Göç Amerikan planı
Federal işgücü azaltmalar sonunda 1998’de 2,7 milyona düşmüş, fakat eyalet hükümetleri ve yerel yönetimlerin çalıştırdığı görevli sayısı 1998’de yaklaşık 16 milyon olmuş ve anılan azaltma düzeyini çok aşmıştır. (Birleşik Devletler’in Vietnam savaşıyla uğraştığı sırada askerde olan Amerikalıların sayısı 1968’de yaklaşık 3,6 milyona erişmiş ve bu sayı 1998’de 1,4 milyona inmiştir.)
Göç Ekonomiyi Nasıl Etkiler?
ABD göçmenlik politikası ve yasası oldukça tartışmalıdır. Kamusal tartışmaların çoğu, insanların Amerika’ya girişine izin vermenin veya engellemenin güvenlik riskleri etrafında dönüyor. 2001’den beri göçle ilgili çok sayıda hükümet politikası değişikliği yapılmış olsa da, göçün ülke üzerindeki ekonomik etkisine değinecek herhangi bir şey olmadı.
Göçün ekonomiyi nasıl etkilediğini, yasa koyucuların güçlerini göçmen akışını etkilemek için nasıl kullandıklarını ve gelecekte ABD göçünün nasıl görünebileceğini öğrenin.
Göçmen Türleri
Bir ülkeden başka bir ülkede yaşamak için taşınan birine verilen birçok farklı isim ve kategori vardır. ABD’de genellikle üç tür göçmen vardır: göçmenler, mülteciler ve asylees.
Göçmenler
Göçmenler, bir ülkeden başka bir ülkede yaşamak ve çalışmak üzere taşınmaya karar vermiş kişilerdir. Göçmenler genellikle başka yerlerde yeni bir yaşam ve fırsatlar arayan, ancak bir mülteci veya asil ile aynı stres altında olmayan kişilerdir.
Genellikle ABD’ye gidiyorlar, yasal olarak giriyorlar ve çeşitli yöntemlerle vatandaşlık kazanıyorlar. Bu göçmenler vatandaşlığa kabul edilmiş vatandaşlar haline gelir ve diğer tüm ABD vatandaşları ile aynı haklar verilir. Pew Araştırma Merkezi’ne göre, ABD’de% 77’si yasal olarak ülkede bulunan 45 milyon göçmen var.
ABD’ye geçmeyi seçen ve sistemi kullanmayanlar belgelenmez ve belgesiz göçmenler olarak adlandırılır. İç Güvenlik Bakanlığı, 2018’de Amerika Birleşik Devletleri’nde 11,4 milyona yakın belgesiz göçmen olduğunu tahmin ediyor.
Mülteciler
Mülteci, doğduğu veya vatandaşı olduğu ülkeyi terk eden ve din, ırk, milliyet, görüş veya siyasi üyelikleri nedeniyle zulüm görme korkusuyla geri dönemeyen kişidir.
ABD Vatandaşlık ve Göçmenlik Hizmetleri, bir göçmenin “geçmişte zulüm görüp görmediğini veya kendi ülkesindeki ırk, din, milliyet, belirli bir sosyal gruba üyelik veya siyasi görüşe dayalı olarak gelecekte zulüm görmekten haklı bir korkusu olup olmadığını” belirler.
Sığınmacılar
Sığınmacılar veya “asililer”, halihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nde veya bir giriş limanında bulunan ve mülteci olarak kabul edilme kriterlerini karşılayan mültecilerdir. Kendi ülkelerinde “inandırıcı bir zulüm veya işkence korkusu” varsa, sınır dışı edilmeyi önlemek için sığınma başvurusunda bulunabilirler.
İltica için onaylanırsa, bir mülteci Amerika Birleşik Devletleri’nde kalabilir, çalışma izni alabilir ve bir Sosyal Güvenlik kartı için başvurabilir. Medicaid veya Mülteci Tıbbi Yardımına başvurabilirler ve zulümden korkan aile üyelerini ABD’ye getirmek için dilekçe verebilirler.
ABD Göçmenlik Tarihi
Modern ABD göçmenlik yasası genellikle ülkenin ekonomik ihtiyaçlarını yansıtır. ABD’nin işçilere ihtiyacı olduğunda, göçmenlik yasaları daha fazla insanın içeri girmesine izin vermek için gevşeme eğilimindedir. İş bulmak zorlaştığında, Kongre göçü sınırlar.
Tüm göçmenlik yasaları ekonomik koşullar nedeniyle kabul edilmemiştir – çoğu, insanların belirli bölgelerden girişine izin vermek veya bunları reddetmek ya da suçları kontrol altına almak için çıkarılmıştır.
Kongre göçmenlik yasasını geçiremediğinde, başkanlar genellikle bir konudaki duruşlarına uygun değişiklikler yapmak için federal kurumlar genelinde politikaları uygulamak için idari emirlere yönelirler.
1942’de Amerika Birleşik Devletleri ve Meksika, Bracero Anlaşmasını oluşturdu. Meksikalıların 1964’te sona eren II.Dünya Savaşı’nda işçi kıtlığı sırasında çiftçilere yardım etmesine izin verdi.
1965 yılında, Başkan Lyndon Johnson Kongre’yi, milliyete dayalı kotaları kaldıran ve yüksek vasıflı göçmenleri veya halihazırda Amerika Birleşik Devletleri’nde ailelere katılanları destekleyen Göçmenlik ve Vatandaşlığa Geçiş Yasası ile göçmenlik politikasını değiştirmeye zorladı.
Kongre, savaştan zarar gören bölgelerden gelen mültecileri Amerika Birleşik Devletleri’ne girmeye teşvik etmek için 1980 Mülteci Yasasını kabul etti. Yasalar çatışmalı ve tehlikeli bölgelerden gelen mültecileri teşvik ederken, giriş özellikle istihdam ve barınma fırsatlarına, mevcut kaynaklara ve mültecilerin kendi kendine yetme olasılığına bağlıydı.
1980’lerin ortalarında Amerika resesyondan çıkıyordu ve işsizlik yüksekti Daha fazla işçi gereksizdi; böylece, 1986 Göçmenlik Reformu ve Kontrol Yasası kabul edildi.
Yasa, işletmelerin bilerek belgesiz göçmen kiralamasını yasakladı, ancak ülkeye 1982’den önce girmiş olanları yasallaştırdı. 90 günlük çalışmayı onaylayabilen belgesiz çiftlik işçilerine yasal kalıcı oturma statüsü verildi.
Birçok başkan, göçmenlikteki değişiklikleri uygulamak için idari emirler yoluyla federal kurum politika değişikliklerini kullanır.
1990 Göç Yasası, yeterince temsil edilmeyen ülkelerden gelen göçmenler için çeşitli kontrolleri yürürlüğe koydu. İşsizlik azaldı ve göçmenlik sınırları artırıldı. Yasa, bilim, sanat, eğitim, ticaret veya atletizm alanlarında “olağanüstü yeteneklere” sahip olan göçmenler için vize öncelikleri oluşturdu.
Yöneticiler, yöneticiler ve ileri düzey derecelere sahip olanlar gibi profesörler ve araştırmacılar da önceliklendirildi.
Göç Ekonomiyi Nasıl Etkiler?
Bugün, ülkenin göçmen yüzdesi% 13,7 olup, 2019’da 44,9 milyona yakındır (mevcut en son verileri takip ederek). Aşağıda, 1850’den 2018’e ABD’ye tarihsel göçün bir dökümü yer almaktadır.
Göçmenler, ABD’deki işgücünün yaklaşık% 15’ini oluşturmaktadır. Yaygın bir yanılgı, yerel işçilerden iş alma eğiliminde olmalarıdır. Son araştırmalar, bazı işler alınırken, en olası senaryonun işlerin gerçekten yaratılması olduğunu gösteriyor. 2020 çalışmasında Azoulay ve ark. Göçmenlerin girişimci olma ve yerli işçiler için iş yaratma olasılıklarının% 80 daha yüksek olduğunu varsayalım.
Bunun üç nedeni var:
- Göçmenlerin çoğu çalışma yaşında. İş bulmak (veya yaratmak) için göç ediyorlar, böylece işgücüne katkıda bulunuyorlar.
- Giderek artan sayıda göçmen daha yüksek düzeyde diplomalara sahiptir.
- Yüksek kaliteli patentlerin% 25’inden fazlası göçmenlere verildiği için yeniliği artırıyorlar.
Göçmenler ve İş Dünyası
Göçmenler Amerikan işi için iyidir. Göçmenler halka açılmış ABD firmalarının% 30’undan fazlasını kurdular ve yeni kurulan şirketlerin% 50’den fazlası henüz halka açılmamış 1 milyar doları aştı.
Çalışma İstatistikleri Bürosu’na göre, yabancı doğumlu erkeklerin işgücüne katılma olasılığı yerli erkeklerden daha yüksektir (% 79’a karşı% 67), yurtdışında doğmuş kadınların çalışma olasılığı daha düşüktür (55 % -% 58).
Daha fazla yabancı işçi çalıştıran endüstriler hizmet, üretim, nakliye, malzeme taşıma, doğal kaynaklar, inşaat ve bakımdır.
Bazı işçileri inciten şey tüketicilere yardımcı olur. Belgesiz göçmenler, mal ve hizmetlerin fiyatını herkes için düşürür, çünkü daha düşük maliyetli işgücü sağlarlar, bu da şirketlerin tüketim mallarının fiyatlarını düşürmesine olanak tanır.
Göçmenler ve Ekonomi
Tüm göçmenlerin yarısına yakını belgelendiğinden, çalıştığından ve vergi ödediğinden, gayri safi yurtiçi hasıla büyümesine katkıda bulunarak ekonomiyi olumlu yönde etkilemeye yardımcı olurlar. Belgelenmiş ve belgesiz göçmenler tüketicilerdir, ekonomi içinde para harcarlar ve onu güçlendirmeye yardımcı olurlar.
Birkaç milyon belgesiz göçmen, Bireysel Vergi Mükellefi Kimlik Numarası kullanarak vergi ödemektedir. Vergilendirme ve Ekonomi Politikaları Enstitüsüne göre, eyalet ve federal vergiler olarak yılda 11,7 milyar dolara yakın ödeme yapıyorlar.
Yeni gelen göçmenlerin dörtte üçünden fazlası 18 ile 64 yaşları arasındadır. Bu, yaşlıların gençlere oranını düşürür. Çalıştıklarında, ABD’deki çocuklar ve yaşlılar için sosyal programları desteklemeye yardımcı olan vergi geliri sağlarlar.
Belgelendirilmiş ve belgesiz göçmenler sosyal programlara ödeme yaparlar, ancak belgeleri olmayanlar ödeme avantajlarının çoğunu almazlar.
Belgesiz göçmenler Medicaid veya Medicare için uygun değildir. Acil Medicaid fonlarında yılda yaklaşık 2 milyar dolar, acil servise gelen herkese bakması gereken hastanelere gidiyor ve fonların çoğu belgesiz göçmenlere gidiyor.
Bazı iddiaların aksine, bir bölgedeki kayıtsız göçmen sayısının artması, şiddet içeren suçlarda bir artışa yol açmayabilir.Ayrıca, 2019’da federal cezaevi nüfusunun yalnızca% 5,3’ü göç suçları nedeniyle hapsedildi.
Belgelenmiş ve belgesiz göçmenler ABD ekonomisi için faydalıdır – çalışmaya, yenilik getirmeye ve istihdam yaratmaya ve büyük ölçekte vergi ödemeye isteklidirler.
Göçmenliğin Geleceği
ABD Sayım Bürosu tarafından toplanan veriler, ABD’nin büyüme yerine nüfus daralması durumunda olduğunu gösteriyor. 2030 yılına kadar, ortaya çıkan göç senaryolarına bakılmaksızın, nüfusun% 20’si 65 yaşında veya daha yaşlı olacak. Bunun en erken 2025, en geç ise 2045 olduğu tahmin ediliyor.
Nüfus tahminleri tutulursa, ABD daha fazla gencin yaşlı nüfusu sürdürmesini ve ülkenin onlarca yıldır izlediği ekonomik büyüme yoluna devam etmesini isteyecektir.
Hem belgelenmiş hem de belgesiz göçmenler, yaşlanan nüfusun dengelenmesinde önemli bir rol oynayacaklar. Ülkenin ekonomik büyümesini sürdürmek için çalışma çağındaki insanları ABD’ye kabul etmeye (veya belgesizlerse onları yasallaştırmaya) devam etmek gerekiyor.
Sıkça Sorulan Sorular
ABD Göçmenlik Maliyetlerini ve Faydalarını Dengelemek İçin Ne Yapıyor?
Milletvekilleri, yasal göçmenlerin ülkeye akışını ayarlayan yasama eylemlerini kabul ediyor.
Göçmenliğin Faydaları Nelerdir?
Göçmenler ülkeye ekonomiye katkıda bulunan genç bir çalışan nüfus sağlıyor. Göçmenler, ülkenin nüfusu daha yaşlı, çalışmayan veya emekli yetişkinlere doğru daha fazla çarpıklaştıkça ABD’nin geleceğinin de önemli bir parçası.
Göç Amerikan planı
Türkiye üzerine oyunlar stratejik merkezlerde planlanarak sürdürülüyor. Bunların en başında geleni PKK terörü, son proje de “nüfus göçü” politikalarıdır.
Kim ABD yanlısı kim değil anlamak için elimizde belirleyici ölçütler var: Suriyeli, Afganlı göç sorunu.
Kafadan atmıyoruz, laf olsun, sırf iktidara muhalefet olsun diye de söylemiyoruz. 2004 yılında ABD’de yayınlanan bir rapor var. Dr. Ramazan Kurtoğlu televizyon ekranlarında o tarihte açıkladı. Dedi ki gelecekte (bugünleri kast ediyor) “Türkiye’ye büyük bir göç akını olacak. Bunu ABD planladı.”
Vallahi yüzde yüz doğru söylemiş.
Hakikaten Büyük Orta Doğu Projesi bağlamında bir alt proje olarak Türkiye’nin nasıl nüfus yapısının bozulacağına ilişkin planlar ta o tarihlerde yapılmış. Ramazan Hoca’nın öngörüsü doğru çıktı. Suriye’de iç çatışmadan kaçan milyonlarca insan Türkiye’ye yönlendirildi ve halen Türkiye’de bunu tartışıyoruz.
ABD’nin Türkiye üzerinde operasyonları bitmek bilmiyor. En başta geleni ve en çok zarar vereni PKK projesidir. 1984’te yer altından yer üstüne çıkarak Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla ortaya çıktı ve halen daha sürüyor.
İkinci en büyük projesi, Türkiye’yi 12 Eylül sürecine iten sağ-sol olaylarıdır.
Bu mübarek ülke ve onun evlatları, gereksiz rejim tartışmaları sebebiyle birbirini öldürdü. Türkiye binlerce evladını bu çatışmalarda kayıp etti.
Ülke enerjisini tüketti.
Gençler, ülkeleri için tasarım yaparak, iş üreterek, faaliyet göstererek kalkındıracakken, tüm enerjisini ideolojiler üzerinden birbirine boşalttı.
İnsan kaybı verdik.
Okumuş, yetişmiş yahut yetişmekte olan mühendis, doktor, avukat, öğretmen gibi yüzlerce, binlerce, genç iş gücü toprağın altına girdi.
Aynı durum PKK terörü için de geçerli.
Diğer çok büyük kaybımız ise tarikat ve cemaatler eliyle, özellikle de Fetö tarafından yapıldı. Manas Destanı’nda anlatılan “Mankurtlaşma”nın ta kendisini ideolojiler savaşıyla, cemaatleşme yoluyla yaşadık ve yaşamaya da devam ediyoruz. Köleleştirilen ve zihinsel olarak sürüleştirilen insanlar, aklını kayıp etmiş gibi, gerçeği görmüyor. Akıl ve zihin dünyasını bu girdaptan kurtarıp özgürleşemiyor.
İşte bakın, milyonlarca insan göç yoluyla ülkemize gelmiş, ülkesi elinden alınmak istenen insanlar halen daha sürü mantığı ile onları “Ensar” sanıyor.
Her göçen Ensar olmaz, olamaz. Ensar denilen kimselerin göçünü Allah istedi. Ve inançlarını yaşayamadıkları için göçmek zorunda kaldılar. Suriyelilere vahiy mi geldi de Ensar oluyor? Yoksa dinlerini mi yaşayamadılar?
Her ikisi de değil.
Göçün nedeni başka?
Alpaslan’ın fethiyle birlikte Anadolu’ya çok büyük nüfus gücü aktı. O kadar büyük bir güçtü ki, Bizans, Anadolu’nun hâkiminin Türkler olduğunu kabullendi. İşte o gün bugündür Hristiyan dünyanın aklından da çıkarmadı.
Bizans yıkıldı ama takipçileri Ön Asya’nın bir gün geri alınacağına inandı. Bu inancını nesilden nesile aktardı. Sevr bunun pratiğe dönüştürülen, bir anlaşma metnine dökülen ve Türklere imzalatılmak üzere sunulan en son örneği idi. Tam da “işte oldu” diyecekken Mustafa Kemal bu asırlık hayali çöpe attı.
Lakin Batı, asla amacından vaz geçmedi. Sürekli plan yaptı ve bıkmadan usanmadan uyguladı, uygulamaya ve yenilirse yenisini yapmaya devam edecek.
Türk milletine huzur olmayacak politikası bu.
PKK biterse, cemaat-tarikat, o biterse göç…
Silahla yenemediği, PKK ile bitiremediği, darbelerle örseleyip dövdüğü ve böylece enerjisini yıllarca tükettiği Türkiye’yi, şimdi göç yoluyla nüfus yapısını bozarak, tabir yerinde ise “kendi vatanında boğarak, ezerek, sayıca azaltarak” hâkim ve aynı zamanda kurucu nüfusu etkisizleştirecek ve kurucu toplumun esamisi okunmaz hale getirecek. Bütün mesele budur.
Şimdi birkaç vatansever; “Suriyeliler geri gitsin, ya da gidecek” dedi mi, birileri zıplıyor. Soruyoruz: Suriyelilere işkence edelim demiyoruz, dövelim demiyoruz. Soyalım da demiyoruz. Kendi vatanlarına, baba ocağına gönderelim diyoruz. Siz niye zıplıyorsunuz. Yoksa Amerika’nın adamları mısınız?
Eğer illa Suriyeliler Türkiye’ye geleceklerse, vatanlarını da alıp gelsinler. O zaman düşünürüz.
Amerikan Ekonomisinin İşleyişi
Her ekonomik sistemde müteşebbisler ve yöneticiler mal ve hizmet üretmek ve dağıtmak amacıyla doğal kaynakları, emeği ve teknolojiyi bir araya getirirler. Buna karşın, anılan ögelerin düzenlenme ve kullanılma yöntemleri aynı zamanda bir ulusun politik ideallerini ve kültürünü de yansıtır.
Çok kez Birleşik Devletler’de “kapitalist” bir ekonomi bulunduğu söylenir. Bir Alman ekonomist ve toplumsal kuramcı olan Karl Marx tarafından XIX. Yüzyıl’da ortaya atılan bu tanımlamaya göre, bu sistemde önemli ekonomik kararların çoğunluğu, büyük miktarda paraya ya da sermayeye sahip olan küçük bir gurup tarafından alınır.
Marx, kapitalist ekonomilerin politik sisteme daha fazla güç tanıyan “sosyalist” düzenlerin karşıtı olduğunu ileri sürmekteydi. Marx ve yandaşlarının inancına göre, kapitalist ekonomilerde güç zengin iş adamlarının elinde toplanmakta ve onlar da temelde karlarını en yüksek düzeye çıkarmaya yönelmekte; buna karşın sosyalist ekonomilerde, olasılıkla daha kapsamlı hükümet kontrolü öne çıkarılmakta ve kardan çok politik amaçlara önem verilmekte, sözgelimi toplumun kaynaklarının daha eşit bir biçimde dağıtılması hedef alınmaktadır.
Aşırı biçimde basite indirgenmiş olan bu iki sistemin gerçeğe uyan ögeleri bulunmakla birlikte, bunlar günümüzde daha az geçerlidir. Eğer Marx’ın tanımladığı katışıksız kapitalizm var idiyse bile artık yok olmuştur; çünkü, Birleşik Devletler’de ve pek çok diğer ülkede hükümetler güç birikimlerini sınırlamak ve kontrolsuz özel ticari çıkarların neden olduğu toplumsal sorunların çoğuna çözüm getirmek amacıyla ekonomilerine müdahalede bulunmuştur. Bu yüzden, özel teşebbüsün yanı sıra hükümetin de önemli bir rol oynadığı Amerikan ekonomisini “karma” bir sistem olarak tanımlamak daha doğru sayılabilir.
Amerikalılar çok kez serbest teşebbüse yönelik inançları ile hükümet yönetimi arasındaki sınırın nereden geçeceği konusunda anlaşamazlarsa da geliştirdikleri karma ekonomi büyük ölçüde başarılı olmuştur.
ABD EKONOMİSİNİN TEMEL ÖGELERİ
Bir ülke ekonomik sisteminin ilk ögesi onun doğal kaynaklarıdır. Birleşik Devletler zengin maden kaynaklarına, verimli tarım arazisine ve ılımlı bir iklime sahiptir. Bunlara ek olarak, Atlas Okyanusu’nda, Büyük Okyanus’ta ve Meksika Körfezi’nde uzun kıyıları vardır. Anakaradan kıyılara uzun nehirler akmakta ve ABD-Kanada sınırında bulunan beş büyük göl de (Büyük Göller) ulaştırma için ek olanaklar sağlamaktadır. Anılan yaygın su yolları hem yıllar boyunca ülke ekonomisinin büyümesine yardım etti hem de Amerika’daki 50 eyaleti tek bir ekonomik birim olarak birbirine bağladı.
İkinci öge ise doğal kaynakları mala dönüştüren emektir. Çalışabilecek işçi sayısı ve daha da önemlisi onların üretkenliği bir ekonominin sağlamlığının belirlenmesinde yardımcı olur. Birleşik Devletler’in tarihi boyunca işgücü giderek büyüdü ve bu da neredeyse kesintisiz bir ekonomik büyümeyi besledi. 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasına kadar işçilerin çoğunluğu Avrupa’dan gelen göçmenlerle onların çocukları ve ataları Amerika’ya köle olarak getirilmiş bulunan Afrikalı-Amerikalılardı. XX. Yüzyıl’ın başlarında çok sayıda Asyalı Birleşik Devletler’e göç etti ve sonraki yıllarda da Latin Amerikalı göçmenler gelmeye başladı.
Birleşik Devletler’de işsizliğin yüksek olduğu bazı dönemler yaşandı ve bazan işgücünün yetersiz kaldığı günler geçtiyse de göçmenler iş olanakların bol bulunduğu zamanlarda gelme eğilimi gösterdiler. Çok kez yerli işçilerden daha düşük ücretler karşılığı çalışmaya hazır bulunmalarına karşın genelde geldikleri ülkelerdekinden çok daha fazla kazanıp refaha kavuştular. Ülke de giderek zenginleşti ve böylelikle daha fazla göçmeni kaldırabilecek düzeye erişti.
Bir ülkenin ekonomik başarısı için emeğin niteliği de -bireylerin ne kadar yoğun çalışmaya razı ve ne kadar becerili oldukları – en az işçi sayısı kadar önemlidir. Birleşik Devletler’in ilk günlerinde görülen sınır bölgeleri yaşantısı çok yoğun çalışmayı gerektiriyordu ve Protestan çalışma ahlakı olarak bilinen nitelik de bu eğilimi güçlendirmişti. Teknik eğitim ile meslek eğitimini de içeren öğretime verilen önem ve denemeye ve değişmeye yönelik istek Amerika’nın ekonomik başarısına ayrıca katkıda bulundu.
İşgücünün hareketliliği de Amerikan ekonomisinin değişen koşullara uyum sağlama yeteneği açısından önemli oldu. Doğu Kıyısı’ndaki iş piyasasını göçmenler doldurunca önemli sayıda işçi çok kez ülkenin iç kesimlerinde sürülmeyi bekleyen çiftliklerde çalışmaya gitti. Aynı şekilde XX. Yüzyıl’ın ilk yarısında, Kuzey’deki endüstrileşmiş kentler de Güney çiftliklerinde çalışan siyah Amerikalıları çekti.
İşgücünün niteliği önemli bir konu olmayı sürdürmektedir. Günümüzde Amerikalılar, “insan sermayesi”nin pek çok modern ileri teknoloji endüstrisinde başarı sağlamak için bir anahtar olduğunu düşünmektedir. Bunun sonucu olarak, hükümet ileri gelenleri ve iş çevresi yetkilileri bilgisayar ve telekomünikasyon gibi yeni endüstrilerin gereksinim duyduğu türde kıvrak zekayı ve uyum sağlamaya yatkın beceriyi işçilere kazandıracak öğretim ve eğitimin önemini vurgulamaktadır.
Bunlara karşın, doğal kaynaklar ve emek ekonomik sistemin sadece bir kesimini oluşturmaktadır. Bu kaynaklar elden geldiğince etkin bir biçimde düzenlenmeli ve yönlendirilmelidir. Amerikan ekonomisinde piyasadan gelen verilere göre çalışan yöneticiler bu işlevi yerine getirirler. Amerika’daki geleneksel yönetim yapısını yukarıdan aşağıya uzayan bir komuta zinciri oluşturur; yetki, tüm işin düzenli ve etkin bir biçimde yürümesini güvence altına alan yönetim kurulu başkanından başlayıp teşebbüsün çeşitli bölümlerinin eşgüdümünü sağlamakla yükümlü olan daha aşağı düzeydeki yönetim birimlerinden geçer ve fabrikadaki usta başına kadar akar. Çok sayıda iş çeşitli bölümler ve işçiler arasında paylaştırılmıştır. XX. Yüzyıl’ın başlarında, Amerika’daki bu uzmanlaşma ya da işbölümünün sistematik çözümlemelere dayanan “bilimsel yönetim”i yansıttığı söylenirdi.
Teşebbüslerin pek çoğu bu geleneksel yapı içinde çalışmakla birlikte bazıları da yönetim konusunda değişen görüşler benimsedi. Giderek yoğunlaşan küresel rekabetle karşılaşan Amerikan teşebbüsleri, özellikle, kalifiye işçi çalıştıran ve hızla gelişmek, değişmek ve hatta sipariş üzerine mal üretmek zorunda kalan ileri teknoloji endüstrilerinde daha esnek bir örgüt yapısı oluşturmaya çalışmaktadır. Aşırı hiyerarşinin ve işbölümünün yaratıcılığı önlediği yolundaki inanış her geçen gün daha yoğunlaşmaktadır. Bunun sonucu olarak da pek çok şirket örgüt yapısını “yassıltmış”, yönetici sayısını azaltmış ve birkaç iş dalında birden çalışan ekiplere daha fazla yetki aktarmıştır.
Doğal olarak, yöneticilerin ve ekiplerin birşeyler üretebilmek için bir teşebbüs olarak örgütlenmeleri gereklidir. Birleşik Devletler’de anonim şirketlerin, yeni bir teşebbüse girişmek için gerekli parayı toplamak ya da mevcut bir teşebbüsü büyütmek konusunda etkili bir araç olduğu kanıtlanmıştır. Anonim şirket, hisse senedi sahibi diye bilinen bir gurubun gönüllü olarak oluşturduğu, karmaşık kurallara ve geleneklere göre yönetilen bir ekonomik teşebbüstür.
Anonim şirketlerin mal ya da hizmet üretebilmek için parasal kaynaklara gereksinimi vardır. Gerekli sermayeyi oluşturmak amacıyla genelde sigorta şirketlerine, bankalara, emekli sandıklarına, bireylere ve diğer yatırımcılara hisse senedi (varlıklarından pay) ya da bono (uzun vadeli borç) satarlar. Özellikle bankalar gibi bazı kurumlar da anonim şirketlere ve diğer teşebbüslere borç verirler. Federal hükümet ve eyalet hükümetleri bu finansman sisteminin güvenliğini ve güvenilirliğini garantilemek ve yatırımcıların sağlıklı karar verebilmelerine yönelik serbest bilgi akışını sağlamak amacıyla ayrıntılı kurallar ve düzenlemeler geliştirmişlerdir.
Gayrı safi milli hasıla (GNP), belirli bir yıl üretilen mal ve hizmet düzeyini belirler. Birleşik Devletler’de GNP düzenli bir biçimde artmış ve 1983’te 3,4 trilyon doların üstündeyken 1998’de yaklaşık 8,5 trilyon dolar olmuştur. Bu veriler ekonominin sağlığını ölçmeye yararsa da, ulusun durumunu her açıdan ölçemez. Gayrı safi milli hasıla bir ekonominin ürettiği mal ve hizmetlerin piyasa değerini gösterir; fakat, bir ulusun yaşam niteliğini ortaya koyamaz. Sözgelimi, bireysel mutluluk ve güvenlik, temiz bir çevre ve sağlık gibi bazı önemli değişkenler tümüyle bu göstergenin dışında kalır.
KARMA BİR EKONOMİ: PİYASANIN ROLÜ
Birleşik Devletler’de bir karma ekonomi olduğu söylenir; çünkü, hem bireysel teşebbüsler hem de hükümet önemli rol oynar. Gerçekten de Amerikan ekonomi tarihindeki en kalıcı tartışmalardan bazıları özel sektörle kamu sektörünün rolleri üzeride odaklanmıştır.
Amerikan serbest teşebbüs sistemi bireysel iş sahipliğini öne çıkarır. Ülkede mal ve hizmetlerin en büyük kısmını özel teşebbüs üretir ve toplam ekonomik üretimin üçte ikisi özel kullanım amacıyla bireylere giderken, üçte biri de hükümet ve iş çevreleri tarafından satın alınır. Tüketicinin rolü gerçekten o kadar büyüktür ki zaman zaman ülkede bir “tüketici ekonomisi” bulunduğu ileri sürülür.
Bireysel iş sahipliğine verilen bu önem kısmen Amerikalıların kişisel özgürlüğe olan inançlarından kaynaklanmaktadır. Ulus yaratıldığından beri Amerikalılar aşırı hükümet gücünden korkmuşlar ve hükümetin bireyler üzerindeki yetkisini, ekonomik alandaki rolünü de içermek üzere, sınırlamaya çalışmışlardır. Buna ek olarak Amerikalılar genelde, özel iş sahipliği özelliği taşıyan bir ekonominin, hükümetin iş sahibi olmasını öne çıkaran bir ekonomiden daha etkin çalışacağına inanmaktadırlar.
Neden? Amerikalıların inancına göre, ekonomik güçlere müdahale edilmezse, mal ve hizmetlerin fiyatını arz ve talep belirler. Buna karşılık fiyatlar da, iş çevrelerinin neler üretmesi gerektiğini belirler; eğer halk bir malı ekonominin ürettiğinden daha çok miktarda almak isterse o malın fiyatı yükselir. Bu gelişme yeni şirketlerin ya da diğerlerinin dikkatini çeker ve kar sağlama fırsatı sezdikleri için o malı daha çok üretmeye başlarlar.
Buna karşılık, eğer halk bir malı daha az miktarda almak isterse fiyatlar düşer ve rekabete dayanamayan üreticiler ya işlerine son verir ya da başka mallar üretmeye başlar. Bu gibi sistemlere piyasa ekonomisi adı verilir. Bunun aksine sosyalist bir ekonomi, hükümetin daha çok iş sahibi olması ve merkezi planlama özelliği taşır. Amerikalıların çoğunluğu, vergi gelirlerine bağlı bulunan hükümetlerin fiyat değişmelerine özel sektörün yaptığı kadar önem vermeyeceklerini ya da piyasa güçlerinin gerektirdiği disiplinin etkisini duymayacaklarını düşündükleri için, sosyalist ekonomilerin doğal olarak daha verimsiz kalacağına inanırlar.
Buna karşın serbest teşebbüs de sınırlamalarla karşı karşıyadır. Amerikalılar, belirli hizmetlerin özel sektöre oranla kamu tarafından daha iyi sağlanacağına her zaman inanmışlardır. Sözgelimi Birleşik Devletler’de hükümet, yargının, çok sayıda özel okul ve eğitim merkezi bulunmasına karşın öğretimin, karayolu ağının, toplumsal istatistik yayınlarının ve ulusal savunmanın yönetilmesinden birinci derecede sorumludur. Buna ek olarak, fiyat sisteminin iyi yürümediği durumlarda hükümetin gerekli düzeltmeleri yapmak amacıyla müdahalede bulunması da istenir.
Sözgelimi “doğal tekelleri” düzen altına alır ve piyasa güçlerini bastıracak ölçüde kuvvetlenen diğer işletme guruplaşmalarını denetlemek ya da dağıtmak için antitröst yasaları uygular. Hükümet ayrıca piyasa güçlerinin erişemeyeceği sorunlara da el atar.
Özel yaşantılarında sorunlar olması ya da ekonomideki dalgalanmalar nedeniyle işsiz kalmaları yüzünden sıkıntıya düşen bireylere sosyal yardım ya da işsizlik sigortası olanakları sağlar; yaşlılara ve yoksullara yapılan sağlık yardımlarının büyük kısmını karşılar; hava ve su kirliliğinin azaltılması amacıyla özel endüstriyi denetler; doğal afetler yüzünden kayba uğrayan bireylere düşük faizli borç verir. Hükümet, bunların yanı sıra özel teşebbüsün başa çıkamayacağı kadar masraflı olan uzay araştırmalarında da baş rolü oynamıştır.
Bireyler, sadece tüketici olarak yaptıkları seçimlerle değil, ekonomik politikayı şekillendiren yetkililere verdikleri oylarla da bu karma ekonominin yönlendirilmesine yardım ederler. Tüketiciler geçtiğimiz yıllarda, ürün güvenliğine, belirli endüstriyel uygulamaların çevrede yarattığı tehditlere ve vatandaşların karşılaşmaları olasılığı bulunan belirli sağlık tehlikelerine yönelik endişelerini dile getirdiler; hükümet bunlara yanıt olarak tüketicilerin çıkarlarını güvence altına almak ve sosyal güvenliği geliştirmek amacıyla daireler kurdu.
ABD başka değişimler de geçirdi. Nüfus ve işgücü dramatik bir biçimde çiftliklerden kentlere, tarlalardan fabrikalara ve, en önemli olarak ta, hizmet endüstrilerine yöneldi, Günümüz ekonomisinde bireysel hizmet ve kamu hizmeti sağlayanların sayısı tarımsal ve mamul mal üretenlerin sayısından çok daha fazladır. İstatistiklere göre, kendi işine sahip olanlar, son yüzyıl boyunca ekonomi karmaşıklaştıkça büyük ölçüde başkaları için çalışma eğilimine girmişlerdir.
HÜKÜMETİN EKONOMİDEKİ ROLÜ
Ekonomiye biçim veren kararların büyük çoğunluğu tüketiciler ve üreticiler tarafından alınmakla birlikte, hükümetin ABD ekonomisi üzerinde en az dört alanda büyük etkisi olmaktadır.
İstikrar ve Büyüme. Federal hükümet belki de en başta, sürekli büyümeyi, yüksek istihdam düzeyini ve fiyat dengesini sağlamaya çalışarak ekonomik faaliyetin genel hızını ayarlamaktadır. Harcama ve vergi oranlarını düzenlemek (maliye politikası) ya da para arzını yönetmek ve kredi kullanımını kontrol etmek (para politikası) yoluyla ekonominin büyüme hızını azaltıp çoğaltabilir ve böylelikle de fiyat ve istihdam düzeyini etkileyebilir.
1930’ların Büyük Bunalım’ını izleyen yıllarda uzun zaman, ekonomik daralmalar, yani yavaş ekonomik gelişme ve yüksek işsizlik dönemleri, en büyük tehdit olarak görüldü. Daralma tehlikesinin en ciddi görüldüğü günlerde hükümet, kendisi büyük ölçüde harcama yaparak ya da tüketicilerin daha çok harcamalarını sağlamak amacıyla vergileri azaltarak ve para arzının hızla artmasını teşvik ederek ekonomiyi güçlendirmeye çalıştı.
1970’lerde özellikle enerji alanındaki fiyatların büyük ölçüde artması güçlü bir enflasyon – fiyat düzeyinde genel yükselme – korkusu yarattı. Bunun sonucunda hükümet ileri gelenleri, ekonomik daralmayla savaşacakları yerde enflasyonu sınırlamak amacıyla harcamaları kısmaya, vergi kesintilerine direnmeye ve para arzındaki artışları sınırlamaya başladılar.
Ekonomide istikrar sağlamaya yönelik en iyi önlemlerin neler olduğu konusundaki görüşler 1960’larla 1990’lar arasında önemli biçimde değişti. Hükümet 1960’larda maliye politikasına, yani ekonomiyi etkilemek için hükümet gelirleriyle oynamaya büyük ölçüde güveniyordu. Harcamalar ve vergiler Başkan ve Kongre tarafından kontrol edildiği için, seçimle göreve gelen bu yetkililer ekonomiyi yönlendirmede büyük rol oynadılar.
Yüksek enflasyon, yaygın işsizlik ve muazzam bütçe açıkları yaşanan bir dönem nedeniyle, genel ekonomik faaliyetlerin hızını düzenlemede maliye politikasının en iyi yöntem olduğu yolundaki güven sarsıldı. Bunun yerine, faiz oranları gibi araçlar kullanarak ülkedeki para arzını kontrol altında tutmaya yönelen para politikaları giderek artan bir önem kazandı. Maliye politikası, Başkandan ve Kongre’den büyük ölçüde bağımsız olan ve Federal Rezerv Kurulu adıyla tanınan merkez bankası tarafından yönetilmektedir.
Düzenleme ve Kontrol. ABD federal hükümeti özel teşebbüsü çeşitli biçimlerde düzenler. Düzenleme de iki genel sınıfa ayrılır. Ekonomik düzenlemeyle fiyatların doğrudan ya da dolaylı olarak kontrolü amacı güdülür. Hükümet geleneksel olarak, elektrik üretim şirketleri gibi tekellerin makul oranlardan fazla kar elde etmek için fiyatları yükseltmelerini engellemeye çalışır.
Hükümet zaman zaman diğer endüstri alanlarında da ekonomik kontrol uygulamıştır. Büyük Bunalım’ı izleyen yıllarda, hızla değişen arz ve talep karşısında kontrolsüz biçimde dalgalanma eğilimi gösteren tarımsal mal fiyatlarında istikrar sağlayabilmek amacıyla karmaşık bir yöntem oluşturuldu. Karayolu taşımacılığı şirketleri ve daha sonraları da havayolları gibi bazı teşebbüsler zararlı olacağını düşündükleri fiyat indirimlerine gitmemek için kendiliklerinden hükümet düzenlemesi talebinde bulundular ve bunu elde ettiler.
Bir başka ekonomik düzenleme biçimi olan antitröst yasalar uygulanarak da piyasa güçlerinin sağlamlaştırılmasına ve böylelikle doğrudan düzenleme yapmaya gereksinim kalmamasına çalışılır. Hükümet ve bazan da özel işletmeler, rekabeti gereksiz biçimde sınırlayabilecek uygulamaları ya da şirket birleşmelerini yasaklamak amacıyla antitröst yasalara başvururlar.
Hükümet özel şirketleri halkın sağlığını korumak ya da temiz ve sağlıklı bir çevre sağlamak gibi toplumsal amaçlarla da kontrol eder. Sözgelimi ABD Besin Maddeleri ve İlaçlar İdaresi zararlı ilaçları yasaklar; Mesleksel Tehlikeler ve Sağlık İdaresi işçileri çalışırken karşılaşabilecekleri bedensel zararlara karşı korur; Çevre Koruma İdaresi de su ve hava kirliliğini kontrol amacı güder.
Amerikalıların hükümet düzenlemeleri karşısındaki tutumları XX. Yüzyıl’ın son otuz yılı içinde büyük ölçüde değişti. 1970’lerin ilk yıllarında politika yapıcıları, ekonomik düzenlemelerin etkin olmayan şirketleri havayolu ve kara taşımacılığı gibi endüstrilerden yararlanan tüketiciler aleyhine koruduğundan gittikçe daha fazla endişe duymaya başladılar. Aynı zamanda teknolojik değişiklikler de daha önceleri doğal tekel oldukları düşünülen telekomünikasyon gibi endüstrilerde yeni rakipler yarattı. Bu gelişmeler de düzenlemeleri gevşetecek bir dizi yasa çıkarılmasına yol açtı.
Her iki siyasal partinin liderleri 1970’ler, 1980’ler ve 1990’larda düzenlemelerde genel bir yumuşamaya gidilmesini benimsedilerse de, toplumsal amaçlar sağlamaya yönelik düzenlemeler konusunda daha zayıf bir görüş birliği vardı. Toplumsal amaçlı düzenlemeler Büyük Bunalım’ı ve İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda ve daha sonra da 1960’larda 1970’lerde giderek büyüyen bir önem kazanmıştı.
Buna karşın 1980’lerde Ronald Reagan’ın başkanlık yıllarında hükümet düzenlemelerin serbest teşebbüsü engellediğini, işletme maliyetlerini yükselttiğini ve böylelikle de enflasyonu körüklediğini iddia ederek, işçileri, tüketicileri ve çevreyi korumaya yönelik düzenlemeleri yumuşattı. Yine de pek çok Amerikalı belirli olaylar ya da eğilimlere karşı yakınmayı sürdürdü ve hükümet, çevre korunmasını da içeren bazı alanlarda yeni düzenlemelere gitmek zorunda kaldı.
Bu arada bazı vatandaşlar da seçimle göreve gelen yetkililerin belirli sorunlara yeterli çabukluk ya da güçle yönelmediklerini ileri sürerek mahkemelere başvurdular. Sözgelimi 1990’larda bireyler ve giderek hükümetin kendisi de sigara içmenin sağlığa karşı tehlike oluşturduğu gerekçesiyle tütün şirketleri aleyhine dava açtılar. Uzun vadeli ödemeleri gerektiren büyük bir parasal uzlaşma sonucu sigara içmeyle ilişkili hastalıkların tedavi giderlerini eyaletlerin karşılamasına olanak sağlandı.
Her düzeydeki hükümet pek çok doğrudan hizmet sağlamaktadır [Ç.N.: ABD yönetim sisteminde Federal Hükümetin altında Eyalet Hükümetleri ve Yerel Hüküğmetler vardır]. Sözgelimi federal hükümet ulusal savunmadan sorumludur; çok kez yeni ürünlerin geliştirilmesine yol açan araştırmaları destekler; uzay araştırmalarını yönetir; işçilerin iş başında beceri sağlamalarını ve iş bulmalarını kolaylaştırmak amacıyla onlara yardımcı olur. Hükümet harcamalarının yerel ve bölgesel ekonomiler ve hatta ekonomik faaliyetlerin genel hızı üzerinde önemli etkileri vardır.
Buna karşılık eyalet hükümetleri de pek çok karayolunun yapımından ve bakımından sorumludur. Eyalet, ilçe ya da kent yönetimleri devlet okullarının finansmanında ve işletilmesinde önde gelen bir rol oynarlar. Yerel hükümetler polis ve itfaiye çalışmalarının baş sorumlusudur. Federal düzeyde alınan kararlar genelde en büyük ekonomik etkiyi taşımakla birlikte yukarıda anılan alanlardaki hükümet harcamaları da yerel ve bölgesel ekonomiler üzerinde etkili olur.
1997’de federal hükümetin, eyalet hükümetlerinin ve yerel yönetimlerin toplam harcamaları gayrı safi milli hasılanın yaklaşık yüzde 18’ini oluşturmuştur.
Hükümet bunların yanı sıra işletmelere ve bireylere doğrudan çeşitli türde yardım da yapar. Küçük işletmelere düşük faizli borç verir ve teknik yardımda bulunur; üniversitede okumak isteyen öğrencilere de düşük faizli kredi açar. Hükümet destekli teşebbüsler kredi kurumlarının elindeki ipotek belgelerini satın alıp bunları yatırımcılar tarafından alınıp satılabilecek borç senetlerine dönüştürür ve böylelikle konut kredisi verilmesini teşvik eder. Hükümet ayrıca ihracatı da etkin biçimde destekler ve yabancı ülkelerin ithalatı sınırlayıcı ticaret engelleri getirmelerini önlemeye çalışır.
Hükümet kendilerine yeterince bakamayan bireylere de destek olur. İşverenlerden alınan bir vergiyle finanse edilen Sosyal Güvenlik programı Amerikalıların büyük bir kesiminin emeklilik gelirlerini sağlar. Medicare programı sayesinde yaşlıların pek çok tedavi gideri karşılanır.
Mediacaid programı da düşük gelirli ailelerin sağlık giderlerini finanse eder. Çok eyalette hükümet ruh hastalarının ya da önemli bedensel engelleri olan bireylerin bakımı amacıyla kurumlar işletir. Federal hükümet yoksul ailelerin besin maddesi almalarına yardımcı olmak için Yiyecek Pulları çıkarır; federal hükümet ve eyalet hükümetleri çocuklu yoksul ailelere destek amacıyla ortaklaşa sosyal yardım bağışlarında bulunur.
Aralarında Sosyal Güvenlik de bulunan bu programların pek çoğunun kökü, 1933-1945 yılları arasında görev yapmış olan Başkan Franklin D. Doosevelt’in “Yeni Düzen” programlarına kadar uzanır. Roosevelt’in reformlarının anahtarı, yoksulluğa bireysel ahlak bozukluklarının değil toplumsal ve ekonomik nedenlerin yol açtığı inancıydı. Anılan görüş, kökü New England Püritenizmi’nde yatan genel inancı reddediyordu; bu inanca göre, başarı Tanrı’nın lutfunun, başarısızlıksa Tanrı’nın hoşnutsuzluğunun simgesiydi. Bu yeni görüş Amerikan toplumsal ve ekonomik düşüncesinde önemli bir dönüşüm oluşturuyordu. Buna karşın günümüzde bile, özellikle sosyal yardıma ilişkin belirli sorunlarda yukarıda anılan eski inançların izleri görülebilmektedir.
Aralarında Medicare ve Medicaid’in de bulunduğu, bireylere ve ailelere yönelik pek çok yardım programına ise 1960’larda Başkan Lyndon Johnson’un (1963-1969) “Yoksullukla Savaş” günlerinde başlandı. Bahis konusu programların bazıları 1990’larda parasal güçlüklerle karşılaştı ve çeşitli reform önerileri ortaya atıldıysa da Birleşik Devletler’deki her iki büyük parti de onları desteklemeyi sürdürdü. Buna karşılık programların muhalifleri, işsiz ama sağlıklı bireylere sosyal yardım yapmanın onlarda sorunlara çözüm arama isteği yerine bağımlılık yaratacağını iddia ettiler. Başkan Bill Clinton (1993-2001) yönetiminde 1996’da onaylanan reform yasaları, sosyal yardım alabilmek için bireylerin çalışmakta olmaları koşulunu getirmekte ve yardım sürelerine de sınırlamalar koymaktadır.
YOKSULLUK VE EŞİTSİZLİK
Amerikalılar ekonomik sistemleriyle gururlanırlar ve onun vatandaşların iyi bir yaşam sağlamaları için fırsat yarattığına inanırlar. Buna karşın, ülkenin pek çok yöresinde yoksulluğun inatla sürmekte olduğu gerçeği onların bu inancına gölge düşürmektedir. Hükümetin yoksullukla savaş çabaları belirli bir ilerleme sağladıysa da sorunu ortadan kaldıramadı. Aynı şekilde, güçlü bir ekonomik büyüme yaşanan dönemler de yeni iş olanakları yarattı ve yoksulluğu azalttı ama tümüyle yok edemedi.
Federal hükümet dört kişilik bir ailenin temel geçimini sağlamak için gerekli asgari bir gelir miktarı saptar. Bunun düzeyi hayat pahalılığına ve ailenin yaşadığı bölgeye bağlı olarak değişebilir. 1998’de yıllık geliri 16.530 doların altında olan dört kişilik bir aile yoksul sayılıyordu.
Yoksulluk sınırının altında yaşayan birey oranı 1959’da yüzde 22,4 iken 1978’de yüzde 11,4’e düştü; ancak, ondan sonra çok dar bir sınır içinde oynadı ve 1998’de yüzde 12,7 olarak gerçekleşti.
Kaldı ki toplam oranlar çok daha büyük yoksulluk çekilen yerleşim birimlerini gizlemektedir. 1998’de Afrikalı-Amerikalıların dörtte birinden fazlası (yüzde 26,1) yoksulluk içinde yaşıyordu; bu oran huzursuzluk yaratacak kadar yüksek olmakla birlikte tüm siyahların yüzde 31’inin yoksul tanımına girdiği 1979’a göre bir ilerleme sayıldı ve 1959’dan beri en düşük yoksulluk oranını oluşturdu. Özellikle evli olmayan annelerin bakmakla yükümlü bulunduğu aileler yoksulluğa maruz kalmaktadır. Kısmen bu gerçeğin sonucu olarak 1997’de yaklaşık beş çocuktan biri (yüzde 18,9) yoksuldu. Yoksulluk oranı Afrikalı-Amerikalı çocuklar arasında yüzde 36,7 ve İspanyol kökenliler arasında da yüzde 34,4’tü.
Bazı uzmanlar resmi istatistiklerin yoksulluğu gerçek boyutlarından daha fazla gibi gösterdiğini, çünkü sadece parasal geliri hesaba katıp Besin Pulu, sağlık yardımı ve sosyal konutlar gibi hükümet yardımlarını göz ardı ettiğini ileri sürmektedirler. Buna karşın diğer bazıları da anılan programların bir ailenin tüm beslenme ve sağlık gereksinimlerinin pek azını karşılayabildiğini ve bir sosyal konut açığı bulunduğunu iddia etmektedirler.
Bazılarına göre ise gelirleri yoksulluk sınırının üzerinde olan belirli aileler bile iskan, sağlık ve giyim gibi gereksinimlerini karşılamak amacıyla beslenme giderlerini kısmakta ve bu nedenle de açlık çekmektedir. Yine bazı uzmanlar da yoksulluk düzeyindeki bireylerin zaman zaman geçici işlerde ve ekonominin “yer altı” sektöründe çalışıp para kazandıklarını ve bunların da resmi istatistiklere yansımadığını söylemektedirler.
Ne olursa olsun, Amerikan ekonomik siteminin kazanımları eşit dağıtmadığı açıktır. Washington’da kurulu bir araştırma örgütü olan Ekonomik Politika Enstitüsü’ne göre 1997’de Amerikan ailelerinin en zengin beşte birinin geliri toplam ulusal gelirin yüzde 47,2’sini oluşturmaktaydı. Bunun aksine, en yoksul beşte bir toplam ulusal gelirin sadece yüzde 4,2’sini ve en yoksul yüzde 40 ta yüzde 14’ünü elde etmekteydi.
Amerikan ekonomisinin genelde gönençli olmasına karşılık, eşitsizliğe yönelik endişeler 1980’lerde ve 1990’larda da sürdü. Küresel rekabetin giderek artması sonucu pek çok geleneksel imalat endüstrisi işçisi tehdit altında kaldı ve ücretleri durağanlaştı. Aynı zamanda federal hükümet de düşük gelirli aileleri daha varlıklı olanlara karşı kollayan vergi politikalarından uzaklaştı ve iyi durumda bulunmayanlara yardım amacıyla yürütülen çok sayıda toplumsal programın bütçelerini kıstı. Bu arada daha varlıklı aileler de hızla gelişen sermaye piyasasında sağlanan kazancın pek çoğunu elde ettiler.
1990’ların sonlarına doğru özellikle daha yoksul işçilerin gelirleri artmaya başlayınca, yukarıda belirtilen durumun tersine dönmeye başladığını gösteren belirtiler ortaya çıktı. Yüzyılın sonuna gelindiğinde yine de bu eğilimin sürüp sürmeyeceğini belirlemek için henüz çok erkendi.
ABD Hükümeti Başkan Franklin Roosevelt yönetiminden başlayarak büyük ölçüde büyüdü. Roosevelt’in Yeni Düzeni’nde, Büyük Bunalım’ın yarattığı işsizliğe ve sıkıntılara son verme çabası nedeniyle pek çok yeni federal program yaratıldı ve var olanların çoğu da yaygınlaştırıldı. Birleşik Devletler’in İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında dünyanın en önemli askeri gücü olarak yükselmesi de hükümetin büyümesini besledi.
Savaş sonrası dönemde kentsel ve banliyö yerleşim bölgelerinin büyümesi de kamu hizmetlerinin yayılmasına olanak sağladı. Eğitim konusunda daha yaygın beklentilerin başlaması hükümetin okullara ve üniversitelere önemli yatırımlar yapmasına yol açtı. Bilimsel ve teknolojik ilerlemelere yönelik muazzam bir ulusal baskı 1960’larda yeni kuruluşlar yarattı ve uzay araştırmalarından sağlık konularına kadar yayılan bir alanda büyük kamu yatırımlarına girişilmesini gerektirdi. Çok sayıda Amerikalının XX. Yüzyıl’ın başlarında var olmayan sağlık ve emeklilik programlarına gittikçe daha fazla bağımlı duruma gelmeleri de federal harcamaları büyük ölçüde arttırdı.
Pek çok Amerikalının Washington’daki federal hükümetin kontrolsüz ölçüde şiştiğini düşünmelerine karşın istihdam istatistikleri bunun böyle olmadığını göstermektedir. Hükümette çalışanların sayısı büyük ölçüde artmışsa da bu daha çok eyaletlerde ve yerel düzeyde olmuştur. 1960-1990 arasında eyalet hükümetlerinde ve yerel yönetimlerde çalışanların sayısı 6,4 milyondan 15,2 milyona yükselirken, federal hükümetteki sivil görevli sayısı 2,4 milyondan sadece 3 milyona çıkmıştır.
Federal işgücü azaltmalar sonunda 1998’de 2,7 milyona düşmüş, fakat eyalet hükümetleri ve yerel yönetimlerin çalıştırdığı görevli sayısı 1998’de yaklaşık 16 milyon olmuş ve anılan azaltma düzeyini çok aşmıştır. (Birleşik Devletler’in Vietnam savaşıyla uğraştığı sırada askerde olan Amerikalıların sayısı 1968’de yaklaşık 3,6 milyona erişmiş ve bu sayı 1998’de 1,4 milyona inmiştir.)
Hükümetin sağladığı yaygın hizmetlere yönelik ödemelerin yapılabilmesi için gittikçe artan vergi yükü, Amerikalıların “büyük hükümet” karşısındaki genel hoşnutsuzluğu ve kamu görevlisi sendikalarının yoğunlaşan gücü nedeniyle 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’larda çok sayıda politika yapıcısı, gerekli hizmetleri sağlayacak en etkin kurumun hükümet olup olmadığını sorgulamaya başladı. Hükümetin belirli görevlerinin özel sektöre devredilmesi yöntemini tanımlamak için “özelleştirme” deyimi ortaya atıldı ve dünya çapında hızla kabul gördü.
Birleşik Devletler’de özelleştirme özellikle belediyelerde ve bölgesel düzeyde görüldü. New York’da New York, California’da Los Angeles, Pennsylvania’da Philadelphia, Texas’da Dallas ve Arizona’da Phoenix gibi büyük ABD kentlerinde, sokak lambalarının onarımından katı atıkların toplanmasına ve bilgi işlemden hapishanelerin yönetilmesine kadar değişen ve önceleri doğrudan belediyelerin kendilerinin yaptıkları pek çok çalışma özel şirketlere ya da kar amacı gütmeyen diğer kuruluşlara verilmeye başlandı. Bu arada bazı federal kuruluşlar da özel teşebbüs gibi çalışma yolunu seçti; sözgelimi Birleşik Devletler Posta Servisi faaliyetlerini yürütmek için genel vergilere değil kendi gelir kaynaklarına başvurur.
Bunlara karşın kamu hizmetlerinin özelleştirilmesi hala çok çelişkili bir konu oluşturmaktadır. Yandaşları, özelleştirmenin maliyeti düşürdüğü ve özel sektörün üretkenliğini arttırdığı konusunda ısrar ederken, diğerleri aksini savunmakta, müteahhitlerin kar elde etmek istediklerini ve pek de üretken olmadıklarını ileri sürmektedirler.
Kamu sektöründeki sendikalar doğal olarak özelleştirmelerin pek çoğuna hararetle karşı çıkmakta ve müteahhitlerin ihaleyi kazanmak için çok düşük teklif verdikten sonra maliyeti önemli ölçüde arttırdıklarını kanıtlayan belirli örnekler bulunduğunu ileri sürmektedirler. Yandaşları ise, özelleştirme rekabete yol açarsa etkinliğin de artacağını savunmaktadırlar. Belirli durumlarda özelleştirme tehdidi yerel hükümet çalışanlarını daha etkin olmaya bile teşvik edebilir.
Düzenlemelere, hükümet harcamalarına ve sosyal yardım reformuna ilişkin tartışmaların açıkça gösterdiği gibi hükümetin ülke ekonomisindeki uygun rolü, Birleşik Devletler’in bağımsızlığına kavuşmasından 200 yıl sonra bile büyük bir anlaşmazlık konusu olmayı sürdürmektedir.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.