Press "Enter" to skip to content

A-makı hayal

Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düşündüğüm anda yine cevabımı aldım.

Amak-ı Hayal

A’mak-ı Hayal; varlık, hiçlik, yaşamın amacı, ruhun gizemi, kainatın sırları… gibi felsefi ve tasavvufi konuların ele alındığı, Tanzimat Dönemi’nin verimli yazarlarından Filibeli Ahmed Hilmi’nin eseridir. Amak-ı Hayal, özet olarak, hayatını yaşayan, bir yandan da ruhunun derinliklerinde bazı sorunlarla boğuşan, bildiği her şeyden şüphe duyan ve bu şüphe nedeniyle huzursuz olan Ahmet Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşması ve hayal âlemindeki gezintilerle ruhunu doyurmasını anlatmaktadır.

Kitaba İlişkin Bilgiler

Amak-ı Hayal eseri iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Ahmet Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşması ve dokuzuncu gün sonunda vedasıyla bitmektedir. İkinci Bölüm ise Ahmet Raci’nin Manisa deliler hastanesindeki hatırlarını içermektedir.

Eser, Ahmet Raci’nin dilinden anlatılmaktadır; ancak zaman zaman yazar da söz alır.

Kitabın Özeti

Ahmet Raci, çevresi tarafından sevilen, tahsilli bir gençtir. Hayatında somut bir sorundan bahsetmek zor olsa da kalbinde bir ağırlık bulunmaktadır: bildiği şeylerden kuşku duymaktadır. Ruhu, maneviyatı tamamen kabul etmek ister; başaramaz, inkâr etmek ister, kalbi tatmin olmaz. Kısacası hayatı anlamlandıramaz, bildiği şeylere şüphe içinde bocalar durur.

Günün birinde arkadaşları ile güzel bir kasabaya üç günlük bir gezi yaparlar. Burada bir mesire alanında zaman geçirecekken, Ahmet Raci, etrafında olup biteni umursamayan iki meczubun konuşmasına kulak misafiri olur. Meczuplardan birinin “zaten hiç ile hep aynı şeydir, lakin cahiller, bir şeyi iki isimle anıyorlar!” şeklindeki ifadesinden sonra dayanamayarak kendisinin var olduğunu, varlık ve yokluğun aynı olamayacağını savunur. Meczupların alaycı ve mağrur tavırları varlığa ilişkin kuşkularını daha da derinleştirir.

Gezi dönüşünde, evinin yakınında, gelip geçerken sürekli gördüğü mezarlığa bir kez daha dikkat kesilir ve genel durumun aksine kapısının açık olduğunu fark eder. İçeri girer ve bir kulübeye rastlar. Kulübede birçok yerinde ayna bulunan yamalı cübbesiyle Aynalı Baba ile karşılaşır. Aynalı Baba hürmetle misafirini karşılar, ona kahve ikram eder, gazel okur ve ney üfler…

Kahvenin ve neyin etkisiyle Raci, hayal âlemine geçer. İlk gün Buda ile hiçlik zirvesine doğru yola çıkar. Ancak, güzel olan ne varsa içinde barındıran bir sarayın güzelliğine kendini kaptırdığında yolda kalır, Buda onu kovar. Uyandığında Aynalı Baba ona gülümsemektedir.

İkinci gün, Zerdüşt’ün ülkesinde uyanır. Zerdüşt’ün huzuruna çıkar, Hürmüz’ün (iyilik) tarafında yer alan bir asker olduğunu söyler, Ehrimen’in (kötülük) askerleriyle savaşacaktır. O, Gazap pehlivanını yenen Hikmet’tir. Hikmet ise düşmanların en çetin olan Nefs-i Emmare’ye mağlup olur. Nefs-i Emmare, Ehrimen’e mutlak bir zafer kazandıracak ve dünyayı karanlığa boğacak sırada Aşk gelir ve aydınlık kazanır. Hürmüz ile Ehrimen birbirini tamamlar, biri ile diğerinin önemi anlaşılır. Raci uyanır.

Raci bu rüyaların müptelası olmuştur. Bir gün Hindistan’ı ejderhadan kurtarır, bir gün Anka Kuşu ile kainatları dolaşır, bir gün herkesin, fakat sadece içindeki gururun yani şeytanın secde etmediği Adem olur, bir gün diğer yarısını bulmak için yedi yıllık mesafede bulunan şehre giden tek kollu, tek bacaklı, tek gözlü yarım insan olur. Raci mistik olayların başkahramanıdır, gerçek dünyaya ilgisi yok olmaktadır. Dokuzuncu gün sonunda hayalinden uyandığında yanında Aynalı Baba yerine onun veda mektubunu gördüğünde Raci gözyaşlarına boğulur.

Dünyadan ilgisini çeken Raci, Anadolu’nun dört bir yanında Aynalı Baba’yı ararken aklını iyiden iyiye yitirir ve Manisa tımarhanesine alınır. Burada delilerle uğraşmadığı zamanlarda derin düşüncelere dalmaya devam eder, halinden memnundur. Ancak, gün gelip Aynalı Baba’nın da aynı tımarhaneye düşmesiyle yeniden bayram havası yaşamaya başlar. Ney, kahve, şiir eşliğinde hayalin derinliklerinde kaybolmaya yeniden kavuşmuştur. Burada kimi zaman karıncaların lideri olur, kimi zaman aşka aşık bir mecnun…

Manisa tımarhanesinde Aynalı Baba ile ayrılık Aynalı Baba’nın hayata göz yummasıyla gerçekleşir. Aynalı Baba’dan Raci’ye hatıra olarak, kahve, şeker, ney, Kur’an-ı Kerim ve Aynalı Baba’nın birkaç elyazması kısa yazıları kalır.

Aynalı Baba ile yaşadıklarından sonra Raci’nin ruhu dinginleşir ve kalbi tatmin olur.

Kitaba İlişkin Değerlendirmeler

Kitabın özellikle birinci bölümü, fantastik denilebilecek öğeler barındırmakta, masal tadında anlatımıyla okuyucuyu sarmaktadır. Tasvirler oldukça başarılı ve güçlüdür. Günlük maceralar derin anlamlar barındırmakla birlikte, düz okuma da okuyucunun iyi vakit geçirmesine yetecektir.

İkinci bölüm daha çok sosyal konulara değinmektedir. İnsanların ilahi kitabı anlamadıkları, okunan her ne olursa olsun sadece kafa salladıkları, 65 yaşında hiç evlenmemiş birinin 13 yaşındaki bir kızla evlenmesinin bazı olumsuzluklara yol açacağı bunlardan bazılarıdır. Bu açıdan birinci ve ikinci bölümlerin birbirinden farklı havası olduğu söylenebilir.

A’mak-ı Hayal, hayat ile hayal arasında, felsefi, tasavvufi ve fantastik öğeleri barındıran başucu eseri olabilecek bir eserdir.

Yazan: Gökhan İPKİN

Amak-ı Hayal Soruları ve Cevapları

Amak-ı Hayal ne demek?

Amakı Hayal hayalin derinlikleri anlamına gelmektedir. Amak kelimesi “gözün iç köşesi, göz pınarı” anlamına gelir, o yüzden bazı edebiyatçılar tarafından benzer anlamlar da çıkartılır.

www.tasavvufdefteri.wordpress.com

Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği şüphesiyle yaşamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.

ŞEHBENDERZÂDE FİLİBELİ AHMED HİLMİ’NİN

A’MAK-I HAYAL
(Hayalin Derinliklerinde)

I.BÖLÜM
AYNALI BABA İLE BULUŞMA

1.RÂCİ
Anadolu’nun mütevâzi bir şehrinde oturuyordum. Evim ve çalıştığım yol üzerinde eski bir mezarlık vardı. Genç yaştaydım, sürekli çalışıyordum. Mezarlık önünden geçerken ölümü değil de mezarlığın duvarlarını, kapısını inceliyordum. Henüz ölmek gibi bir niyetim yoktu. Hele içeri girip de hayat ve ölüm gibi konular üzerinde tefekkür etmek gibi bir niyetim hiç yoktu.

Annemin verdiği terbiye ile dini inançlı ve iyi ahlaklı birisi olmuştum. Okul hayatımda hemen hemen her konuyu ciddiyetle araştıran bir öğrenciydim. Her şeyden fikir sahibi olmuştum.

Dini ilimlerin zahirinden ve bâtınından da nasibimi almıştım.

Malumat ( bilgi ) yığını halindeydim. Bir gün oturdum ve düşündüm. Kafamda taşıdığım düzensiz bilgi yığınları beni garip bir karışım haline sokmuştu.

Ben;
küfür ile imandan,
kabul ve inkardan,
tastik ile şüpheden
oluşmuş bir bileşkeydim.

Kalbim ile inkar ettiğimi aklım tastik ediyordu,
Aklım ile reddettiğimi de kalbim kabul ediyordu.

Tanrının varlığı ( Allah’ın varlığı değil çünkü Allah var ve yok gibi kavramlarla tartışılacak bir kavram değildir ), ölümden sonra diriliş, ruhun varlığı, melekler, resuller, kader, cennet cehennem, haram helal gibi soyut konulara kalbim iman ediyor fakat aklım adeta bir şüphe ejderhası kesilerek kalbimin tüm kabullerinin asılsız şeyler olduğunu söylüyordu.

Kalbimin kabullerine aklım ile yeni kanıtlar buluyordum. Şüphe canavarım onları da yutuyordu.

Soyutları (iman ile kabul edilen varlıkları) inkar edebilmek kolaydı fakat var olabileceği şüphesiyle yaşamak çok zordu. Resullerin ve velîlerin üstün akılları ile ve annem gibi saf kalp ile iman etmek isterdim. Ya da tam bir ateist gibi tam bir imansız olmak isterdim.

Şüphe canavarı her türlü dogmayı (iman ile kabul edilen değişmezleri) reddediyordu.

En son sığındığım felsefe şuydu. Beden, ruh, dünya, evren ve içindeki olaylar dediğimiz şey, bilincimizdeki düşüncelerin dışa yansımasıydı. Ben adeta kendi düşünce evrenimin içinde yaşıyordum. Bilinç ölüm ile dağılınca evrenim de yok olacaktı. “Ben” dediğim varlığım da ebeden yokluğa karışacaktı.

Bu yaşam felsefem benim yeni dinim gibiydi. Fakat bir müddet sonra öyle bir ruh bunalımına sürüklendim ki inanmadığım “cehennem” sanki beni yutmuştu ve çok büyük bir ıstırap duyuyordum.

Şüphelerimden, kendi yaşam felsefemden ve her şeyden kaçmak ve her şeyi unutmak için devamlı alkol içmeye başladım. Sarhoşluk beni herşeyden ve özellikle kendimden uzaklaştırıyordu. Sızdığım anlar en rahat ettiğim zaman dilimiydi.

2.DİRİLİŞ ÇABASI
Bir gün bütün manevi kuvvetimi kullanarak kendimi sarhoşluktan kurtardım. Şüphe canavarını öldürmek amacıyla yeniden bâtınî ( soyut manevi) ilimleri araştırmaya başladım. Yolum çok bilgili ve dindar Salih kimselere de düştü. Hepsi de çok mübarek insanlardı. Fakat bunların ilim ve delilleri beni sürüklendiğim uçurumdan kurtaracak reçeteyi veremiyordu.

Varlığını ancak iman ile kabul etmeye zorlandığım varlıkları baş gözümle görmek istiyordum. Bana bunu gösterebilecek birisine rastlayamamıştım.

Batıda (Avrupa ve Amerika’da) meşhur olan Ruhçuluk toplantılarına katıldım. Ruh çağırdık, masayı titrettik, fincanları döndürdük. Ruhçuların en ileri gelenleri ile görüştük. Hepsi de şüphesiz olarak ruhların varlığına ve verdikleri bilgilere iman halindeydiler. Fakat tüm görünenler toplu hipnoza girip ortak bir hayal görmekten ibaretti. Hayal aleminde yaşayan ruhçulardan uzaklaştım.

Hipnotizma dernekleri ile dostluk kurdum. Beden ve hafıza gücümün kullanamadığım özelliklerini açığa çıkardım. Ağır eşyaları kaldırmak veya kendini çalar saat gibi bir işi yapmaya programlamak benim aradığım şey değildi. Ben bunun üstünde kesin iman bilgisi arıyordum, ben KENDİMİ arıyordum.

Bu maceralarım dört yıl sürmüştü. Beynim fikir karmaşalarına artık tahammül edemiyordu. Yeniden alkolizme döndüm. İçki ve şamata meclislerinin en önde gideni haline ulaştım. Ayyaşların lideriydim. Bu yaşantı bir çeşit mutluluk vermeye başlamıştı.

Alkol arkadaşlarım işsiz güçsüz takımı da değildi. Hepsi de yüksek tahsilli, vicdanlı ve namuslu gençlerdi. Sadece çalışan ve çalıştığını eğlence dünyasında tüketen, hayat ve din felsefesinden uzak kişilerdi. Bazıları da Ramazan topunu duyduğu anda içki şişesini bırakır eline tesbih alırdı. Bir ay zahiren dindarlık yaparlar, oruç tutarlar, arada sırada namaz kılarlardı. Bayram topu atılınca da tekrar on bir ay meyhane yaşamına geri dönerlerdi.

Bir gün kırlarda içki alemi yapmak için şirin bir kasabaya doğru tren yolculuğuna çıktık. Manzara çok güzeldi. Herkes kırlardan, bayırlardan, ormanlardan şimendiferle (tren) geçerken manzaraya hayran olup kendilerinden geçiyorlardı. Benim ise içimi bir sıkıntı basmıştı. Kalıcı olmayan güzellikleri seyretmek bana çok büyük bir hüzün veriyordu. Ölüm denilen meçhul ile her güzelliğin sona ve yoka ermesi felsefesine tahammül edemiyordum.

3.BUDİST FELSEFE “HİÇLİK”
Kompartımanda aniden gözüm karardı,
ışık söndü

ve
her tarafı karanlık kapladı.
Tabiattaki kuşların cıvıltıları, çimenlerin yeşilleri, yaprakların hışırtıları, serin ferah esintiler ve
her şey
karanlığa ve yokluğa gömüldü.
Âlemleri kaplayan varlık enerjisi soğumuş ve donmuştu.
Âlemler yok olmuş sadece “düzen” adlı soyut anlam kalmıştı.
Karşımda Budha Gothama Sakya Muni belirdi (Budizm felsefesinin kurucusu)
ve
“Hiç! Hiç! Hiç!” diye zikrediyordu.

Dalıp gittiğimi fark eden bir arkadaş:
“Yine neyin var?”, dedi.
“Hiç!”, dedim.

Bu hiç sözü durumu idare etmek için söylenen bir söz değil “varlığın sırrını” tanıtan bir “hiç” idi. Fakat bunu anlayacak kapasitelerini kullanmayan kişilerdi onlar. Yolculuktaki ani sessizliğimden sıkılmışlar ve benimle ilgilenmemeye başlamışlardı. Aralarında boş laflarla neşeleniyorlardı.

4.İKİ DERVİŞ
Cennet gibi olan kasabaya ulaştık. Bir ahbabımızın yanında o gece misafir olduk. Sabah erkenden çilingir soframızı (içki meze) alarak kırlara gittik. Bir su kenarına oturduk. Su şırıltısı, kuş cıvıltısı, mangal dumanı, ud taksimi ve aslan sütü kokusu (rakı kokusu) birbirine karışmıştı. Kafam da demlenmiş neşelenmeye başlamıştım.

Bizden evvel o civara iki kişi gelmişti. Birden arkadaşlarla onların kimler olduğunu tahmin yarışına girdik. Kılık ve kıyafetleri döküktü.

“İki serseri”,
“İki dilenci”,
“İki sarhoş”,
Ya da
“İki derviş” miydiler?

Bütün tahminler onları tutuyordu. Bizimle hiç ilgilenmiyorlar, bizim tarafa hiç bakmıyorlar ve aralarında sakin sakin konuşuyorlardı. Hatta “es-selamü aleyküm” diye bağırmamız dahi karşılıksız kalmıştı. İçki alemimizden de rahatsız olmuyorlardı. Bir müddet sonra yanlarına yanaştım. Beni dikkate almadan konuşmalarına devam ettiler.

Konuşmalarını dinleyince onların gerçekten deli olduklarına hükmettim. Gerçekten deli idiler. Fakat delilerin MECZUB denilen çeşidinden.

(Sûfiye dilinde meczup , Hak’kın rızasını kazanan, Hak tarafından kendi dostluk ve yakınlığına lâyık görülüp, yüksek derecelere çıkarılan, böylece Allah katındaki derecelere yorulmadan ve çalışmadan erişen kimseler için kullanılan bir kelimedir.)

( Meczup kişi tüm olaylara hakikat ve marifet açısından bakar. Değerlendirme sözlerini de hakikat ve marifet mantığı ile dile getirir. Meselâ, şeriatta malın zekatı kırkta birdir. Dileyen kişi ise hakikattaki hükmü kendi nefsine uygulayabilir ve zekatın ölçüsünü de ‘hepsini vermek’ olarak anlatır. Tüm malını zekat olarak veren kişiye şeriat ile amel eden halk “deli” gözü ile bakar. Onun sözlerini anlamaz ve meczubane söz der. Aslında meczup deli ve kaçık değildir. Tam tersine şeriat ehlinin aklından daha üst akıl ile düşünüp konuşmaktadır.)

Hayretle dinledim. Onların konuştukları benim eskiden beri düşündüğüm derin konulardı. Birisi diyordu ki:

Bu âlemde her ne varsa “ben”im sıfatımdır.
“Ben” olmasam bir şey olmazdı.
“Ben”
“hep”im, ya da “hiç”im.
“hiç”im, ya da “hep”im.
Zaten “hiç” ile “hep” aynı şeydir,
tek şeydir.
Fakat
bunu bilmeyenler
tek olanı iki farklı isimle çağırırlar.

Deli “ben” kelimesi ile her an ve şu an dahi tek varlık olan Allah gerçeğini anlatıyordu. Varlık denilen âlemlerin, yani varlık boyutlarının Allah ilminin yansıması olduğunu söylüyordu. Hatta Allah ve ilminin iki ayrı şey olmadığına işaret ederek son darbeyi de ağır bir şekilde indiriyordu. Bu konuları bilmeyenlerin tek olanı “abd/kul” ve “hû/hak) olarak iki ayrı isimle iki farklı varlık zannediyorlardı.

Kendimi tutamadım ve sordum:

“var” ile “yok” aynı olur mu?
Mesela
ben bu gün varım, yarın yok olacağım.
Bu iki hal arasında fark yok mu?
dedim.

Deli başını çevirdi ve kahkayı kopardı:

Vay!
Sen varsın ha!
Acaba var mısın?
Ancak Allah var.
Ben dediğin şey Allah esmasından oluşmuş bir “yok”luktur.
Ben varım zannını terk edersen
senden geriye esmâ (Allah isimleri) kalır.
Esmâ ise hiçbir zaman sen olmadı.
Allah var! Allah var! Allah var!

Diye bağırdı. Bundan sonra her ne sordumsa cevap vermedi. Nihayet suallerimden usandı ve arkadaşına:
“Haydi kalk gidelim!
Zirâ
bu hayvan
bizi zevkimizden alıkoydu,

dedi ve kalkıp gittiler.

Ne garip bir haldir ki mükemmel tahsil görmüş iddiasında olan birisine pejmürde bir deli “hayvan” diyordu.

Kasabada üç gün kaldık. Hiç ağzımı açmadım. Arkadaşlarım benden iyice bıkmışlardı. İrade dışında “ Ben var mıyım? Ey arkadaşlar” diye bağırdım. Hepsi birden gülerek; “ Rakı yetiştirin Râci çıldırmak üzeredir” dediler.

5.AYNALI BABA
Kasaba eğlencesinden dönüşümüzün ikinci günüydü. Kahvehâneye doğru giderken mezarlığın kapısını gördüm. Eski ahşap kapı gıcırtıyla yavaşça açıldı. Havada rüzgar, esinti de yoktu. Sanki bir el kalbimi yakalamış ve mezarlığın içine çekiyordu. İçimde mezarlığa girip biraz dolaşmak isteği oluştu ve kendimi eski mezarların arasında buldum.

Ortada sık bir ağaçlık vardı. Ağaçların arasında da eski tahta ve hasır parçalarından derme çatma yapılmış küçük bir kulübe görünüyordu. İçimdeki el beni kulübe kapısına kadar çekti.

Kimse yok zannederek kapısını açacağım sırada içinden eski püskü şeyler girmiş biri çıktı.

Elli yaşlarında olan bu adamın başında yeşil bir takke vardı ki, kırk elli kadar ayna parçaları yapıştırılarak süslenmişti. Bir çok kumaş parçaları yamanarak gökkuşağı renklerini gösteren yırtık cüppesinde dahi ayna ve parlak teneke kapakları yapıştırılmıştı. Bu adamı görüp de gülmemek mümkün değildi. Fakat üzerime çevirdiği bakışında o kadar hoş bir yumuşaklık ve alçak gönüllülük çehresinde o kadar hüzünlü bir donukluk vardı. Gülmek şöyle dursun kendisine daha yakın olmak için bir adım daha yaklaştım. Kıyafetiyle tam bir tezat teşkil edecek şekilde ciddi yavaş ve ahenkli bir sesle:

“Safâ geldiniz nûrum! Buyurunuz”
dedi.

Ve kulübesinden çıkardığı bir hasır parçasını yere serdi. Kulübeye yaslanmıştım. Ön tarafımızda on beş kadar iri taşlı ve güzel sülüs hatlı yazılı kabirler, sağ ve sol tarafımızda sık dikilmiş ağaçlar bulunuyordu.

Kulübenin sahibi bir kez daha içeri girdi. Mangal olarak kullandığı bir çömlek getirdi. Bir daha girdi, eski bir kahve kutusu, bir cezve, iki fincan, bir ibrik, bir tütün tabakası ve birkaç teneke kutu çıkardı. Kuru otlar ve çöplerle yaktığı ateşe cezveyi sürdü. Tekrar:

“Safâ geldiniz nûrum! Nasılsınız?, iyi misiniz?” dedi.

Bu adamın ciddiyetiyle kıyafeti arasındaki tezat beni şaşırtmıştı. Tekrar söze başlayarak:

“İsminiz nedir?” dedi.
“Ahmet Râci.”
“Ahmet Râci mi? (gülerek) beşeriyetin ismini zorla almışsın nûrum! Beşer cinsi o kadar aciz, zayıf ve muhtaçtır ki, hayatını rica ile geçirir. Râci demek insan demektir.”

Bu olgunca sözler üzerine bir kat daha şaşırdım. Ben de sordum:
“sizin isminiz nedir?”

“Benim ismim çoktur. Her yerde bir isim ve sıfatla anılırım. Burada üzerimdeki aynalardan dolayı ‘Aynalı Dede’ ismi ile meşhurum. Ama sen istersen ‘Âdem Baba’ de.

Aynalı konuşurken kendi cüzî varlığını değil de küllî varlık namına konuşuyordu.
Ahad olan Hak o garip kılık tecellisi altında kendisini tanıtıyordu.

Zatıma
en çok bilineniyle
‘Allah’
ismi işaret eder.
Zâtımın (tek varlık) daha başka sayısız ve sonsuz isimleri (mânâları)
ve sıfatları (özellikleri) vardır.

Ben
aynı anda
Aynalı’yım, Râci’yim, Âdem’im, havva’yım, Meryem’im, İsa’yım, Mûsa’yım, Buda’yım, Konfüçyüs’üm, kral’ım, Dilenci’yim, Ay’ım, Güneş’im, Cennet’im, Cehennem’im, Cebrâil’im…

Ben,
kısaca,
hep’im ve hiç’im.

Kim olduğumu başlangıçsız geçmişte saymaya başladım.
Şu anda hâlâ sayıyorum.
Sonsuz sona kadar da saymaya devam edeceğim.

Vaktiniz varsa buyurun oturun,
siz dinleyin
ben
kendimi saymaya devam edeyim.
Denizler mürekkep olsa, ağaçlar divit olsa mürekkepler ve divitler tükenir fakat Aynalı Baba’nın kendi hakikatini yazması tükenmezdi. Hatta hiç yazmamış gibi olurdu.

Bir miktar düşündükten sonra dedim ki:

“Azîzîm! Kâmil bir insan olduğunuz meydandadır. Böyle iken bu kemâlâtınızı bu tuhaf kıyafetlerle örtmenizin sebebini anlamıyorum.

Kahveyi pişirdi, fincanıma doldurdu ve cevap verdi:

süse meraklıyımdır.
Her isim ve birim altında süslenen
“ben”im.
Avuç avuç para harcayan, altın sırmalı ve zümrüt-pırlanta pullu ipek atlas elbiseler giyen “ben”’im.
Aynalı tenekeli aba giyen yine “ben”im.
Işığın üstüne karanlığı giyen “ben”im. Karanlığın üstüne ışığı giyen “ben”im.
Zâtımın süsleri isimlerim, sıfatlarım ve fiillerimdir.
“Ben”
can elbisesi de giyerim.
Can’ı beşer bedeniyle, hayvan bedeniyle ve bitki bedeniyle süslerim.
“Ben”im her yerde sonsuz sayıda yüzüm ve kıyafetim vardır.
Burada bu bedende tercihim bu aynalarla tenekelerdir.

Bu cevap akla hem uygun hem de uygun değildi. Fikrimi söyledim. Boynumdaki kravata baktı, fiyatını sordu, yirmi liraya aldığımı söyledim.Dedi ki:

“Ben”im bu “ganî” (zengin, üstün, sınırlanamayan) özelliğimi
akl-ı cüz’ünle (sınırlı aklınla) kabul edemezsin.
Ayna ve teneke parçaları takmayı senin aklın kabul edemiyor.
Yirmi liraya alınıp da boyuna takılan yular (kravat) senin aklına uygun düşüyor.
Benim sokaktan toplayıp da külahıma taktığım ayna parçaları da
“ben”im akl-ı küll’üme (sınırsız aklıma) uygun düşüyor.
“Ben” süste ayrım yapmam.

Kravat takmanın medeniyetle alakalı, külahı parlak cisimlerle süslemenin de delilikle alakalı olduğunu düşündüğüm anda yine cevabımı aldım.

Size göre
külaha ayna parçaları yapıştırmak delilik nişanıdır.
Bize göre de
boyuna yular takmak delilik nişanıdır.
Ama sen benim külahımı başına taksan aklın akl-ı küll’e dönüşmez.
“Ben” de boynuma yular taksam “ben”im de aklım akl-ı cüz’e düşmez.
Keramet külahta ya da yularda değildir.
Keramet aklın sınırlarını kaldırmaktadır.

Aniden külahını çıkardı ve benim başıma oturttu. Kravatımı çıkarıp kendi komik cüppesinin üstündeki boynuna taktı. Yerden kırık bir ayna alıp bana tuttu. Çok komik görünüyordum. Kravat da Aynalı’nın boynunda acaip komik duruyordu. Gülmeye başladım. Kahkahalarım neredeyse mezarlık yanındaki mahallelerden duyulacaktı. O kadar çok güldüm ki kendimi yere atıp debelenmeye başladım. Aynalı Baba anlamsız gözlerle bana baktı baktı:

“Zavallı insanlar sebepsiz yere neden gülerler, bir türlü anlayamıyorum”, dedi.

Gülme krizinden çıkmıştım. Birden aklıma parlak bir fikir geldi. Deli kıyafetine girmiş bir

ehli hikmet
(filozof)
ve

ehli kalb
(evliya)

olan bu zâtın ilminden yararlanmak, ciddi konuları ona sorup hakikatini öğrenmek istedim.

6.GİZLİ HAZİNE
“Sultânım! Sen yıkıkta gömülü bir hazinesin. Ben ise hikmete (sırlara,ilmi ledüne,bigiye) can atan bir âvâreyim. Lütfen beni özel talebeliğinize kabul eder misiniz?” Ver elini öpeyim, dedim. El öpmek, bir kişinin ilminin üstün olduğunu kabul edip ona saygı sunmaktı.

“El öpmek mi?. . Niçin? Tamam, kabul, konuşalım. Fakat sözden ne çıkar? Şimdiye kadar, kim bilir kaç hayvan yükü kitap okudun; ne anladın? Hiç, değil mi? Akıl muhakemeleriyle Hak’kın varlığını kabul etmek mümkündür, fakat bilmek ve anlamak ve olmak asla mümkün değildir. Harfleri bir araya getirmekle hakikat tecelli eder mi?

Onu dinlerken üzerimde garip bir gevşeklik rahatlık hissediyordum. Yedi bin yıllık insanlık medeniyetinin oluşturduğu zahiri-yüzeysel ve günlük ihtiyaçları sağlamaya yönelik maarif (eğitim-öğretim) düzeyini gözümde bir anda sıfırlamıştı. İhtiyacımızdan fazlasını tüketmek için ihtiyacımızdan fazlasını üretmek mantığı üzerine kurulmuş olan bilimi “uygarlık” olarak kabul etmiyordu.

Bu garip kıyafetli delinin sözlerindeki büyüklük, bana pek fazla bir küçüklük vermişti. Üzerimdeki kravatın gururu külahın karşısında eriyip tevâzua dönüşünce bana bakarak gülümsedi.

“Aklına daha fazla ağırlık yüklemeyelim artık. Biraz da kendimizden geçelim” diyerek birer kahve daha doldurdu, keyifle içtik.

RÂCİ’NİN KAHVE ÂLEMLERİ İLMİN VE İRFAN’IN EFENDİSİ HZ. MUHAMMED A.S.’A YÜKSELİNCEYE KADAR DEVAM EDECEK.

A’MAK-I HAYAL YORUMLU ÖZETİ TÜM BÖLÜMLER:

A’ mak-ı Hayal: Hayalin Derinlikleri

Metaryalist bir kafa yapısı ile yetiştikten sonra zihninde tabii bir surette tevarüd eden metafizik suallere cevap bulunmayıp buhrana sürüklenen “Raci” isimli bir gencin tesadüfen karşılaştığı “Aynalı Baba” adındaki “Hak Dostu” bir meczubun yardımları ile hidayete erişinin calib-i dikkat hikayesi.
Cemiyetimizde emsali az olmayan “Raci” gibi şahısların mes’ elelerine ışık tutan, bir macera romanı gibi alaka ile okuyacağınız bu eserle, aynı zamanda tasavvufun engin muhtevasını da doğru olarak kavrayacağımızdan emin bulunmaktayız.
Büyük mütefekkir Filibeli Ahmed Hilmi efendinin bu ölümsüz eseri kendi sahasında tektir.

Yayın Tarihi: 01.01.2013
ISBN:
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 160
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: 3. Hm. Kağıt
Boyut: 13.5 x 19.5 cm

Bu üründen 669 adet satın alınmıştır.

Kitapyurdu Fiyatı:
Üretici Liste Fiyatı: 20,00

SATIŞ VAR (Geçici Olarak Temin Edilemiyor)

  • Favorilerime Ekle
  • Favorilerden Çıkar 343
  • Alışveriş Listeme Ekle
  • Alışveriş Listesinden Çıkar
  • Fiyat Alarmına Ekle

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.