Abdullah el-Ensâri der ki: Allah Teâlâ Hazretleri, “tevbe etmeyenler zalimlerin ta kendileridir” (Hucurat sûresi/11) buyurmus ve zulmü tevbe etmeyenlere nisbet etmistir.

Tevbe, ancak kisi tevbenin ne demek oldugunu bilip de tevbe ederse sahih olur. Bunun için üç sey lâzimdir:

1) Kisi tevbe etmedigi takdirde Allah’in onu kötülüklerden korumayacagini bilmelidir.

2) Allah’in onu her an gördügünü ve kalb, ne her an nazar ettigini bilmelidir.

Tevbenin üç sarti vardir:

1) Günahindan pismanlik duymak.

2) Allah’a tazarru ile niyaz etmek (yani günahini söyleyerek tevbe etmek),

3) Günahdan kopup ayrilmak. Bir daha o günahi islemeyesiye azmetmek, kesin karar vermek.

Tevbenin hakikati üçtür.

1) Isledigi günahi büyük görmek.

2) Yaptigi tevbeyi kusurlu ve yetersiz görmek.

3) Yaratilis icâbi olan kusurlarinin Allah tarafindan affini dilemek.

Tevbenin hakikatlerinin sirri üçtür:

1) Takvasini kirden temizlemek.

2) Günahini unutmamak.

3) Daima tevbsinden de tevbe etmek. Çünkü Cenab-i Hak:

“Ey mü’minler: Hepimiz birden Allah’a tevbe edin ki felah bulasiniz. Yani tam kurtulusa eresizniz!” /Nur sûresi/ 31) buyurmustur.

Tevbenin sirlarinin incelikleri üçtür:

1. Isledigi günaha bakmak,

2. Allah’in o günah hakkindaki hükmüne bakmak,

3. Günahi ve Allah’in hükmünü mukayese edip, o günaha o cezayi vermekteki muradini anlamaya çalismak. Burada Allah’in iki muradi vardir:

Birincisi, Allah’in, verdigi hükümde O’nun mutlak büyüklügünü, kulunun ayibini örtmekte ne kadar kerem sahibi oldugunu, Allah’in, kulunu bir günahla helak edivermeyip ona tevbe mühleti vermekteki hilmini, özrünü kabul etmekteki lûtufkarligini, kulunu magrifet etmekteki ihsanini bildirmek ve göstermektir.

Ikincisi, kulunun üzerinde adlinin huccetini gösterip onu günahindan dolayi hüccetine bagli olarak cezalandirildigini anlatmaktir.

3. Dünya Sevgisini Kalbden Çikarmak

Bundan sonra mürid, dünya sevgisini kalbinden çikarmak ve zâruri olmayan dünyevî mesguliyetleri terk etmek gibi mühim vazifelerini yerine getirir. Çünkü bu tarikatin temeli, lüzumsuz seylerden kalbin kurtulmasi, onlara karsi sevgi duymamasi ve mesgul olmamasidir. Bu, kalbin, Allah ile mesgul olmaya mani olacak seylerden temizlenmesi demektir.

Bu temizligin birinci merhalesi kalbin mal sevgisinden temizlenmesidir. Çünkü kulun Hak’dan sapmasi için sadece mal sevgisi yeter. Çünkü kalbin de dünya sevgisi bulunan hiçbir mürid yoktur ki kisa zamanda bu sevgi onu eski haline dönüstürmüs olmasin!

4. Makam-Mansib Sevgisinden Kurtulmak

Eger mal sevgisinden kurtuldu ise, makam-mansib sevgisinden de kurtulmasi lazimdir. Çünkü makam-mansib sevgisi tarik-i ilâhîde yol kesicidir.

Halkin kabulü veya reddi, yani halkin onu begenip begenmemesi mürid yaninda esit olmadiktan sonra bu yoldan bir sey istifade edemez. Mürid için en tehlikeli sey, daha tarikatta sabit-kadem olmadan halkin teveccühlerine aldanip ona hürmet göstermelerine aldanmasidir. Bu zaafin terk edilmesi lâzimdir.

5.Riyâset Sevgisinden Kurtulmak

Mal ve makam-mevki sevgisinden kurtulduktan sonra bas olma sevdasindan kurtulmasi lâzimdir. Eger zâhid ise, zühdün sartlarindan biri budur. Sayed bu zaaftan kurtulmazsa, dini için çok zararli bir tehlike ile her an karsi karsiya demektir.

Aslinda zâhidlerin sân u söhreti dünya sultanlarinin ve orta adamlarinin söhretlerinden çok üstündür. Sebebini sorarsan, nice sultanlarin zâhidlere karsi gösterdigi hürmeti düsün, anlarsin. Kisi, bas olma sevdasindan kurtulmazsa telef olmasindan korkulur. Çünkü bu islerde insani can evinden vuran seylere karsi körü körüne gidisi az degildir.

Bisrü’l-Hâfî kuddise sirruh der ki: “Böyle bir zamanda fakirin, yani dervisin ganimeti, insanlarin onu tanimamasi, yerini yurdunu bilmemesidir. Çünkü insanlarin pek çogunun yüzü, insanin husrana ugramasi için kâfidir. Hangi mürid ki kalbinde dünya sevgisi vardir, ona mürid demek caiz degildir.

Eger müridin kalbinde dünya sevgisinin izi kalmissa hayirli isleri sebeb tutarak sür’atle dünyaya dönebilir. Kalbinde dünya muhabbeti olan kimse dünyaya meyletmek için bahane arar. Bazi isleri arzusuna perde yapar, dünyaya kayar.

Müridin kendini lüzuksuz yere mesgul eden dünyevî islerin sevgisini kalbinden çikarmasinin istenmesinden maksad kalbini temizleyip Rabb’i ile huzurunu duyarak kalmasini temin etmektir.

Eger mürid ciddî olarak dünya sevgisini terk etmisse bunda sebât etmelidir. Müridin kalbinde zerre kadar dünya sevgisi kalmamalidir.

Bu tavsiyeyi müridin yanlis anlamamasi lazimdir. Bu, insanin dükkanini, tezgahini, zarûri islerini, geçimini temin etmek için çalismasini terk etmesi demek degildir. Böyle bir hareket her seyden evvel seriatin ruhuna aykiridir. Bunu söylemekten maksadimiz, dünyadan elini çekip bir köseye oturmak degil, dünya isleriyle ugrasirken sevgisini kalbine koymamak ve Allah’i hiçbir aninda unutmamaktir.

Eger dünya sevgisini birakmamissa dünya islerinin elinde esir olur. Neticede o is onu helâke götürür. Zaruri olan dünya isleriyle yeteri kadar ugrasmakla, dünya sevgisini kalbinden temizlemeyi birbirine karistirmamak lâzimdir. Bir müridin dünya isleri için gam çekmesi veya fakir düsecek, yahud topluma yük olacak sekilde fakir düsmesini netice verecek tutum ve davranislar ona yakismak.

Imam Abdülvehhab Sa’rânî: “Eger mürid Hak yoluna koyulacaksa önce dünya sevgisini kalbinden atmasi lazimdir. Bunu basardiktan sonra o mürid dünyaya ancak Allahîn husûsî izniyle dönüp bakar, baska degil.”

Ebu’l-Abbas el-Mürsî hazretlerinin talebesi Seyh Muhammed el-Magribi der ki:

“Bu yolda iki sey çok mühimdir ve temeldir.

Birincisi: Allah’in râzi olacagi islere içinden gelerek kosmak.

Ikincisi: Bu yolun sirlarini, inceliklerini nâmahremlere açmayip bunlari sadece ihvaniyla, vaktine ve yerine göre konusmak. Dilini tutmayi basarmak”

Yine der ki: “Bir kul önce dünyayi, sonra ahretini terk edip, sonra kemiklerini çatirdatircasina gelen bütün bela ve müsibetlere maruz kaldigi vakit de Allah’dan râzi olmadiktan sonra seyr u süluke baslayamaz. Bu üç seyi basarirsa bu yolda ancak bir mübtedî olarak yola çikabilir. Sâlikler bu yolum çetinliginden korksalar bile bu basindan belli oldugu için daha dikkatli olmalarina ve âdâba daha çok dikkat etmelerine sebep olur.”

6. Yolun Kiymetini Bilmek

Müridin, bu tarîki tariklerin en sereflisi olarak bilmesidir. Eger böyle itikad etmezse nefsi ona baska bir yol aramasi için vesvese verir durur. Fakat bundan daha serefli bir yol nerede bulunabilir? Bu yol ki meleklerin, peygamberlerin, râsid halifelerin ve Allah’in Sâlih kullarinin yoludur. Allah’a en yakin meleklerin hilyesidir. Bu isimlerini saydiklarimiz ise ilâhi ilimlerin en iyi bilenlerdir. Ilâhi ilimlerden üstün bir ilim ise yoktur.

Imam Gazâli –Allahin rahmeti üzerine olsun- “el-Munkizu mine’d-Dalâl” isimli kitabinda der ki: “Ben ilim tahsilini tamamlayinca bütün gayret ve himmetimle sûfiyye tarîkina girdim. Su kadarini muhakkak söylemeliyim: Yakinen anladim ki, Hak yoluna gerçekten girenler ancak sûfîlerdir. Onlarin sîretleri sîretlerin en güzeli, yollari yollarin en güzeli, ahlâklari ahlâklarin en güzelidir. En keskin akillarin akillari, degme filozoflarin felsefesi, seriatin bütün teferruatini bilen zâhir ulemasinin ilmi; onlari degistirmek, onlarin hâlini daha hayirli bir hâle degistirmek için bir araya gelseler buna muvaffak olamazlar. Çünkü onlarin zâhirlerinde ve bâtinlarindaki bütün harekât ve sekenât nübüvvet kandilinin isigindan alinmistir. Yeryüzünde ise nübüvvet nurundan baska dogru yolu gösterecek bir nur kaynagi yoktur.

Seyh Ebu’l-Mevâhib Muhammed es-Sâzeli kuddise sirruh der ki: “Sûfîlerin terbiye etmedigi kimse edebin hakikatini anlayamaz.”

Bu yoldan istifade etmenin bazi sartlari vardir:

Bunlardan birincisi kalbi temizlemektir. Kalbi Allah’dan gayri ne varsa her seyden temizlemek. Bunun çaresi, namazda kalbin zikrullaha müstagrak bir halde bulunup, iftitah tekbirinden itibaren kalbin Allah’i anmakla mesgul bulunmasidir.

Sonuncusu ise, tamamen Allah askinda fâni olmaktir. Bu ise tamamen insanin elinde degildir. Kul ister, Allah lutfeder.

7. Sükûtu Tercih Etmek

Sükûttan istifade etmektir. Hakikat tâlibi zaruret olmaksizin konusmalidir. Arkadasi veya tanimadigi bir kimse ona bir sey sordugu zaman kifayet mikdari cevap verir.

Dilin âfetleri çoktur:

Giybet: Kardesinin arkasindan, o duydugu zaman hosuna gitmeyecek seyler söylemek,

Nemîme: Iki kisi arasinda laf götürmek,

Hemz: Fesad çikaracak söz söylemek,

Lemz: Ayiplamak, gözüyle kasiyla isaret edip birbirinin aleyhinde fisildamak,

Kizb: Yalan söylemek,

Istihzâ: Insanlari alaya almak, eglence konusu yapmak.

Dinin bazi hükümlerini yalanlamak, bazi kimseleri medihde ileri gitmek, güzel konusmak suretiyle arkadaslarina sitem ederek onlarin arasinda kendini gösterme arzusu ve bunun temini dilin afetlerindendir.

Vehb Ibni Münebbih der ki: “Hikmet ehilleri, hikmetin basinin sükût oldugunda ittifak etmislerdir.”

Fudayl Ibni Iyaz demistir ki: “Hacca gitmek, savasa ve cihada çikmak dili tutmaktan daha zor degildir.”

Lokman aleyhisselam ogluna: “Eger söz gümüsse sükût altindir” demistir.

Abdullah Ibni Mübarek, bunun mânâsini söyle izah etmistir: “Allah’a itaat yolunda söz söylemek gümüs ise, mâsiyetten sakinmak için sükût etmek altindir.”

Bilinmelidir ki, mâsiyetten sakinmak bütün ibâdetlerden efdaldir. Bu mânâda büyükler:

“Ey insan, dilini tut ki seni sokmasin. Çünkü sahib olmazsan o bir yilandir. Kabirlerinde dilinden ölen nice insanlar vardir. Nice kahramanlar onun karsisina çikmaktan korkarlar,” demislerdir.

Susmak selamettir. Asil olan da budur. Yoksa insan düsünmeden söyledigi bir sözden her zaman pismanlik duyabilir.

Insan, bir konu üzerinde konusmaya mecbur edilirse seriatin emir ve yasaklarini dikkate alarak konusmalidir. Yerine göre sükût etmek Allah adamlarinin özelliklerindendir.

Yerine göre konusmak nasil bir fazilet ise, hataya düsmemek için sükût etmek de ayni sekilde bir fazilettir.

Yeri geldigi zaman gerçegi meydana koymak en serefli hasletlerden birisidir.

Bir münkere mani olmak için ister kendisinden çekinilen, ister bir iyiligi umulan kimseye hakki söylemek için konusmak bir güzel haslettir.

Ibni Abbas radiyallahu anhüma dilini tutarak: “Ya hayir söyleyerek hayra nâil ol, yahud serri söylemekten sakin selamet bul!” demistir.

Dili muhafaza etmek her yerde ve her zaman mühim islerdendir. Çünkü dil kalbde bulunanlarin tercümanidir. Dilin hatadan uzak kalmasi ise kalbe bagli kalmasiyla mümkündür.

Bazi büyükler demislerdir ki: “Sükûtu ganimet bilmeyen ve sükûtun faziletini anlamayan kimse konustugu zaman bos ve lüzumsuz seyler konusur. Onun için dili muhafaza etmek gerekir.

Konusmanin yerini tutan isaret ve yazi hususunda da ayni sekilde dikkatli olmak, özellikle kitap, makale gibi konularda daha çok dikkatli olmak gerekir.

Ebû Bekir el-Fârisî bana dedi ki: “Kisi, kendisini ilgilendiren ve muhakkak konusmasi gereken bir konuda konusursa lüzumsuz konusmus olmaz. Eger kendisini ilgilendirmeyen bir mevzuda konusursa bos konusmus olur. Bu durumda sükûta riayet etmemistir.

Zünnûn-i Misrî hazretlerine: “Kendisine en fazla sahib olan kimdir?” diye sordular. Cevap olarak: “Diline en fazla sahip olandir” buyurdular.

Ibni Mes’ud radiyallahu anh der ki: “Dilden daha fazla hapsedilmeye layik hiçbir sey yoktur.”

Büyükler, “dil,yirtici hayvan gibidir. Eger ona sahip olmazsan senin ebedi düsmanin olur” dediler.

Mürid her bir nefesini her seyden kiymetli bilmelidir. Çünkü her bir nefesini nereye kullandigindan sorumlu olacaktir.

8. Kusur Görmemek

Insanlarin ayiplarini görmemektir. Kisi, baskalarinin kusurlarini görmek yerine kendi ayiplarini görüp düzeltmek için ugrasmalidir.

Ayet-i kerimede: “Ey imân edenler! Zandan çok sakinin. Çünkü zannin bazisi günahdir. Bir de tecessüs etmeyin. Birbirimizin gizli hallerini arastirmayin. Birbirinizi giybet etmeyin. Ölü kardesinin etini yemeyi sizden hanginiz sever? Allah’dan korkun. Süphesiz ki Allah tevbeleri kabul eden, rahmet ve merhamet sahibidir.” (Hucurat sûresi/12)

Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem efendimiz, “Allah bir kulunu sevdigi zaman ona ayiplarini kusurlarini gösterir” buyurmuslardir.

9. Kendini Begenmemek

Tarikatta ne kadar ilerlerse ilerlesin, nereye varirsa varsin kendisini daha yolun basinda görmeli ve öyle kabul etmelidir. Seyidimiz Hâce Muhammed Bahâddin Naksbend hazretlerinin iki vasiyetinden birisi budur. Ikinci vasiyeti ise sudur: Sâlik, seyr ü sülûkde en yüksek makam ve mertebelere ulassa bile kendi nefsini Fir’avn’in nefsinden yüz derece asagi görmelidir. Eger bunu böyle kabul etmeyip nefsine kiymet verirse onun seyr u sülûkden nasîbi yoktur.

Bu iki vasiyete çok dikkat etmelisin. Salik, göze ve kulaga nasil muhtac ise bu tavsiyeye riyet etmeye de o kadar muhtacdir. Hatta bu vasiyeteolan ihtiyaci göze ve kulaga olan ihtiyacindan daha fazladir. Çünkü ne zaman kendisine varlik verirse ucbe düser.

Ucüb, kendini begenmek, kendine hayran olmak demektir. Bundan Allah’a siginiriz. Rasûl-i Ekrem sallallahu eleyhi ve selem buyurmuslardir ki: “Insani üç sey kurtulusa erdirir:

1. Gizlide ve açikta Allah’dan korkmak,

2. Hosuna gitse de Allah için hakki söylemek,

3. Darlik zamaninda oldugu gibi bolluk zamaninda da iktisada riayet etmek”

Insani üç sey helâka götürür:

1. Herkesin uydugu hevaya uymak,

2. Kisinin kendi kendisine cimriligi telkin edip fakirlik korkusuyla cimrilige düsmesi,

3. Kisinin kendini begenmesidir ki bunlar içinde en tehlikelisi budur.

Allah Teâlâ cümlemizi yukarida sayilan iyi hasetlere sarilmaga ve bu helak edici seylerden sakinmaga muvaffak kilsin ve bize iman zevkini duyursun, âmin.

Bilmelidir ki, ameline güvenmek, sâliklere yolun basinda ârizolan en kötü tehlikelerden biridir. Bunun sebebi bazi seylere nâil olmalari neticesinde vehim gelip bunun galebe etmesi, hayal durgunlugu, akil aynalarinin paslanmasi neticesi yigilma ve durgunluk meydana gelmesidir. Bundan ancak kesf yoluyla, yani onlara âriz olan bu vehimleri Allah’in gidermesiyle kurtulunur. Su sekilde ki Allah Teâlâ, kulunun fiillerinin, amellerinin yaraticisidir. Dilerse sâlike irfan kapilarini açiverir. Kulun amelinin az veya çok olmasi mühim degildir. Bir baska ifâde ile, kulun amelinin az olmasi Allah’in lûtfuna mani degildir. Yeter ki kul Allah’a iltica etsin, aczini itiraf edip O’na yalvarsin.

10. Kötü Arkadasi Terk Etmek

Kötü arkadaslari terk etmektir. Bunun için, kötü arkadaslarini terk etmeden evvel kendi kötü huylarini terk etmelidir. Çünkü kendi nefsi ona arkadaslarindan daha yakindir. Önce nefsini halletmelidir. Büyükler, “kale içerden fetholunur” demislerdir.

Sair Lebid bu konuda: “Iyi insana nefsinden büyük düsman yoktur. Bundan sonra kisiye gereken iyi arkadastir,” der.

Tecrübe edilmistir ki, âsilerin yüzlerine bakmak mü’minde göz ve basiret körlügüne sebeb olur, kalbini katilastirir. Iyi insanlarin yüzlerine bakmak ise insanin içine genislik verir.

Sakin kardesim, kâfirlerin yüzlerine bakmayasin. Allah’in rizâsina muhalif is yapilan yerlerde, Allah’in gazabini çekecek yerlerde durmayasin. Çalgi çalinan yerlerde ve zâlimlerin kabirlerinin yakininda eglenmeyesin. Mâsiyet mahallerinde az da olsa beklemeyesin. Mecbûren yolun öyle yerlerin önünden geçiyorsa oralardan süratle geçmelisin.

11. Nefsine Arka Çikmamak

Kendisine bir noksanlik, bir hatâ isnad edildigi zaman nefsi hesabina kendini müdâfaadan sakinmalidir. Zamanin büyüklerinin kusurlarini aramakla ugrasmamali, onlarin muktezâsi olark görülebilen hatâlariyla mesgul olmamalidir. Isimleri anildigi zaman haklarinda ancak iyi konusmalidir.

Seyh Ebu’l-Mevâhib es-Sâzeli der ki: “Fakirler, yani dervisler halleriyle görünürler, zâhir âlimler de sözleriyle görünürler.”

Seyh Allyyü’l-Havvas der ki: “Eger bir kimse, kendi halini Allah’in bilmesiyle yetinmeyip nefsini hakli çikarmak için münakasaya kalkisirsa Allah’in kendisini tehlikelerden koruyacagini hesaptan çikarsin. Kendisi ilmiyle âmil âlimlerin, mürsidlerin, velilerin arkasindan gidiyor, onlara mahabbet ediyor da böyle Salihler hakkinda kötü söylendigi zaman onlari müdâfaa için yeteri kadar konusursa ne âlâ! Eger bir âlim mürsid, bulundugu mertebesiyle bir kimseden hürmet görüyor ve sevenleri tarafindan müdafaa ediliyorsa bu insanalrin menfaatinedir. Eger gerekiyorsa o zât irsadiyle insanlarin faydalanmasi için yine insanlarin menfaatina olarak kendi durumunu izah edebiliyor. Eger insanlar onun noksanliklardan münezzeh olduguna itikad etmislerse hata içindedirler. Eger o zât noksanliklardan münezzeh olmadigini söylemiyorsa o da hata içindedir.”

Ameller niyetlere göre degerlendirilir.

Müridin sermayesi, herkese iyi niyetli davranmak kimseye kötü söylememek, durumu ne olursa olsun kendisine yöneltilen bir taarruzu gönül hoslugu ile karsilamaktir. Böyle bir durumda üzerine düsen sabretmektir. Kedisinin muhabbet ettigi ve etmedigi kimseler hakkinda bir sürü sualleri birakip onlar hakkinda insanlarla çekismekten Allah’a siginmalidir.

Eger bu tavsiye hosuna gitmediyse böyle bir kimse sevmedikleriyle beraber pazara çiksin, onlar gibi hevasina tâbi olsun! Insanlarin arzu ettiklerini gönlünden söküp atamiyorsa gitsin eli titremeden, yüzü kizarmadan istedigi mâsiyeti islesin.

Cenab-i Peygamber sallallahu aleyhi ve selem: “Eger utanmazsan istedigini yap!” buyurmuslardir.

Fakat böyle bir kimse sunu aklindan çikarmasin ki utanma duygusunu kaybettigi zaman kat’i sürette maksadina ulasamayacak ve tarikati terk etmis olacaktir. Böyle bir duruma düsmekten Allah’a siginiriz.

Seyh Ebu’l-Mevâhib es-Sâzelî der ki: “Mülkî ve melekûtî ilim sahibi bir zâta yan bakan kimseye müsâhede yoluyla Allah’i bilme kapisinin açilmasi nasil muhal ise, kalbinde sehvet varken melekût ve meârif kapisinin açilmasi da öyle muhaldir.”

Bazi mesayih demislerdir ki: “Eger bir mürid hem nefsi hazlarini tatmin etmek istiyor, hemde müridlik davasi güdüyorsa bilin ki o yalancidir. Kalbini muhafaza etmeyen, hal ve tavirlarina dikkat etmeyen, lâkayd yasayan, bununla beraber marifete erme davasinda bulunan kimse de yalancidir. Yine halkin övmesini ve yermesini, kabul etmesini ve etmemesini esit görmeyen, bunula beraber marifete erme davasinda bulunan kimse de yalancidir.

Cüneyd Bagdâdî kuddise sirruh demistir ki: “Eger bir takim alâmetler olmasa idi herkes tarikata girmek ister veya sûfilik iddiasinda bulunurdu.” Halbuki Allah Teâla:

“Onlari yüzlerindeki alâmetlerinden tanirsin ey Rasûlüm! Onlari bozuk, tatsiz, kof sözlerinden anlarsin!” (Kital sûresi/30) buyurmustur.

12. Azîmetle Amel Etmek

Daima azimetlerle amel etmege çalismali, mübahlara asla meyletmemelidir. Çünkü bu sadece vakit kaybetmektir.

13. Dîni Için Evlenmek

Tarikata evli iken giren bir kimse âdâbina riayet ederek yoluna devam etmeli, bekâr iken giren bir kimse de tarikin âdâbini ögrenip biraz yol aldiktan sonra evlenmlidir. Eger kemâle ulasacaksa ancak bu sekilde ulasir.

Huccetü’l-Islam Imam Gazâli “Ihyâ’sinda der ki: “Mürid daha yolun basinda iken evlilikle mesgul olmamalidir. Çünkü bu onu yolundan alikor.

Hanimiyla haddinden fazla mesgul olmaya meylettirir. Daha kalbi araliksiz Allah ile mesgul olma seviyesine gelmeden, kolayca tesir altinda kalma durumundan kurtulmadan evlenirse zorluk çeker.

Gençler, Resûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve sellem’in birden fazla evlenmis olmasini yanlis anlamamalidirlar. Dünyada hiçbir sey, Rasûlullah’i Allah ile mesguliyetten alikoyamaz ve alikoyamamistir. Melekler süflîlerle kiyas edilemez.”

Ebû Süleyman Dârâni kuddise sirruh der ki: “Evlenen kimse dünyaya meyleder. Evlenip de eski durumunu muhafaza edebilen bir mürid görmedim.” Kendisine: “Sen de bir kadinla ünsiyet ettirmesin. Çünkü onunla ünsiyeti haddinden tasirmak felâkettir. Mürid, eger sehveti galib degilse marifette kuvvet kazanincaya kadar evlenmemelidir. Eger sehveti galibse onu uzun bir müddet açlikla, uzun müddet oruç tutmakla yatistirmaga çalismalidir. Eger bu suretle de muvafak olamazsa, namusuna sahib olmakla birlikte gözüne sahib olamiyorsa evlenmesi daha iyidir.”

Büyüklerimizin bu hususdaki edepleri söyledir: Dünyalik ve fazla mal mülk sahibi olmak için degil, sünnete riayet, iffet sahibi olmak ve dinini ihya etmek için evlenmelidir. Sonra nikâhi takatina göre ve en kolay olacak sekilde yapar. Eger kadin evlilik hayatinda erkekden imkâninin disinda bir sey isterse, erkek, Rasûlullah’in sünnetine uyarak onu haline razi olmakla bosanmak sikliari arasinda muhayyer birakir.

Nitekim Rasûlullah’in hanimlari ondan dünyalik istemeleri neticesinde inen ayetin hükmüne göre, hallerine razi olmakla bosanmak siklari arasinda tercih yapmalarini teklif etti. Bu teklife Âise’den basladi:

– Sana bir sey söyleyecegim. Bu konuda annenle ve babanla istisare et. Kararini ondan sonra bildir. Sonra inen âyet-i kerimeyi ona okudu: “Ey Peygamber! Hanimlarina de ki: Eger siz dünya hayatini, onun zînet ve ihtisamini arzu ediyorsaniz gelin size bosanma bedellerinizi vereyim de hepinizi güzellikle salivereyim. Eger Allah’i ve Peygamberini ve ahiret yurdunu arzu ediyorsaniz, süphe yok ki Allah içinizden güzel hareketler edenler için büyük bir mükâfat hazirlamistir.” (Ahzab sûresi/28-29)

Bunu üzerine Âise dedi ki: “Annemle ve babamla senin hakkinda mi istisare edecegim ya Rasûlallah? Ben, Allah’i, Rasûlünü ve ahiret yurdunu tercih ediyorum. Fakat bunu diger zevcelerine söyleme! Dedi. Resûlullah da:

– Eger isteklerinde israr ederlerse vallahi bu ayeti onlara da okuyacagim dedi ve okudu. Onlar da Allah’i ve Rasûlünü tercih ettiler.

14. Zikre Devam Etmek

Zikre istiyaki geldigi, insirah kapisi açildigi andan itibaren Allah’dan gayri bütün mahlûkattan kalben alâkasini kesip, kalabaliklar, topluluklar içinde bile olsa kendini yalniz Allah ile beraber bilebilme durumuna gelinceye, gayret hali tahakkuk edinceye kadar zikri birakmamalidir. Bu böyledir. Çünkü manen mâsivadan alâkasini kesmeyene bu kapi açilmaz. Bunu yerine getirdigi zaman huzûr-i ilâhiye çikmaga hak kazanir.

Kendisine gaybet hasil olmayan kimsenin zikri ancak hasenattan bir hasene olmak durumundadir. Derece katetmek degildir. Kainat ondan perdelenmis, o ise kendini müsâhedeye zorlamaktadir. Daha yapmasi gereken seyleri yapmadan fütûhât vermesi için kulunun kendisine teveccühünü beklemektedir. Bunun için, bir kerecik Allah ile beraber olmanin huzurunu duymak, bu mertebeye ermek için gereken zâhirî ve Bâtinî eremedigimiz için bizlere zor gelmektedir.

Seyh Efdalüddin kuddise sirruh da söyle demistir:

“Gaybet hali içinde Allah ile huzura ermek çok yüksek bir haldir. Insan, meçhuller tûfani içinde Hakk’i tanimaga nasil vâsil olabilir? Kulun kalbine, aklina ne gelirse gelsin, muhakkak Allah ondan baskadir. Bu ancak Peygamberlerin ve onlarin kâmil vârislerinin isidir. Bize düsen sey ise namazda ve namaz disindaki ibadetlerimizde huzura ermis olmak davasinda bulunmamaktadir.

15. Nefsini Hesaba Çekmek

Kendisi için belirli vakitler tesbit edip o vakitlerde nefsini hesaba çekmelidir. Bu en azindan günde üç vakit olmalidir.

Sabaha çiktigi vakit neleri kaybettigini ve gece Allah için ne yapabildigini, Ögle namazindan sonra, ögleye kadar ne yapabildigini, Aksam namazindan sonra da “Bugün Allah için ne yapabildigini” kendisine sormalidir.

Bundan sonra derhal acz ü fakrini ifâde eden bir dil, kirik bir kalb, fânî bir varlik ile Allah’dan nefsine karsi yardim istemeli ve amânina siginmalidir.

Büyüklenmeyi, kendi basina buyruk hareket etmeyi terk etmelidir.

Ebû Ali Ruzbârî der ki: “Kendinden büyüge karsi büyüklenmek haddini bilmemektir. Kendi emsaline karsi büyüklenmek edep noksanligidir. Kendinden küçüge karsi büyüklenmek ise âcizlik alâmetidir.”

Bazi büyükler, kendilerine karsi büyüklenenelerin kendilerinden asagi seviyede olduklarini, kendilerine karsi büyüklenenelerin kendilerinden asagi seviyede olduklarini, kendilerine tevazu gösterenlerin de yüksek mertebede olduklarini söylediler.

Büyüklerimiz buyururlar ki: Kisinin kendini begenmesi, aklinin fesada ugramasinin ana sebebidir. Çünkü Allah Teâla: “Iste ahiret yurdu ki biz onu yeryüzünde büyüklük ve fesad arzusunda olmayanlara verecegiz. Iyi sonuç ise Allah’in azabindan sakinanlarindir” buyurmustur. (Kasas sûresi/83)

Seyh Aliyyü’l-Havvâs söyle der: “Bir haslet vardir ki kul onu nefsinden bilirse mertebesi Allah’in ve insanlarin yaninda çok düsük olur. Bu haslet, ilim, fazilet ve iyi insan olma vasiflarinda kendini akranindan üstün görmesidir. Bu, onun helâki için kâfidir.”

Edeb sahibine gereken, Müslümanlardan hiçbir kimseyi küçümsememektir. Âsilerden, günahkarlardan hiçbir kimseyi de tahkir etmemeli, onlarin günah ve isyanlari bahanesiyle kendine pay çikarmamalidir. Bir kere düsünmelidir ki: Eger Allah onu böyle bir yola sokup öyle insanlardan üstün kilmasa idi hali onlarin hallerinden daha kötü olacakti. Salik, kendini iyi insanlardan üstün görmedikten baska fasiklardan bile üstün görmemelidir. Üzarindeki nimeti Allah’dan bilip sükrünü edaya çalismali ve kimseye hor bakmamalidir. Allah cümlemizi böyle vartalardan korusun.

17. Kalb Huzuru Ile Namaz Kilmak

Her namaz kilacagi zaman kendi zâhirini ve bâtinini sik sik yoklamali, Bâtinî âfetlerden kibir, dünya sevgisi ve benzeri seyleri içinden temizlemeli, bunlarin netice verdigi kötü hasletlerden kurtulmaya çalismalidir.

Namaza, bu hasetlerden temizlenmis, hiç olmazsa temizlenmeye azmetmis olarak kalkmasi, rabbine selim bir kalp ve temiz bir beden ile münacat etmesi gerekir. Ilahî huzurun kapisinda melekler dururlar ve bakarlar: Kimde hased, kin, kibir, hile ve dünya sevgisi gibi seyler varsa onu huzura almazlar.

Seyh Ebû Bekir Kettânî der ki: “Allah Teâlâ söyle buyurur: “Hangi bir kul ki kalbinde iki arzu vardir, ben ondan uzagim. Bu iki arzu: Ma’siyet arzusu ve mal sevgisidir.”

Salikin, rabbi huzurunda kalb-i selim ile durup cesedi ile beraber kalbinin de namaz kilmasi lazimdir. Kalbinde Allah’in sevmedigi bir haslet bulunarak huzura gelen bir kimse kalb-i selim ile huzura çikmis degildir.

Bâtinina bakmayip sadece zâhiriyle mesgul olan kimse bir uyuz gibidir ki doktor ona hem içildiginde hastaligi kökünden kesecek bir ilaç, hem de derisine sürülecek bir ilaç vermistir. Oise hastaligi kökünden kesecek bir ilaç, hem de derisine sürülecek bir ilaç vermistir. O ise hastaligi kökünden tedavi edecek olan ilaci bir kenara atip uyuz taraflarina ilaç sürmekle mesgul olmaktadir. Halbuki disina ne kadar ilaç sürerse sürsün içinden bir baska uyuzluk tepecek ve hastaligi devam edecektir.

Eger riya ve ikiyüzlülük gibi çirkin hasletlerin asillari içeride duruyorsa, bu illetlere mübtelâ olan kimse istese de bunun eseri görülecektir. Hastalik içeriden ve disaridan kendini gösterecektir. Vesvese belasina düçar olanlarin ekserisinin halleri budur.

Akilli kimse eve kapisindan giren, yani her hastaligin asli, kaynagi, sebebi neyse, onu dogru tesbit edip tedavisi için saglam yolu arayan kimsedir.

18. Kusurunu Büyük Görmek

Derecesi yükseldikçe, kendini her an huzurda bilme suuruna yaklastikça, gözünde kendi ayiplarinin büyümesi lazimdir. Halbuki halkin ekserisi bir hayirli amel islese kemale erdigini ve huzura yaklastigini iddia eder.

Ehlullahin ilimleri kalblerine konulmus, ruhlarina yerlesmistir. Bu ilimleri, onlarin tevazularini ve nefislerine karsi galebelerini saglar. Baskalarinin ilimleri ise nefislerinde oldugu için ilimleri arttikça kalblerini bir duman ve zulmet kaplar.

Allah kendilerinden râzi olsun, selef âlimleri böyle degillerdir. Onlardan her biri ilminin dercesine göre Allah’dan korkarlardi. Içlerinde, bir günahindan dolayi helaki hak ettigine ve Allah’in, lûtfuyla kendisini fazladan yasattigina inananlar vardi.

Yine onlar, bir zifiri karanlikta bilmeden bastan asagi yamalikli ve kusurlu bir elbise giyip, nura dogru yaklastikça birer birer bu yamalarini, kusurlarini gören ve mahcubiyeti artan bir kimse gibiydiler.

Burada nur, Allah’in hazretine yaklasmanin, zulmet ise Allah’dan uzaklasmanin isaretidir.

Insanin ilmi arttikça tekebbürü artar.

Kisinin cehli arttikça tekebbürü artar.

Bunun bir misali de, meyveli dallarin egilip, meyvasiz dallarin dimdik durmasidir.

Gavs-i Âzam Abdülkadir Geylânî Hazretleri ihvanina derdi ki: “Ben Allah’a gece kâim, gündüz sâim olmakla ve ilim ögretmekle vâsil olmadim. Allah’a vâsil olmanin sebebi, cömerdligim, mütevazi bulunmam ve sadrimin selim olmasidir.

Gavs-i Âzam Hazretlerinin bu sözü de gösteriyor ki cömerdlik de önemli esaslardan birisidir. Tevazû ile de sâlik kemale ermenin temelini atmis olur. Yoluna dikilen bütün engeller böylece ortadan kalkmis olur. Bunun için hadisde varid olmustur: “Cennette öyle odalar vardir ki, disi içinden, içi disindan görünür. Allah Teâlâ bu odalari güzel ve tatli söz söyleyenler, yemek yedirenler, oruca devam edenler ve gece insanlar uykuda iken namaz kilanlar için hazirlamistir.”

Bu hadis-i serifi beraberce düsünelim:

Burada Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve selem güzel ve yumusak söz söylemyi emir buyurmuslardir. Bu, tevazûun eseri olmakla ona isarettir.

Sonra yemek yedirmeyi emir buyurmuslardir. Bu da cömerdligin eseri olmakla ona isarettir.

Bundan sonra orucu ve namazi zikretmislerdir.

Abdülkadir Geylâniî hazretlerinin yukaridaki sözü de bu hadis-i serifi anlamamiza yardimci olur.

19. Nefse Muhalefet Etmek

Tarîk-i ilâhîde sülûkü devam ettigi müddetçe nefsine muhalefet etmesi lâzimdir. Kemale eristikten sonra nefsi artik ona ancak iyiligi emreder. Allah’in sevdigini sever, sevmedigini sevmez. Bu makama geldikten sonra nefsine muvafakat etmesi caizdir. Belki bazi yerlerde vacib de olur. Seyh Abdülkâdir Geylânî ve Ahmed Rifâi hazretleri bunu açikca söylemisler fakat Cüneyd Bagdâdî ve emsali bunu kabul etmeyip, kisi, sadece ricaullahin vâsil olabilecegi makama vâsil olsa bile yine nefsine muhalefet etmesinin vasil oldugunu beyan etmislerdir. Çünkü insan beser olmasi ve her zaman tehlikelere maruz bulunmasi cihetiyle nefsine muhalefet etmesi gerekir.

Bunu kâmil bir kul düsünmelidir ki: Istediklerini yiyip giymek onu rabbiyle mesguliyetinden alikoyar mi?

Hangi makama varilirsa varilsin, nefsinin emrine muhalefet etmek mecburiyetinden muaf olanlar ancak masumlardir. Yani Cenab-i Hakk’in husûsî olarak korudugu kimselerdir ki bunlar müstesnadir. Bu kadarini anla. Kitab ve sünnetle te’yid edilen hakikat da budur. Çünkü Cenab-i Hak:

“Rabbinin huzurunda durmaktan korkan, nefsini heva ve hevesden alikoyan kimseye gelince, iste cennet onun varacagi yerin ta kendisidir.” (Nâziat/ 40-41) buyurmaktadir.

Bu ayetinde insanlardan hiçbir kimseyi istisna etmemistir.

Seyhuislâm Zekeriya el-Ensâri “Serhu’l-Münferice” adli kitabinda der ki:”Âlimler, nefse muhalefet ibadetin basidir buyurmuslardir.”

Seyh Abdülkadir Geylâni hazretleri buyurmuslardir ki:

“Ibadetlerin efdali, nefis ve hevaya muhalefet etmek ve devamli surette mâsivâdan yüz çevirerek Allah’a yönelmektir.”

20. Maksûda Ulasmak

Kendi bulundugu makami bilsin veya bilmesin, menzil-i maksudu görünceye kadar seyr u sülûküne devam etmektir. Menzil-i maksûdu görününceye kadar olan seyr ü seferini cismiyle yapar. Burada ruh cismine tabidir. Menzil-i maksûdu gördükten sonra cisim ruha tabi olur ve yola böyle devam edilir.

Fakat insanlarin çogu bu inceligi ve irfan makamini bilmezler de kendilerine garip gelir. Çogu defalar ârif bir zâta talebe bile olamayacak kimselerin zâhirde çok ibadet yaptigina ve mücahedelerine aldanarak o ârifden üstün zannederler. Aslina bakilirsa hiçbirisi bir ârifin yaptigini yapamaz. Digerlerinin ibadetleri de onunki kadar degildir. Ârifin halka göstermedigi, halkin göremedigi bir ameli vardir ki o kalbinin amelidir. Onu Allah’dan baska kimse bilmez. Onun amelinin bir zerresi, digerlerinin kantarlarca amelinden daha agir gelir.

Seyh Aliyyü’l-Havvas kuddise sirruh der ki:

“Bütün insanlar nefisleriyle seyr u sülûk ederler. Fakat içlerinde bunun farkina varan var, farkina varmayan var.”

Seyh Ibrahim ed-Düsûkî der ki:

“Evladlarimdan ancak vakitlerinin kiymetini bilip Allah’dan bir an gaflet etmemeye gayret gösteren, durup dinlenmeden mâsûkunun menziline ulasmak için yolalan ve menzil-i muksûduna ulasanlari seviyorum. Onlar menzillerine ulasinca mâsûklari der ki: “Allah sa’yini meskûr etsin. Kan-ter içinde bizim menzilimize ulasmak için kostun. Saga-sola bakmadan, mâsivâya takilmadan ve maksadindan gözlerini ayirmadan yoluna devam ettin. Aciktin, susadin fakat yolundan dönmedin. Fakat niceleri azicik bir zorluk görmekle yari yoldan dönüverdiler. Sen ise sebat ettigin için bizim sarayimiza salimen vâsil oldun. Burada ebediyen ve bütün tehlikelerden emin olarak yasayacaksin. Sana verecegimiz ziyafetlerimiz sonsuzdur.”

Seyh Mübarek bin Seleme el-Kaysî der ki: “Allah bize feyiz ve bereketlerini daima nasib etsin. Allah’a giden bir müridin, ikindi namazini, ögle namazini kildigi yerde, yani bu zaman içinde bir ilerleme kaydetmeden eski vaziyetinde kilmasi onun için çok ayiptir. Madem ki yola çikmistir, himmet elbisesini giyip, azim atina binip, beldeler, diyarlar asarak aslî vatanina dogru yol almasi gerekir.”

Büyükler demislerdir ki: “Baslangiç halinde bir hamlesi olmayan kimseye rahatça oturacagi bir yer yoktur. Yani yolun daha basinda iken, gençligin kuvvetine, sihhatine ve zindeligine göre bir sa’y ü gayreti olmayan kimse bunlari ihtiyarladigi zaman yapamayacaktir.

adabü l mürid

Sûfîlerin uymaları gereken kurallardan bahseden eserlere verilen genel ad.

Mutasavvıfların sohbetinde bulunanların, şeyhlere bağlananların ve tarikata girenlerin uymaları gereken âdâb ve erkândan, seyrü sülûk* sırasında göz önünde bulundurulması gereken kurallardan, şeyh ve ihvan*a karşı takınılması gereken tavırdan bahseden, mürid ve dervişlere yol gösteren eserlere “Âdâbü’l-mürîdîn”, “Edebü’l-mürîd”, “Âdâbü’l-mutasavvıfe”, “el-Vasâya” ve “Tarîkatnâme” gibi isimler verilmektedir.

Tasavvufta müridlerin âdâbı bahsi ya müstakil risâleler ve eserler halinde veya tasavvufa dair genel bilgiler veren eserlerin içinde bir bölüm olarak ele alınmıştır. Bu konu hakkında ilk olarak kaleme alınan başlıca müstakil eser ve yazarları şunlardır: Yahyâ b. Muâz er-Râzî (ö. 258/872), Kitâbü’l-Mürîdîn (bkz: GAS, I, 646). Ebû Nuaym, Hilyetü’l-evliyâfda (Kahire 1394-99/1974-79, X, 55-66) bu eserden iktibasta bulunur. Hâris el-Muhâsibî (ö. 243/857), Âdâbü’n-nüfûs (bkz: GAS, I, 641). Hakîm et-Tirmizî (ö. 285/898), Âdâbü’l-mürîdîn (nşr. Abdülfettâh Abdullah Bereke, Mısır, ts.); Edebü’n-nefs (bkz: GAS, I, 658). Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 298/910), Edebü’l-müftakir ilallah (bkz: GAS, I, 649). Ebû Ali er-Rûzbârî (ö. 303/915), Kitâbü Edebi’l-fakr (bkz: GAS, I, 663). Ebü’l-Kasım el-Vezzân (h. V. asır), Edebü’l-mürîdîn (bkz: GAS, I, 676). Sülemî (ö. 412/1021), Âdâbü’s-suhbe ve hüsnü’l-uşre (Kudüs 1954); Câmiu âdâbi’s-sûfiyye (nşr. S. Ateş, Ankara 1981); Âdâbü’l-fakr ve şerâituh; Beyânü zeleli’l-fukarâ ve mevâcibü âdâbihim (bkz: GAS, I, 673). Ebû Bekir b. Dâvûd es-Sâlihî (ö. 806/1403), Âdâbü’l-mürîd (bkz: GAL Suppl., II, 149). Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî (ö. 973/1565), Edebü’l-mürîd (bkz: GAL Suppl., II, 467). Tâceddin b. Zekeriyyâ el-Abşemî (ö. 1050/1640), Âdâbü’l-mürîdîn (bkz: GAL Suppl., II, 618). Abdullah b. Alevî el-Haddâd (ö. 1132/1720), Risâletü âdâbi sülûki’l-mürîd (Mısır 1958).

Tasavvufa dair genel mahiyetteki eserlerde de âdâbü’l-mürîd bahsine geniş bir yer ayrılmıştır. Meselâ Serrâc, el-Lumagda (Mısır 1960) “Kitâbü edebi’l-mutasavvıfe” başlığı altında konuyu geniş olarak ele almıştır (s. 194-280). Kuşeyrî ise er-Risâle’sinde hem irade ve edep bahsinde, hem de eserine eklediği son bölümde müridlerin dikkat etmeleri gereken kaide ve esaslardan bahsetmiştir. Hücvîrî’nin Keşfü’l-mahcûb’unda da konu ele alınmıştır. Ebû Tâlib el-Mekkî Kutü’l-kulûb’da müridlerin uymaları gereken âdâb ve esaslara bir bölüm ayırdıktan sonra eserinin değişik yerlerinde çeşitli vesilelerle bu meseleyi tekrar tekrar ele almış, Gazzâlî de İhyaü ulûmi’d-dîn’de aynı yolu tutmuştur. Tekke ve hankah teşkilâtı ile gelişen tarikat nizamına paralel olarak âdâbü’l-mürîd konusu da gelişmiştir. Özellikle Ebû Saîd Ebü’l-Hayr’ın (ö. 444/1052) tekkelerde uyulması gereken kuralları esaslı bir şekilde tesbit etmesinden sonra konu daha da önem kazanmıştır.

Âdâbü’l-mürîd alanında yazılan eserlerin en meşhuru, Ebü’n-Necîb Ziyâeddin es-Sühreverdî’nin Âdâbü’l-mürîdîn* adlı eseridir. Mürid ve sâliklerin âdâbı hakkında İbnü’l-Arabî’nin yazdığı şu eserler de önemlidir: Risâletü künhi mâ lâ büdde li’l-mürîd minhü (Kahire 1328); Tuhfetü’s-sefere ilâ hazreti’l-berere (İstanbul 1300); Risâletü’l-emri’l-muhkemi’l-merbût (İstanbul 1315); Tedbîrâtü’l-ilâhiyye (Leiden 1919); Mevâkıu’n-nücûm (Kahire 1332); el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (İstanbul 1293, IV, 576-718). İbnü’l-Arabî’nin bu eserlerde bahis konusu ettiği âdâb ve tavsiyeler tekke ve tarikat âdâbı mahiyetinde olmayıp ilk sûfîlerde olduğu gibi genel mahiyette tavsiyelerdir.

Tekke ve tarikat nizamı tam olarak ortaya çıktıktan sonra müridlerin âdâbı meselesi de buna göre yeniden şekillenmeye başlamıştır. İlk olarak müridlerin hankah ve ribâtlarda gözetmeleri gereken edep ve kaideleri, Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin yeğeni Şehâbeddin es-Sühreverdî (ö. 632/1234) Avârifü’l-maârif’te düzenli bir şekilde anlatmıştır. Bu arada tarikat kurucusu şeyhler de bu konuya dair eserler yazmışlardır. Kadiriyye tarikatının kurucusu Abdülkadir-i Geylânî (ö. 561/1165), el-Gunye adlı eserinin sonunda âdâbü’l-mürîd konusunu geniş olarak ele almıştır. Necmeddîn-i Kübrâ da (ö. 628/1230) Âdâbü’l-mürîdîn (Süleymaniye Ktp., Ayasofya, nr. 404) adıyla bir eser yazmıştır. Ebü’l-Mefâhir Yahyâ Bâharzî’nin (ö. 736/1335) Evrâdü’l-ahbâb ve fusûsü’l-âdâb (Tahran 1358 hş.) adlı eseri de buna dairdir. Nakşibendiyye tarikatına mensup müridlerin uymaları gereken kurallardan bahseden eserlerden bazıları şunlardır: Muhammed b. Abdullah el-Hânî, Behcetü’s-seniyye (Mısır 1303). Muhammed b. Süleyman el-Bağdâdî, el-Hadîkatü’n-nediyye fi âdâbi tarîkati’n-Nakşibendiyye (Mısır 1313). Eşrefoğlu Rûmî ile Aziz Mahmud Hüdâyî’nin Tarîkatnâme’leri Türkçe’dir. Adı geçen eserlerden başka melâmet veya fütüvvet ehline has olan âdâbdan bahseden eserler de vardır. Sülemî’nin Risâletü’l-Melâmetiyye (nşr. Afîfî, Mısır 1943) ve Kitâbü’l-Fütüvve’si (nşr. S. Ateş, Ankara 1977) buna örnek teşkil eder. Ayrıca bütün fütüvvetnâme*lerde bu konuya geniş yer ayrılmıştır. Bu tür eserlerde sadece tasavvufa yeni giren veya sülûk* halinde bulunan müridlerin uymaları gereken kurallar anlatılmaz; aynı zamanda mürşid ve şeyhlerin hal ve hareketlerinin nasıl olması lâzım geldiği de açıklanır.

Metin içinde verilmiştir.

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.