Press "Enter" to skip to content

Millet ve Milliyetçilik

Ulusal ayrılıklar ve halkar arasındaki düşmanlıklar, burjuvazinin gelişmesinde, ticaret özgürlüğünden, dünya pazarından, üretim tarzındaki ve ona tekabül eden hayat şartlarındaki tekbiçimlilikten ötürü günden güne ve gitgide daha çok kaybolmaktadır(Engels ve Marx, 1968: 6).

Milletler ve Milliyetçilik/Eric John Ernest Hobsbawm

Eric John Ernest Hobsbawm’ın 1985 yılında verdiği konferanslarının toparlanıp kaleme alındığı “Milletler ve Milliyetçilik” kitabı ilk olarak 1989’da yayımlanmış ve Türkçe yayım olarak 1993’de Ayrıntı yayınlarından çıkmıştır. Notlandırma kitabın 4. Basımından yapılmıştır.

Kitap giriş, sonuç ve 5 bölümüyle ağırlıklı olarak Avrupa merkezli ve ‘gelişmiş’ bölgeleri merkez alarak 19.yy ve 20.yy başlarındaki dönemlere yoğunlaşmıştır.

Millet sözcüğünün modern anlamı 18.yy’dan eskiye gitmez . (17) Millet olmak için nesnel kriterler saptamaya ya da belirli gruplar “milletleşirken”,belirli grupların neden “milletleşmediğini” açıklama girişimleri; genellikle ya dil ve etnik köken gibi tek bir kritere yada dil,ortak toprak, ortak tarih,kültürel özellikler gibi bir kriterler kimesine dayanmıştır. (19)

Yazar, konuyla ilgili görüşlerin nesnelliği yada öznelliği her halukarda yanıltıcıdır ve bundan dolayı bir araştırmacının benimseyeceği en iyi tutum bilinemezci bir tutum olduğunu dile getiriyor ve kitabın da bu düzlemde seyredeceğine vurgu yapıyor.

“ Millet” yalnızca özgül ve tarihsel bakımdan yakın bir döneme aittir. “Millet” ancak belli bir modern teritoryal devletle, “ulus devlet”le ilişkilendirildiği kadarıyla bir toplumsal birimdir; bununla ilişkilendirilmedikçe bilerli ve milliyeti tartışmanın hiçbir yararı yoktur. Kısacası analitik düzlemde milliyetçilik milletlerden önce gelir Milletler devletleri ve milliyetçilikleri yaratmaz,doğru olan bunun tam tersidir(24)

Millet,özünde tepeden oluşturulmuş; ama ayrıca aşağıdan bir bakışla, yani sıradan insanların mutlaka milli olması gerekmediği gibi milliyetçiliği daha da az olan varsayımları, umutları,ihtiyaçları,özlemleri ve çıkarları temelinde analiz edilmedikçe anlaşılmayan ikili bir olgudur.(25)Milliyetçilik toplum nezdinde açıkça öyle olmadığı bilinen bir şeye sıkı sıkıya bağlanmayı gerektirir.Renan’ın dediği gibi “tarihi yanlış yazmak bir millet olmanın parçasıdır”(27)

Yepyeni Bir Şey Olarak Millet : Devrimden Liberalizme

Halkçı-devrimci bakış açısıyla “millet”in ortak bir yanı varsa bu,aslen etnik köken,dil ve benzeri unsurlar değildir.Pierre Vilar’ın işaret ettiği gibi aşağıdan bir bakışla milli halkı karakterize eden şey,özel çıkarlara karşı ortak çıkarı,ayrıcılığa karşı ortak yararı temsil etmesiydi.(36)

“Milliyet ilkesi” pratikte yalnızca belirli bir büyüklüğe sahip (ekonomik olarak) milliyetlere uygulanmalıydı. Milletlerin kendi kaderini tayin etmesi yalnızca yaşama şansına sahip olduğu düşünülen milletler için geçerliydi ve burada kastedilen yaşayabilirlik tam olarak ne anlama gelirse gelsin,kültürel açıdan ve kesinlikle ekonomik açıdan da yaşama şansına sahip milletler söz konusuydu. (49)

Bazı küçük milliyetlerle dillerin bağımsız bir geleceği yoktu: Gerek ilkede gerekse pratikte milli kurtuluşa düşmanca yaklaşmayan insanlar bile genellikle bu görüşe yürekten katılıyorlardı.İlerlemenin yasalarına topluca kurban gidenlerin dilleri ve kültürüne karşı hiçbir düşmanlık içermiyordu bu tutum. (52)

Bir halkın millet olarak sınıflandırılmasına olanak tanıyan üç kriter vardır. Birincisi, milletin mevcut devletle tarihsel bağı ya da oldukça eskiye dayanan ve yakın döneme uzanan geçmişle bağlıydı. İkincisi,yazılı bir milli edebi ve idari anadile sahip olan, yerleşik bir kültürel elitin varlığıydı. İtalyan ve Alman halklarının özdeşebilecekleri bir devlet olmadığı halde, millet olma iddialarının temeli buydu. Üçüncü kriter ise,kanıtlanmış bir fetih yeteneğiysi. bir halkın bu haliyle koleftif varlığının bilincine varması için emperyal bir halk olmaktan daha iyi bir yol yoktur.(55)

Liberalizm açısından “millet”in gerekçesi,insan toplumunun tarihsel gelişmesinin bir aşamasını temsil etmesiydi.(59)

Popüler Ön-Milliyetçilik

Ön- milli bağlar iki türlüdür.İlk olarak, insanların yaşamlarının büyük kısmını geçirdikleri gerçek mekanları tanımlayan çizgileri aşan,yerel-üstü popüler kimlik biçimleri vardır. İkincisi, devletler ve kurumlarla daha doğrudan bağlantılı olan seçkin grupların daha sonradan genelleştirilecek, genişletilebilecek ve popülerleştirilebilecek politik bağları ve sözcük dağarları vardır. (65)

Milli diller,hemen hemen daime yarı yapay kurgular ve yer yer, modern İbranice gibi,neredeyse basbayağı icat edilmiş şeylerdir. Şöyle ki, milliyetçi mitolojinin varsayımının tersine,milli kültürün, ilk temeli ve milli düşünce yapısının dayanağı olmayan milli diller,genellikle, fiilen konuşulan çeşitli deyişlerden,standartlaşmış bir deyiş geliştirmeye yönelik girişimlerden hayat bulmuştur. Milli dillerin kuruluşundaki ana sorun,standart ve homojenleştirilmiş dilin temeli olarak hangi lehçenin seçileceğidir.(73)

Elit bir yazınsal yada idari dilin var olduğu yerde, bu dili fiilen kullananların sayısı ne kadar az olursa olsun, B. Anderson’un çok iyi biçimde ortaya koyduğu üç nedenle ön-milli birliğin önemli bir unsuru haline gelebilir dil.Birincisi dil, birbirleri ile iletişim kuran bu elit kesimden birtopluluk çıkarabilir ve bu topluluk,belirli bir teritoryal devlet alanı veanadil bölgesiyle çakışıyorsa veya çakıştırılabilirse,henüz var olmayan ama kendi arasında iletişim kuran daha geniş ‘millet’ topluluğu için bir tür model ya da pilot uygulama işlevi görebilir.(79)

ikinci neden ortak dilin doğal bir evrimle ortaya çıkmayıp yaratılmış olması nedeni ile onu gerçekte olduğundan daha kalıcı ve buna bağlı olarak daha ‘ebedi’ kılan yeni bir sabitliğe kavuşmasıdır. Üçüncüsü,yöneticiler ile elit kesimin resmi ya da kültür dilinin,kamu eğitimi ve diğer idari mekanizmalar yoluyla modern dervletlerin fiili dili olmaya başlamasıdır. (82)

Dilin yanında ön-milli çabaların bir unsuru da etnik kökendir.

Heredotçu anlamıyla etnik köken,geniş toprak parçalarında, hatta dağınık olarak yaşayan ve ortak bir yönetim yapısından yoksun olan insanları çn-millet denebilecek şekilde birbirine bağlayan bir şeydi, bir şeydir ve gelecekte de olabilir.(85) İkincisi, “gözle görülür” etnik kökenin,bir insanın kendi grubundan ziyade “öteki grubu” tanımlamakta kullandığını göz önünde bulundurursak, negatif bir içeriği vardır. Üçüncüsü,negatif anlamdaki bu etnik köken; belki, gerçekten etnik açıdan hemen hemen ya da bütünüyle homojen yapıda olan bir halktan olulşan, son derece ender rastlanan tarihsel devlet örnekleri arasında yer alan Çin, Kore ve Japonya’daki gibi bir devlet geleneği türünden bir şeyle birleştirilemediği ya da birleştirilmediği sürece, ön-milliyetçilikle hemen hiçbir zaman bir ilişkisi olmamaıştır. (87)

Polonya ve İrlanda örneklerinin kanıtladığı gibi, din ile milli bilinç arasındaki bağlar çok sıkı olabilir.Aslında milliyetçiliğin bir kitlesel güç haline geldiği yerlerde bu ilişki, bir azınlık ideolojisi ve aktivist hareketii aşamasında olduğu yerleden daha yoğun görünmektedir. Din ortak pratikte komünyon kurmanın eski ve sınanmış bir yöntemi,başka ortak yönü olmayacak insanlar arasında bir tür kardeşlik bağıdır. Gene de din ön-milliyetçilik açısından; daha doğrusu, dini genellikle, ‘millet’in kendi üyelerinin bağlılığı üzerinde tekel kurmasına meydan okuyabilecek bir güç olarak görüp ona ciddi bir ihtiyatla yaklaşan modern milliyetçilik açısından paradoksal bir çimentodur.(89)

Dinsel- etnik kimlik, bulunduğu yerde,tam olarak ne anlama gelir ? Açıktır ki bazı örneklerde,etnik bir din seçilmesinin nedeni, bir halkın kendisini en başından komşu halklar veya devletlerden farklı hissetmesidir.(90)

Gellener’ın işaret ettiği gibi, bir halkın genellikle dünya dinlerinden birine geçerek daha geniş kültürlerle,özellikle yazılı kültürlerle bağ kurması, bir etnik grubun daha sonra millete dönüşmekte ve buna uygun bir yapı kurmakta yardımına başvurabileceği avantajlar kazanmasına olanak tanır.(92)Din ön-milliyetin zorunlu bir işereti değilse bile kutsal ikonlar modern milliyetçiliğin olduğu kadar ön-milliyetin de önemli bir parçasını oluşturur.(93)

Ön-milliyetçiliğin son ve neredeyse kesinlikler en belirleyici olan kriterlerine, yani aidiyet ya da kalıcı bir politik birime aidiyet bilincine geliyoruz. Bilinen en kuvvetli ön-milli çimento, kuşku yok ki, on dokuzuncu yüzyıl jargonuyla “tarihsel bir millet” olacaktır. Çünkü çoğu örnekte, aslında daha sonraki millet-halkın sözcük dağarcığını formüle eden “politik millet”, bir devlette yaşayanların küçük bir kesiminden, yani ayrıcalıklı elit kesim,soyluluk ile gentry’den ibarettir.(95)

Açıkçası “politik millet” kavramı ve sözcük dağarı sonuçta, milliyetçiliğin hemen hemen kesinlikle geçmişe dönük bir bakışla savunduğundan çok daha sonra gündeme gelmekle birlikte,bir ülkede yaşayanlar kitlesinin oluşturduğu varsayılan bir millete genişletilebilirdi.Gerçekten, millet-öncesi çağda, on beşinci ve on altıncı yüzyıl Avrupası’ndaki gibi, bugün yabancı işgallere karşı özerk bir halkın milli savunma hareketi sınıfına sokacağımız bir durumla karşılaştığımızla, böyle bir hareketin ideolojisi milli değil,toplumsal ve dinsel bir içerik taşıyacaktır. (96)

Ön-milliyetçilikle sürekliliğin bulunduğu ya da öyle göründüğü örneklerde bile bağlantı pekala yapay olabilir. Yahudi ön-milliyetçiliği ile moder Siyonizm arasında hiçbir tarihsel süreklilik yoktur.(98)

Ön-milliyetçiliğin, görüldüğü yerlerde,ikisi arasındaki farklılıklar ne kadar büyük olursa olsun,ön-milli topluluğun mevcut sembolleri ile duyguları modern bir davanın ya da mpdern bir devletin peşinden seferber edilebildiği sürece,milliyetçiliğin işini kolaylaştırdığı açıkça ortadadır. Ancak bununla ikisinin aynı şey olduğunu, hatta mantık açısından veya kaçınılmaz olarak birinin öbürüne zemin hazırladığını söylüyor değiliz.Çünkü tek başına ön-milliyetçiliğin,bırakın devletleri milleyetleri ve milletleri oluşturmaya bile yetmediğini herkes görmektedir. Devletli ya da devletsiz milli hareketlerin sayısı, günümüzün potansiyel millet olma kriterleri ile bu tür hareketleri oluşturabilecek insan gruplarının sayısından açıkça çok daha az; ön-milli bağlardan ayırt edilmesi çok güç olacak bir şekilde birbirine ait olma duygusu taşıyan toplulukların sayısından ise kesinlikle daha azdır. (99)

Hükümetlerin Perspektifi

Yazar bu başlık altında Fransız devrimi’nden sonra devletleri ve toplumları yönetenlerin millet ve milliyet sorunları üzerine fikirlerine değiniyor.

Devlet,teritoryal olarak tanımlanan bir “halk” ı yönetiyor ve bunu kendi toprakları üzerinde en yüce “milli” yönetim organı olarak sürdürüyordu.Bu midehaleler on dokuzuncu yüzyıl boyunca “modern” devletlerde o kadar genel ve rutin bir hal almıştı ki,hiçbir ferdinin ulus devletle ve onun temsilcileriyle düzenli ilişki kurmasını istemeyen bir aile, kimsenin uğramadığı bir yerde yaşamak zorunda kalırdı. (103)

Modern savaşın örneklediği gibi, devletin çıkarları artık sıradan yurttaşın önceden hayal bile edilmeyen ölçüdeki katılımına bağlıydı. (105)Ordular ister gönüllü askerler ister zorunlulardan oluşsun,erkeklerin askerlik yapma isteği artık hükümetlerin sistemli biçimde araştırmaya başladıkları şeyonların askerlik alanındaki gerçek fiziksel ve zihinsel yetenekleriydi.(106)

Öbür yandan başında soylu bir egemen bulunsun bulunmasın,devrim sonrası devletin “millet” le, yani hem önceden gördüğümüz gibi yapısından ötürü hem de onu politik hakları ya da iddiaları olan,çeşitli şekillerde harekete geçirilebilen bir yurttaşlar topluluğuna çeviren politik dönüşümler nedeniyle bir anlamıyla bir kolektif, bir “halk” olarak görülen kendi topraklarındaki insanlarla zorunlu bir organik ilişkisi vardır.(107)

Devletin henüz meşruiyetine ya da birliğine yönelik ciddi bir meydan okumayla yüz yüze gelmediği hakikaten etkili olan yıkıcı güçlerler karşılaşmadığı zamanlarda bile eski sosyo-politik bağların çözülmesi yüzünden yeni kamusal sadakat biçimlerini formüle edip aşılamak zorunluydu, çünkü başka potansiyel bağlılıklar ifadeye kavuşabilirdi. Devlet, olur da, yurttaşlarını rakip vaizlere kulak vermeden önce yeni dine inandırmayı başaramazsa,pekala varlığını kaybedebilir. (108)

Orijinal (devrimci-halkçı) yurtseverlik fikri, milliyetçi kökenli olmaktan ziyade devlete dayanıyordu, çünkü bu, bizzat egemen halkla,yani onun adına iktidarı yürüten devletle ilintili bir fikirdi. Etnik kökenin ya da tarihsel sürekliliğin diğer unsurlarının bu anlamdaki ‘millet’ le ilintisi yoktu, dilin ilintisi ise ancak ya da esas olarak pragmatik nedenlere dayanıyordu.(110)

Demokratikleşme,doğal olarak, devletlerin ve rejimlerin kendi yurttaşlarının gözünde meşruiyet kazanma problemlerinin çözümüne yardımcı olabilir. Demokratikleşme devlet yurtseverliğini kuvvetlendiriyor,hatta yaratabiliyordu. Ancak bunun bilhassa tek meşruiyet kaynağının devlet olduğu iddia edilen sadakat duygusuna alternatif-ve artık daha kolay seferber edilen- güçlerle karşı karşıya gelindiği zaman,sınırları vardı.Bu güçlerin en görkemlisi devletten bağımsız olarak gelilen milliyetçiliklerdi.(112)

Bununla beraber milliyetçiliğin on dokuzuncu yüzyıl devletlerinin modernleşmesiyle nasıl bir ilişki olursa olsun,devlet,milliyetçiliği kendisinin dışında, “devlet yurtseverliği”nden tamamen ayrı ve dolayısıyla uzlaşmak zorunda olduğu bir politik güç olarak karşısına alıyordu.(113)

Devletler, “millet” imajı ile mirasını yaymak, “millet” e bağlılık duygusu aşılamak ve herkesi ülkeye ve bayrağa bağlamak üzere,kendi halklarıyla iletişim kurmak için, gün geçtikçe güçlenen aygıtlardan,öncelikle ilkokullardan yararlanacaklardır. (115)

Devlet yurtseverliğinin devlet dışı milliyetçilikle kaynaşması politik açıdan riskliydi, çünkü birinin kriterleri kapsayıcı nitelik taşırken diğerinin kriterleri dışlayıcı bir nitelik taşıyordu.(116)

Devletin bir milletle özdeşleşmesi bir karşı milliyetçiik yaratma riski taşıyorsa eğer, devletin modernleşmesi süreci bu riski çok daha büyük bir ihtimal haline getiriyordu çünkü temel olarak yazılı bir “milli dil” vasıtasıyla o devlette yaşayanların homojenleşmesi ve standartlaşmasını içeriyordu.(117)

Milli dil bilhassa 1830’dan sonra evrilip yüzyılın sonuna doğru dönüşüme uğradıkça milliyetçilik ideologlarının gözünde pragmatik ve heyacan uyandırmayan bir konu olmaktan tamamen çıktı. Milliyetçilik ideologlarına göre, dil bir milletin ruhuydu ve gün geçtikçe daha fazla,milliyetin can alıcı kriterlerini temsil ediyordu.. Bir devletle özdeşleşmemiş olan bütün milliyetçiliklerin ister istemez politik bir nitelik kazandığı koşullar dil sorununa iyice patlayıcı bir içerik kazandırıyordu. Çünkü devlet eğer bir “milliyet” bir “millet” e dönüşecek,veya mevcut statüsü tarihsel erozyona ya da asimilasyona karşı kollanacaksa,manüpüle edilmesi gereken bir aygıttır.(119)

Dil ile milliyetin eşitlenmesi kimseyi tatmin etmemişti: Milliyetçileri tatmin etmemesinin nedeni, ülke içinde bir dili konuşan biretlerin başka bir milliyeti tercih etmelerini engellemesi hükümetleri tatmin etmemesinin nedeni ise bu denklemin büyük politik sorunlar doğurabilecek olmasıydı. (124)

Milliyetçiliğin Dönüşümü 1870-1918

1880-1914 döneminin milliyetçiliği üç önemli noktada ayrılıyordu.Birincisi önceden gördüğümüz gibi liberal çağdaki milliyetçiliğin temelinde yer alan “eşit ilkesi” terk edilmişti. Bundan böyle kendisini millet sayan her topluluğu son analizde kendi topraklarında ayrı bir egemen bağımsız devlet kurma hakkı anlamına gelen kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu iddia ediyordu. ikinci olarak ve bu “tarihsel olmayan” milletlerin çoğalmasının sonucunda,etnik köken ile dil,potansiyel millet olmanın merkezi, giderek belirleyici hatta tek kriteri haline gelmişti.Üçüncü olarak millet ve bayrağın hızla politik sağa doğru kayması (ki sağ cenahta “milliyetçilik”terimi aslında on dokuzuncu yüzyılın son on yıllarında icat edilmişti) Renner’in alıntısı iki değişimi temsil ediyor,ama (soldan gelmesinden dolayı) üçüncü değişimi kesinlikle temsil etmiyordu. (126)

Milliyetçiliğin 1970’lerden 1914’e kadar hızla mevzi kazanması şaşırtıcı değildir. Bu,hem toplumsal hem de politik değişimlerin ürünüydü.Toplumsal düzeyde milletler olarak “hayali” hatta gerçek cemaatler icat etmenin yepyeni biçimlerinin geliştirilmesine giderek (133)daha geniş bir zemin sunan üç gelişmeden söz edebiliriz : Moderniitenin saldırısına uğrayan geleneksel grupların direnişi,gelişmiş ülkelerin şehirleşen toplumlarında hızla büyüyen yepyeni ve geleneksel olmayan sınıflarla katmanların ortaya çıkışı ve yeryüzünün her tarfındaki çeşitli halkların eşine rastlanmadık göçleri ve oluşan diasporalar. (134)

Milliyetçilik alt orta katmanlar arasında,liberalizmle ve solla ilişkilendirilen bir kavramdan,sağcı, daha kesin konuşursak radikal sağcı bir şovenist,emperyalist ve yabancı düşmanı bir harekete doğru dönüşüm (Fransa’da 1870 dolaylarında “vatan ve yurtseverlik” gibi terimlerin belirsiz kullanımında gözlemlenebilecek olan bir değişim) geçirmiştir. “milliyetçilik” terimi, özellikle Fransa’da, kısa süre sonra da Latince kökenli dilin bu tür bir oluşum geçirdiği İtalya’da, bu eğilimin ortaya çıkışını betimlemek üzere ortaya atılmıştır. (146)

1914’teb önceki elli yılda ön plana çıkan milliyetçiliğin niteliği ne olursa olsun, bütün türlerinde şöyle ortak bir yan var gibiydi : Yeni proleter sosyalist hareketlerin reddedilmesi. Bunun nedeni yalnızca sosyalist hareketlerin proleter olmaları değil,aynı zamanda bilinçli ve militan biçimde enternasyonalist olmaları, en azından milliyetçi olmamalarıydı. Bu yüzden milliyetçilik ile sosyalizmin çağrılarını karşılıklı olarak birbirini dışlayan çağrılar olarak görmekten ve birnin ilerlemesini diğerinin gerilemesiyle eşdeğer saymaktan daha mantıklı bir düşünce yok gibiydi. (148)

Milliyetçiliğin Zirvesi, 1918-1950

On dokuzuncu yüzyıla ait “milliyet ilkesi” nin zafer kazandığı bir dönem var idiyse,bu dönem birinci Dünya savaşı’nın sonuna denk düşüyordu; ancak bu, ne önceden kestirilebilir bir durumdu,ne de geleceğin galiplerinin niyetini yansıtmaktaydı.Bir yandan Orta ve Doğu Avrupa2nın çok milletli imparatorluklarının çöküşü ile öbür yandan Müttefiklerin Bolşeviklerin kartına karşı Wilson kartını oynamasını gerektiren Rus Devrimi. Zira, önceden gördüğümüz gibi 1917-18’de kitlelri seferber eder görünen etken, milletlerin kendi kaderlerini tayin eymesi talebinden daha çok,toplumsal devrimdi. (158)

İki savaş arası dönemdeki Avrupa, “burjuva” milletin daha önceki bir bölümünde tartışılan diper boyutunun, yani bir “milli ekonomi” olarak milletin zaferine de tanıklık edecekti.1913’te kapitalist ekonomiler,hükümetlerin desteklediği,koruduğu hatta bir ölçüde yönlendirdiği geniş,merkezileşmiş şirket blokları oluşturma doğrultusunda hızla ilerlemekteydi. (159)

Bizi – kendisini- geleneksel sınır tartışmaları, seçimler/plebisitler ve dilsel talepler alanının dışına çıkaran 1918 sonrası milliyetçilik hakkında başka bir gözlemde daha bulunulmalıdır.(169)

Bu çağdaki milli kimlik kendini modern, şehirleşmiş ve yüksek teknolojili toplumlarda ifade etmek için yeni araçlara başvuruyordu. Değinilmesi gereken iki can alıcı nokta var. Birincisi çok az yorum yapmaya gerek olan, modern kitlesel medyanın yükselişiydi. Popüler ideolojiler bu araçlarla hem standartlaşabilir, homojenleşebilir ve dönüştürülebilir, hem de açıkça özel çıkar sahipleri ve devletler tarafından maksatlı propaganda amacına yönelik olarak kullanılılabilirdi. İkincisi spor da özel ve kamusal dünyalar arasındaki uçurumu kapatmaya yarıyordu. İki savaş arasındaki dönemde kitlesel bir gösteri olarak spor, devlet-milletleri sempolize eden kişiler ve takımlar arasındaki bitmek tükenmek bilmeyen gladyatör yarışmaları dizisine dönüşmüştü. Spor karşılaşmaları bu tür devletlerin birliğini sembolize ederdi, çünkü milletler arasındaki dostça rekabet,sembolik sözde mücadelelerle zarasız biçimde yatırştırılacak gruplar arası gerginlikler için bir emniyet supabı olması koşuluyla,düzenli yarışmaların kurumsallaşması kardeşlik duygusunu pekiştiriyordu.(170)

Avrupa’da iki savaş arasındaki miliyetçiliğin baskın yönü,yerleşik ulus devletlerin ve onların irrendanta’larının milliyetçiliğiydi. Savaşan ülkelerdeki milliyetçilik kuşkusuz savaşla birlikte,bilhassa devrimci umut dalgası 1920’lerin başlarında geri çekildikten sonra iyice güçlenmişti. Faşist ve diğer sağcı hareketler bundanyararlanmakta vakit kaybetmediler. (172)

Önceki bölümde ortaya koyulmaya çalışıldığı gibi, milliyetçilik onu dışlayıcı, her şeyi tüketen, her şeyin üstünde ir politik buyruk olarak kavrayanlarla özdeş görülemez ve o dönemde de görülemezdi. Kendisini bütün diğer politik ve toplumsal kimlik biçimlerininin yerine koyan devletler ya da sağcı politik hareketlerin dışlayıcı milliyetçiliği ile modern devletlerde bütün diğer politik duyguların yeşerdiği topraağı oluşturan karışım halindeki milli/yurttaşın toplumsal bilincini ayırmak önemlidir. Bu anlamıylar “millet” ile “sınıf” kolayca ayrılmazdı. (173)

Solda milli duygular: Birincisi,antifaşist milliyetçilik, çeşili milli yönetici sınıfların bir bölümünün sağda bir milletlerarası politik saflaşmayı ve onunla özdeşleşen devletleri tercih ettiği milletlerarası bir ideolojik iç savaş bağlamında ortaya çıkmıştı. İkincisi hem işçiler hemde entellektüeller aynı zamanda millitlerrası bir tercih yapmışlar,am abu tercih milli duygularını kuvvetlendirmişti.(175) Üçüncüsü İkinci Dünya Savaşı’nın bitimine doğru açıklığa kavuştuğu gibi,antifaşist milliyetçilik açıkça hem toplumsal hem de milli bir çatışmayla ilgiliydi. (176)

Milliyetçilik, antifaşist mücadelede güçlü biçimde solu çağrıştırmaya başlamıştı ve sonradan sömürge ülkelerdeki antiemperyalist mücadele deneyimiyle kuvetlenen bir çağrışımda bu. Çünkü sönürge kurtuluş mücadeleleri çeşitli biçimde milletlerarası solla bağlıydı. Sol ile bağımlı ülke milliyetçiliği arasındaki ilişkiler, kuşkusuz basit bir formülle ortaya konamayacak kadar karmaşıktı. Kendi ideolojik tercihleri doşında antiemperyalist devrimciler,kuramda ne kadar enternasyonalist olurlarsa olsunlar, kendi ülkelerinin bağımsızlık kazanmasından başka bir şeyle ilgilenmiyorlardı. (177)

Öncelikle 1945’ten sonraki bağımsızlık ve söçmürgecilikten kurtulma yanlısı hareketler, tartışma götürmez biçimde,sosyalist/komünist antiemperyalizmle özdeşleşmişti; yalnızca sosyalitlerle komünistlerin kurtuluş mücadelelerinde önemli rol oynadıkları devletlerin değil, sömürgecilikten kurtulmuş ve yeni bağımsız olan çok sayıda devletin de kendilerini bir anlamıyla “sosyalist” olarak ilan etmelerinin nedeni herhalde budur. (178)

Kitlesel ve çok çeşitli hareketler, göçler ve insanların bir yerden başka bir yere transferi temelinde yükselen şehirleşme ve sanayileşme, özünde etnik,kültürel ve dinsel bakımdan homojen bir nüusun oturduğu bir toprak parçasına dayanan diğer temel milliyetçi varsayımı güçsüz bırakmaktadır. Yerli nüfusun, “yabancılar” ın kendi ülkeleri ya da bölgelerine kitle halinde akın etmesine gösterdikleri keskin yabacı düşmanlığına bağlı ya da ırkçı tepki, ne yazık ki ABD’de 1890’larden beri,Batı Avrupa’da ise 1950’lerden beri yakından bilinen bir olgudur. (186)

Karmaşık çok-etnik/komünal yapılı toplumlardaki grup ilişkileri,geleneksel toplumlardaki genel eğilime göre hem değişik hem de daha istikrarsızdır. Birinci olarak modern ya da daha ileri toplumlara giren grupların üç muhtemel stratejileri vardır. Bu grup üyeleri asimile olmanın ya da ileri toplumun üyeleri “sayılma”nın yollarını arayabilirler; kaldı ki içlerinden bazıları bunda başarı kazanabilir, ama bir bütün olarak topluluk “iç çeşitlilik kaynağını kaybedecek ve böylece herhalde daha geniş toplumsal sistemin alt sıralarında yer alan, kültürel bakımdan muhafazakar.. bir grup olmaktan kurtulamayacatır.”Başka bir şık olarak azınlık statüsünü kabullenip azınlık olmanın getirdiği dezavantajları azaltmaya çalışabilir ve nunun yanında “eklemlenmemiş bölgelerde” özgül karakterlerini korumakta ısrar edebilirler. (188)

Yirminci Yüzyılın Sonunda Milliyetçilik

Bugün bütün devletler resmi olarak “millet” tir;bütün politik ajitasyonlar,pratikte bütün devletlerin rahat vermeyip kovöanın yollarını aradakları yabancıları hedef almaya eğilimlidirler.(194)

Şu ana kadar Kuzey ve Güney Amerika’da, en azından ABD-Kanada sınırlarının günetinde ciddi politik ayrılıkçılığın varşığını hatırlatan hiçbir işaret yoktur. İslam dünyasının, hiç değilse İslamiyet içindeki yükselen fundamentalist hareketlerin devlet sınırlarını çoğaltmakla ilgilendiği yönünde de çok az işaret vardır. Onlar İslamiyet2i kuranların gerçek inancına dönmeti istemektedirler. (195)

Milliyetçilik ne kadar kaçınılmaz olursa olsun, artık Fransız Devrimi ile İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelen emperyalist sömürgeciliğin sona erişi arası çağdaki tarihsel gücüne sahip değildir. On dokuzuncu yüzyılın “gelişmiş” dünyasında,ulus devlet ile milli ekonomiyi birleştiren çeşitli “milletler”in inşa edilmesi, açıkça tarihsel dönüşümün temel bir olgusuydu ve öyle değerlendirilmişti.(201)

Kitlesel nüfus hareketliliği, doğallıklar bir kısmı yerel milliyetçiliğin yükselişiyle de bağlantılı olan ekonomik kaymalar gibi,bu yönelimsizliği derinleştirmektedir. Yaşadığımız her kentli toplumda yabancılarlar,bize kendi ailelerimizn köklerinin zayıfladığı ya da kuruyup gittiğini hatırlatan, yerinden yurdundan kopmuş erkekler ve kladınlarla karşılaşırız. (205)

Milliyetçilik ya da etnik köken “dağılan bir toplumla bütünleşme faktörlerini ikame eden bir özelliktir. Toplum başarısız kalınca, nhai güvence olarak ortaya millet çıkar.”(206)

Çeşitli yeni etnik/milliyetçi fenomenlerle benzerlikler açıkça görülmektedir. Bu benzerlikler özellikle etnik/milliyetçi fenomenlerin bir gruba özgür dinsel inançla bağlantılı olduğu ya da yeniden bağ kurmaya çalıştığı yerlerde (-müslğman- azeri türklerine düşman olan- hristiyan- ermeniler arasında ya da israil’deki likud siyonizminin,harekein kurucularınun aşırı laisist, hatta din karşıtı ideolojilerden çok farklı olarak yakın dönemde açıkça eski ahit’i savunmasından görüldüğü gibi) çok belirgindir. Gene de önemli bir ayrım noktası vardır. Fundamentalizm, hangi dinsel versiyonla kendisini gösterirse göstersin yirminci yüzyıl sonuna uygun düşüp düşmediği belli olmayan metinler ya da geleneklerden seçilmiş bile olsa,hem bireylere hem de topluma ayrıntılı ve somut bir program sunmaktadır. (208)

Milletler ile milliyetçiliğin üçüncü binyıla hazırlanan karşı konulmaz bir güç olduğu yanılsamasını yaratırlar. Günümüzde bütün devletleri resmi düzeyde, açıkça öyle olmadıkları zaman bile, “milletler” e çeviren semantik yanılsama,bu gücün iyice abartılmasına neden olmaktadır. Sonuç olarak teritoryal özerklik için uğraşan bütün hareketler kendilerini durum kesinlikle böyle olmadığında bile “millet” oluşturan hareketler olarak düşünürler; merkezi iktidara ve devlet bürokrasisine karşı bölgesel yerel hatta yöresel çıkarları savunan bütün hareketler,eğer başarabilirlerse bir milli giysi giyerler. Bu yüzden milletler ve milliyetçilik,olduğundan daha etkili ve daha yaygın görünmektedir. (211)

Günümüzde “millet” gözle görülür derecede eski işlevlerinden önemli bir kısmını yani en azından yeryüzünün gelişmil bölgelerinde geniş “dünya ekonomisi” içinde ayrı bir yapı meydana getiren,teritoryal sınırları olan bir “milli ekonomi” oluşturma işlevini kaybetme sürecindedir.İkinci Dünya Savaşı’ndan beri,ama özellikle 1960’lardan beri temel birimleri her çaptaki milletlerüstü ya da çok milletli şirketler olan milletlerarası işbölümünde görülen köklü dönüşümler ve buna denk düşen biçimde,pratik nedenlerle hükümetlerin denetimi dışında kalan milletlerarası ekonomik işlem merkezleri ve ağlarının gelişmesi, “milli ekonomiler”in rolünü zayıflatmış, hatta iyice tartışılır bir hale getirmiştir. (215)

Pratikte devlet ve hükğmey fikirleri, on sekizinci yüzyılın büyük devrimler çağından sonra gelen dönemin tipik özelliği olan politik keriterlerle daha çok belirlenmekteyken, “halk” ve “millet” fikrini belirleyen ağırlıkla hayal edilmiş ve zaten hayali cemaatin yaratılmasına katkıda bulunan politika öncesi kriterlerdi. Politika, daima bu tür politika öncesi öğeleri kendi amaçları uğruna devralmaya ve onlara yeni bir kalıp vermeye eğilimliydi. (223)

Daha çok milliyetçiliğinm açıkça ön planda yer almasına rağmen tarihsel bakımdan daha önemsiz hale geldiği yönündedir. Milliyetçilik artık, söz uygun düşerse,on dokuzuncu yüzyıl ile yirminci yüzyıl başında temsil ettiği söylenebilecek kadar global bir politik program değildir. Olsa olsa başka gelişmeleri karmaşıklaştıran bir faktör ya da bir kanalizatördür.(225)

Bu son dönemin tarihi ağırlıkla milletlerüstü ve nmilletleraltı bir tarih olacak ama milletleraltı düzey bile işlerlikli bir birim olarak eski ulus devletin gerilemesini yansıtacaktır. Milletler ile milliyetçiliğin bu tarihte yeri olacaktır, ama ikincil düzeyde ve genellikle oldukça ufak rollerle. (226)

Millet ve Milliyetçilik

“Millet” sözcüğü aslen Arapça olup , “din veya mezhep; bir din veya mezhebe bağlı olan cemaat” anlamındadır. Osmanlı Türkçesinde 20. yüzyıl başlarına kadar bu anlamda kullanılmıştır. 19. yüzyıl ortalarından itibaren aynı sözcük Fransızca/İngilizce nation kavramına karşılık olarak kullanılmıştır. Türkçe “ulus” (Orhun Yazıtları’nda uluş olarak yer alır) sözcüğü, 1932 yılında aynı kavramın Yeni Türkçesi olarak benimsenmiştir. Orhun Yazıtları ve Kâşgarlı Mahmud’un 1072-1074 yılları arasında yazdığı Divânu Lügati’t-Türk adlı kitabında millet sözcüğünün Türkçe karşılığı budun sözcüğüdür.

Arapça’da “Melle” kökünden gelen millet kelimesi asıl olarak “aynı dinden olanlar” anlamında kullanılır. 1

Latince kökenli olan “nation”, kök anlamı itibariyle “aynı atadan gelenler topluluğu” demektir. Dolayısıyla esasen Türkçe kavim veya aşiret karşılığıdır. Türkçe ulus ise siyasi amaçla bir araya gelmiş olan boylar konfederasyonunu ifade eder (ayrıca eski Türkçedeki budun sözcüğü de aynı anlamı verir).

Milliyetçi düşünce 1789-1799 Fransız Devrimi’nin fikirlerinden doğmuştur. Avrupa tarihindeki ilk milliyetçi hareketlere, Napoleon istilası (1804-1815) altındaki Almanya’da rastlanır. Aynı yıllarda, Rus işgalindeki Polonya’da güçlü bir milliyetçi akım doğdu. 1821’de Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklanan Yunanistan, Avrupa’nın milliyetçi çevrelerinde çok heyecanlı destek buldu. 1848’de Avusturya İmparatorluğu’na karşı ayaklanan Macarlar, daha sonra Çekler ve Sırplar, milliyetçilik akımını Orta Avrupa’ya taşıdılar. 1860-1870 yılları arasında gerçekleşen İtalya birliği, devrimci milliyetçiliğin en büyük zaferlerinden biri olarak algılandı. 1870’lerde Rusya’da doğan Pan-Slavizm akımı, yayılmacı milliyetçiliğin ilk örneklerinden biri idi.

Ulus, başlangıçta kan, dil ve kültür bağıyla bağlı ve zorunlu olmasa da, genellikle aynı toprağı paylaşan insan topluluğunu belirtmektedir. Çağdaş anlamında, ulus düşüncesi her şeyden önce, aynı yasalara bağlı olarak yaşamak istediklerini belirten ve sözleşme bağlarıyla birlikte olan insanlar birliğini belirtir. Böyle düşünüldüğünde, ulus, ilk anlamıyla, bir başka deyişle, doğum, kan bağı, ırk, etni, toprak ya da kavramın tarihiyle değil, tersine istenç, bir siyasal topluluğun ilkelerine özgür katılım düşüncesiyle tanımlanır. 2

Milletler, sitelerde olduğu gibi toprağa bağlı topluluklardır. Sitelerin ve milletlerin arı kovanını andıran kolonileri de yine toprağa bağlı gruplardan sayılır. Renan’dan önce ve ondan beri milleti tanımlayanlar oldu. Genel olarak, milletin, ancak birçok şartların yan yana gelmesiyle gelişip devam ettiği anlaşılmaktadır. Köy ve kent, soy ve sop, dil ve din, dilek ve menfaat birliği millet için esas tutulmaktadır. Fakat itiraf etmeli ki bu fikirler çok yenidir. Daha eski, değişmez ve şaşmaz bir etken de ortaklaşa bir toprak parçasının (ülkenin) var olmasıdır. Millet, devlet ve imparatorluklar, ülke ve yurtlarıyla temsil, tasvir ve sembolize edilirler. Düne kadar Papalık, Eski Milletler Cemiyeti ve bugünkü Birleşmiş Milletler, belirli ülkeden yoksun olduklarından, birçoklarına göre gerçekten bir devlet sayılamazlar. Sınırlar, sınırkentler (Marches Separantes) bir ülke veya milletin şekil ve biçimini tayin ederler. Eski çağ sitelerinden yeni çağın büyük devletlerine kadar sınırlar vatan fikrinin ilk dayanağı olmuştur. Ratzel ile Guillaume de Greef”, sınırların, milletlerin kişilik ve varlığı kavramında oynadıkları rolü belirtmişlerdir.

O halde yurt, milletin maddi olduğu kadar manevi bir unsurudur. Yurt, düşünülmüş, hazırlanmış ve tekrarlanmış bir kavramdır. Sınır iki ülkeyi ayırıkta kalmaz, aynı zamanda onları tayin eder ve karşılıklı iddiaları ifade ederdi. Bu sebeple Aristo’dan bu yana birçok politikacılar, büyük imparatorluklara karşılık, sınırlarının daha yakın, daha belirli ve daha canlı görünmesi bakımından küçük devletleri övmüşlerdir. Bugün daha çok renkli ve noktalı haritalar ve sembollerle milletler arasındaki farklar gösterilir. Devletlerin gücü, ülkelerinin yüz ölçümü ve nüfusunun sayısı ile ölçülür. Bir milleti buyruğu altına almak yerine bir ülkeyi zapt etmek sözü kullanılır. Bu fikir zamanımızda bile devam edegelmektedir. Manda altındaki milletler denecek yerde manda altındaki toprak veya ülkeler denilmektedir.” Atasözleri ve özlü sözlerin açığa vurduğu bir fikre göre milletlerin ayrımını daha çok manevi yönde aramak gerekir. Çünkü her milletin kendine has karakter ve orijinal bir yaratılışı vardır. Bu konuda Boutmy siyasi psikolojiden, Lazarus ve Steinthal milletler psikolojisinden bahsederler. Savigny gibi yazarlar her milletin kendine göre bir hukuk sistemi bulunduğunu ileri sürerler. Bütün bunlar doğrudur. Fakat millet fertlerin yüzlerce ve hatta binlerce yıl görüşüp buluşmadan ve komşuluk bile etmeden zamanımıza kadar sürüp geldiği bir gerçektir. İşte mes’elenin özü ve can damarı buradadır. Bununla beraber devrimizde toprak bağı, ilk zamanlardakinden daha çok kuvvetli bulunmaktadır. 3

Milletin Oluşumu ile İlgili Geliştirilen Kuramlar

Renancı Millet Kuramı: Ernest Renan tarafından geliştirilen ve milletin oluşmasında ırk faktörüne yer vermeyen bir kuramdır. Aynı zamanda sübjektivist ya da iradeci millet kuramı olarak da anılmaktadır.

Renan’a göre “Millet, bir ruhtur; bir ruhsal ilkedir ve milleti oluşturan kişilerin ona mensup olma iradesidir.” Renan’ın kuramı, anadil gibi farklı kavimsel kültür geleneklerine mensup topluluklar gibi, bir millete mensup olma iradesini taşıyabileceklerini belirtmektedir.

Gobineaucu Millet Kuramı: Gobineau tarafından geliştirilen ve milletin oluşmasında ırk faktörünün belirleyici olduğunu iddia eden bir kuramdır. Aynı zamanda objektivist milliyetçilik kuramı olarak da anılmaktadır.

Gobineaucu, bir milletin oluşmasında aynı kavme mensup olmanın zorunlu olduğunu öne sürmektedir. Gobineaucu görüşüne göre bir milletin oluşmasında dört öğe gereklidir: 1-Irk Birliği 2-Dil Birliği 3-Din Birliği 4-Ortak Coğrafya. Gobineaucu’nun ırkçı ulus kavramı, en etkin uygulamasını Hitler Almanyası’nda bulmuştur. Genelde, kuramcılar arasında, bir milletin oluşmasında tek bir ırka dayalı Gobineaucu kavmiyet teorisinin gerçekçi olmadığı kanısı yaygındır. Günümüzde varlığını sürdüren hemen her milletin, ortak bir biz bilincine ulaşan, az ya da çok sayıdaki değişik kavimlerden oluştuğu gerçeği göz önüne alınarak ırkçı kurama karşı çıkılmaktadır.

Marksçı Millet Kuramı: Marksist kuram, bir arada bulunan ulus öncesi kavimlerin uluslaşması için ulusal bir Pazar etrafında toplanmalarının zorunlu olduğunu öngörmektir.

Marksist yaklaşımda Gobineacu’nun ırkçı millet kuramı reddedilmekte ve millet olgusuna ekonomik bir boyut eklenmektedir. Marksist kuramcılar, bir arada bulunan ulus öncesi kavimlerin uluslaşması için, ulusal bir pazar etrafında toplanmalarının zorunlu olduğunu ileri sürmektedir. Marksist kuramcılar milleti özetle şöyle tanımlamaktadır: “Millet, ortak bir coğrafyada yaşayan, ortak bir dili olan, ortak bir tarih ve kültür mirasına sahip ve ulusal bir pazar etrafında toplanmış, özgür vatandaşlardan oluşan istikrarlı bir insan topluluğudur.” 4

Milliyetçilik, bir milletin kendine has kültüre, geleneklere bağlı kalıp, kendi varlığını, her şeyin üstünde tutarak yaşayabileceğine inanan görüştür. Siyasi boyutuyla milliyetçilik, bir dünya görüşü olmaktan çok, politik bir duruş biçimi ve milli inançlar bütünü. Sosyolojik olarak milliyetçilik, bir milletin fertlerini birbirine bağlayan, birlikte yaşatan ulusal duygu ve bağ. Fertlerin, bağlı oldukları milletin milli değerlerini benimsemeleri, sevmeleri ve milletin kalkınmasına hizmet etmelerini isteyen sosyal felsefe. 5

Milliyetçiliğe baktığımızda da farklı bir durumla karşılaşmıyoruz. Breuilly milliyetçiliğe yönelik bakış açılarını değerlendirdiği bir makalesinde literatürde milliyetçiliğin üç şekilde ele alındığını söyler: bir düşünce, bir duygu ya da bir siyasi hareket olarak. Bunların kuramlara yansıması da farklıdır. İlk grup milliyetçiliği açıklamak için milliyetçi aydınların söylediklerine, yazdıklarına eğilirken, ikinci grup belirli bir kültürün (ya da dilin, dinin) gelişimine bakar ve bunların “milli bilinci” nasıl oluşturduğunu araştırır. Sonuncu grubun yoğunlaştığı alansa siyaset sahnesidir. Milliyetçiliği bir hareket olarak tanımlayanlar siyasi çekişmeleri, iktidar kavgalarını inceler.

Öte yandan Kellas milliyetçiliğin bir ideoloji ve davranış şekli olarak görülebileceğini ileri sürer. Milliyetçilik Kedourie’ye göre bir doktrin, Smith’e göre bir “ideolojik hareket”, Gellner’a göre bir “siyasilik”, Calhoun’a göre bir söylemdir. Görüldüğü gibi diğer kavramlarla ilişkileri açısından milliyetçiliğin durumu milletinkinden daha parlak değildir.

Milliyetçilik Düşüncesinin Kökenleri: 18. ve 19. yy’lar

Milliyetçilik düşüncesinin kökenlerini on sekizinci yüzyıl sonlarına, Herder ve Fichte’ye, hatta kimi yazarlara göre Kant ve Rousseau’ya kadar götürmek mümkündür. Fakat bir sosyal bilim konusu olarak ele alınmasıysa 1920 ve 30’ları bulur. Bu dönemde Carleton Heyes’in, 1940’larda da Hans Kohn’un çalışmaları milliyetçiliği akademik dünyanın gündemine sokar. 1960’lardan itibaren sosyal bilimlerin birçok alanında etkisi hissedilen modernleşme ekolünün de rolü vardı. 1980’ler ise pek çok milliyetçilik uzmanı tarafından bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Bu dönemde John Armstrong, Benedick Anderson, Ernest Gellner, Hobsbawm, Anthony D. Smith gibi düşünürlerin kuramsal içerikli yapıtları yayımlandı.

Milliyetçilik düşüncesinin “öteki izm”ler gibi büyük düşünürleri olup olmadığı pek çok sosyal bilimcinin anlaşamadıkları ve farklı yaklaşımlara eğildikleri bir tartışmalı konudur. Tam olarak kimlerin bu kategoriye dahil edilebileceği tartışma konusu olsa da, milliyetçiliğin kökenleri genel olarak Alman romantik düşüncesinde aranır. Hans Kohn’a göre romantik akım 1800’lerden sonra Alman milliyetçiliğinin yükselmesine büyük katkıda bulunmuştur. Pek çok araştırmacıya göre Jean Jacques Rousseau, hatta “kozmopolitan” düşünürlerin babası sayılan Immanuel Kant, Alman romantizminin oluşumuna katkıda bulunan düşünürler arasında ilk akla gelenlerdir. Milliyetçiliği düşünce akımlarıyla açıklayan Kedourie’ye göre Kant, her şeyin başlangıç noktasıdır.

Immanuel Kant (1724-1804), elbette milliyetçi değildir. Düşüncelerinin sonraki kuşaklar tarafından nasıl yorumlandığından da sorumlu tutulamazdı. Ancak Kedourie’ye göre, geliştirdiği ahlakın ve epistemolojik ikiliğin siyasi sonuçları büyük olacaktı. Bu ikiliğin temelinde, görüngülerin dünyasıyla bireyin iç dünyası arasındaki ayrım yatıyordu. Kant’a göre bilginin kaynağı görüngü dünyasından kaynaklanan izlenimlerdi. Ama ahlak asla görüngü dünyasına, yani dış dünyaya bağlı olmamalıydı. Ahlak, olasılıklara, açıklanamaz kavramlara göre değişen dış dünyaya bağımlı olursa, birey asla ‘özgür’ olamaz, bu anlaşılmaz kavramların kölesi olurdu. Ahlakın temeli kişinin iç dünyası olmalıydı. Erdem ve özgürlüğe ancak iç dünyadaki evrensel kanuna uyularak ulaşılabilirdi.

İşte Kant’ın yeni formülü buydu: İyi irade, özgür ve özerk iradeydi. Bu formülle “kendi kaderini tayin eden birey” evrenin merkezine yerleştirilmiş oluyordu. Bunun siyasi alandaki yankılarını tahmin etmek güç değil: Formüle göre “kendi kaderini tayin hakkı en yüce değer”, vatandaşların özerk iradelerini yansıtan “cumhuriyetçilikse en geçerli yönetim biçimi” oluyordu.

Kant’ın kavramında değişiklik yapmaya ilk cesaret edense Johann Gottlieb Fichte (1762-1814) idi. Düşüncelerinin eylemlere temel oluşturmasını istiyordu. Daha gençken ‘Yalnızca düşünmek istemiyorum; bir şeyler yapmak da istiyorum’ diye yazmıştır.

Gözlemlerimiz aracılığıyla anlamlandırabileceğimiz dış dünyayı her tür deneyim ve izlenimin kaynağı sayan, dış dünyadaki görüngülerin (phenomenon) bireyden ve onun gözlemlerinden bağımsız olarak var olduğunu öne süren Kant’a karşılık, Fichte bunların evrensel bir bilincin ya da Ego’nun yansıması olduğunu iddia etmişti. Bu Kant’ın açıklanamaz kanunlarını ortadan kaldırıyor, dış dünyayı tamamen anlaşılır kılıyordu. Ayrıca Kant’ın olasılıklara bağladığı dış dünyayı istikrara kavuşturuyor, belirli bir mantığa uygun gösteriyordu. Dış dünyanın bütünüyle ‘evrensel bilince’ bağlanması, beraberinde bu dünyanın ‘Organik bir bütün’ olarak algılanması gerektiği düşüncesini getiriyordu.

Fichte, bireylerin birer hayaletten ibaret olduğunu, yalnızca bir bütün içinde yer aldıkları sürece gerçeklik kazandıklarını iddia eder. Dolayısıyla bireyin özgürlüğü, yani kendini gerçekleştirebilmesi, ancak bütünle özdeşleşmesiyle olacaktır. Mutlak özgürlük, bütün tarafından mutlak özümsenmeyi gerektirir. Bu düşünceler Fichte’yi organik bir devlet anlayışına götürür. Buna göre devlet, kişisel çıkarlarını kavramak amacıyla bir araya gelmiş bireylerin toplamından ibaret değildir. Devletin kendi bütünlüğü vardır ve bireyden önemlidir, ondan önce gelir. Ancak birey ve devlet bir olduğunda bireysel özgürlük gerçekleşebilir.

Kohn’a göre Fichte’nin milliyetçiliği, ‘ruhsal canlanmaya/yeniden doğmaya’ yönelik bir çağrıydı, dışlayıcı sayılmazdı. Çünkü Fichte dünyayı Almanlar ve Alman olmayanlar olmak üzere ikiye ayırmıyordu. Ona göre insanoğlunun özgürlüğüne inananlar ve inanmayanlar vardı. Birinci gruba dahil olanlar, nerde doğmuş olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşurlarsa konuşsunlar Alman –ya da ‘gerçek millet’- sayılıyorlardı. Bireyin özgürlüğüne inanmayanlar ise, ırk ve dil olarak Alman olsalar bile yabancı sayılıyorlardı. Kısacası Fichte’nin milliyetçiliği, ironik/alaycı bir biçimde, kozmopolitliği de içeriyordu. Alman milliyetçisi bireysel özgürlük ülküsünün önce Almanlar arasında gerçekleştirmeye çalışmalı, sonra da bunu tüm insanlığa yaymalıydı.

Bu düşüncelere bir katkı da tarihsici (historicist) akımdan gelir. Alman filozof Johann Gottfried Herder’in düşünceleri bu görüşün temel niteliklerini anlamamızı sağlayacaktır. Dumont’a göre Herder’in temel amacı, o dönemde oldukça yaygın olan evrenselci düşünce ve Aydınlanmacılığa karşı çıkmaktır.

Herder’in çıkış noktası oldukça basittir: İnsanı insan yapan dildir. Dilden önce insandan söz etmek anlamsızdır, çünkü dil aynı zamanda düşüncedir. Ortak bir dil konuşan insanlar, milletin ilk aşamasını oluştururlar. Millet ise ailenin doğal bir uzantısı sayılabilir, çünkü dilin paylaşıldığı en küçük grup ailedir. İnsan olmak demek, bir dile sahip olmak ve bir topluluk içinde yaşamak demektir, ama herhangi bir dil ya da topluluk değil. Her insan belirli bir dilin ve topluluğun ürünüdür. Yani her dil birbirinden farklıdır, kendine özgüdür. Bu da her topluluğun kendine ait bir düşünce tarzı olduğu anlamına gelmektedir. Elbette bu mantık yalnızca dil için değil, her biri bir tür dil olarak algılanabilecek gelenek ve görenekler, kanunlar, töreler, vb. için de geçerlidir.

Herder kültürel farklılıkların yok edilmesinden yana değil. Barnard’a göre Herder’in kurulmasını arzuladığı siyasi düzen, ‘çoğulcu’ bir düzendir. Herder bu sonuca İbranileri örnek alarak ulaşır.

Tarihsiciliğin siyasi alana taşınmasıysa, başka düşüncelerin katkısıyla mümkün olmuştur. Breuilly’e göre bunların en önemlisi ‘otantiklik’ düşüncesidir. Bu düşüncenin özü, herhangi bir topluluğun sınırları içinde nelerin doğal ve gerçek, nelerin gerçek dışı olduğunun belirlenmesinde yatar. Herder otantiklik düşüncesine dayanarak bir toplumun başka bir toplum tarafından zorla ele geçirilmesine karşı çıkmıştır. Herder’e göre toplumları doğa yaratmıştır; toplumların zorla birbirlerine karıştırılması doğaya aykırıdır. Bu noktada Fichte de otantiklik arayışına katılır. Fichte’ye göre dil, milli ruhu yansıtmaktadır; dolayısıyla dili yabancı kelimelerden temizlemek, milli ruhu yabancı etkilerden korumak anlamına gelir. Fichte bu görüşlerini somut bir örneğe uygulamaktan da geri kalmaz ve Almancanın ölü bir dil olarak nitelendirdiği Latincenin etkisinden kurtulması gerektiğini savunur. Benzer görüşler, on dokuzuncu yüzyılda yaygınlaşan ırkçı akımlar tarafından da benimsenecektir.

Tüm bu düşüncelerin siyasi açıdan ifade ettikleri açıktır: Milli topluluklar eşi benzeri olmayan, kendilerine özgü oluşumlardır. Özlerini unutmuş, bir gerileme sürecine girmiş olabilirler, ama bu eski doğal otantik hallerine geri dönmeyecekleri anlamına gelmez. Milleti oluşturan bireyler kendi kaderlerini tayin edebilmelidir (bu en yüce siyasi değerdir) ve bir vatandaşlar bütünü olan millet, kendi devletini kurabilmelidir. Alman romantik milliyetçiliğinin dil, millet, devlet üçlüsünü birleştiren denklemi artık oluşmuştur.

Milliyetçilik düşüncesinin oluşumunda başka düşünürlerin de dolaylı ya da doğrudan katkısı vardı. Bunların arasında en sık anılan isim Fransız düşünür Jean Jacques Rousseau’dur. Rousseau’nun ‘genel irade’ kavramı milliyetçiliği etkilemiştir.

Rousseau’ya göre toplumsal yaşamın doğurabileceği en büyük tehlike, bir grubun diğer grubu egemenliği altına almasıdır. Bunu önlemenin yolu ‘genel irade’ye teslim olmaktır. Bu da ancak bireylerin vatandaş olmasıyla sağlanabilir. Vatandaş olan birey, parçası olduğu topluma bağlılık duyar, ‘bütün’ün çıkarlarını kendi çıkarlarının önüne koymayı öğrenir. Bağımsızlığın yerine bağımlılığı, otarşinin yerine katılımı koyar. Kısacası bir siyasi örgütlenme, bireyleri birbirlerine karşı koruyabildiği ölçüde anlam taşır. Bu da bireysel iradenin yerine, genel iradenin konmasıyla mümkün olacaktır.

Barnard’a göre Rousseau gerek vatandaşlığın, gerekse vatanseverliğin sadece ulus-devlet içinde gerçekleşebileceğini iddia etmiştir. Her iki kavram da insanlık bağlamında anlamını yitirecektir. Ne vatandaş, ne de vatansever kozmopolit olabilir. Rousseau büyük devletlerde bu iki kavramın getirilmesinin zor olacağını savunmuştur. Eşzamanlı vatandaşlık ve vatanseverlik bilinci en iyi küçük kantonlarda sağlanabilir.

Belirtilmesi gereken bir nokta da Rousseau’nun düşüncesinde vatandaşlığın ve vatanseverliğin kaynaklarının farklı olmasıdır. Vatanseverlik bir duygu işidir, insanın iç dünyasından kaynaklanır, kendiliğindendir. Vatandaşlık ise akılcı iradenin ürünüdür, daha bilinçli yaşanır. Buna göre vatandaşlık, vatanseverlikten türemez; yaratılmış kurgulanmış bir kavramdır. Ancak vatanseverlik, vatandaşlığı tamamlayıcı bir nitelik taşır, onu daha mükemmel hale getirir. Bir anlamda bu iki kavram, bir madalyonun iki yüzü gibidir; ne tamamen farklı, ne de tamamen aynı.

Milliyetçilik düşüncesine hayat veren on sekizinci yüzyıl, arkasında dünya siyaset sahnesini sarsacak bir miras bırakarak tarihe karıştı. On dokuzuncu yüzyıl ‘milliyetçilik çağı’ olarak anılacaktı. Milliyetçiliğin daha çok ahlaki ve felsefi boyutlarıyla tartışıldığı bu yüzyılda genel olarak iki tür yaklaşımla karşılaşılır. Bunlardan ilki, milliyetçiliğe sempatiyle bakan, çalışmalarını daha çok belirli bir sürecin gelişmesine katkıda bulunmak amacıyla kullanan düşünür ve bilim insanlarının ‘partizan’ olarak adlandırabileceğimiz yaklaşımıydı. İkincisiyse, milliyetçiliğe karşı çıkan onu tarihsel gelişim sürecinde geçici bir evre olarak gören ‘eleştirel’ yaklaşımdı. Daha çok Marksistlerin benimsediği bu ikinci yaklaşımı savunan liberaller de –örneğin Lord Acton- vardı. Bunlar arasında en önemlisi, her iki yaklaşımı savunanların da milliyetçiliğin doğallığını sorgulamadan kabullenmeleri, onu toplumsal hayatın vazgeçilmez bir parçası olarak algılamalarıydı.

Milliyetçiliğe sempatiyle yaklaşanlar arasında çoğunluğu tarihçiler oluşturuyordu. Milliyetçi tarihçiler geçmişi tarayarak belirli bir milletin varlığını kanıtlayacak bulguları ortaya çıkarmaya çalışmışlar (ya da yaratmışlar), milli kültürün temel öğelerini, örneğin gelenek ve görenekleri, sembolleri, törenleri keşfetmişlerdi (ya da tasarlamışlardı). Aşağıda bu gibi yaklaşımları temsil eden bazı örnekler verilmektedir.

Devletin üzerinde hiçbir güç olmadığını ileri süren Alman tarihçi Henrich van Treitschke’ye (1834-1896) göre devletin birliği milliyete dayalı olmalıydı. Milliyet en üstün değerdi; demokrasi dahil tüm değerlerden önce gelirdi. Treitschke yazılarında bir vatanseverlik tanımı da yapmıştır: ‘Gerçek vatanseverlik siyasi oluşum içinde işbirliği bilincine sahip olmak, ataların başarılarına saygı duymak ve bu başarıları sonraki kuşaklara aktarmak’ demektir. Treitschke’ye göre tarihte iki itici güç vardı: Her ‘gerçek’ milletin (Treitschke yalnız büyük ve güçlü milletleri gerçek millet sayıyordu) kendi devletini kurma isteği ve her devletin milletini oluşturan tüm hakları bir çatı altında birleştirme eğilimi.

Fransız tarihçi Jules Michelet (1798-1874) ise milleti, bireysel özgürlüğün teminatı olarak görüyordu. 1789’da gerçekleşen devrim bir kardeşlik çağının başlangıcı olmuştu. Bu kardeşlik çağında zengin-fakir, soylu-köylü ayrımı kalmamıştı. Toplumdaki anlaşmazlıklar, kavgalar sona ermiş, düşmanlar barışmıştı. Vatanseverlik insanların tapınması gereken bir dindi. Modern Fransa’nın ve Avrupa tarihinin itici gücüydü.

Milliyetçiliği destekleyenler elbette yalnızca tarihçiler değildi. Örneğin İngiliz düşünür John Stuart Mill (1806-1873) kendisinden önceki liberal milliyetçiler gibi, cumhuriyetçi vatandaşlık kavramıyla milliyet düşüncesini birleştiriyordu. Considerations on Representative Government (1861) adlı eserinde Mill, milliyeti aralarında bir yakınlık olan insan grubu olarak tanımlıyordu. Bu yakınlığı doğuransa kimi zaman etnik benzerlik, kimi zaman ortak dil, din gibi öğeler, en çok da ortak bir tarih ve anılardı. Bu da grubun işbirliği ve tek bir siyasal erkin çatısı altında toplanmasını sağlıyordu. Mill’e göre özgür siyasi rejimler kurmanın yolu türdeş (homogeneus) bir milli kimlik ‘birlik içinde bir kamuoyu’ oluşturmaktan geçiyordu. Farklı milletlerden oluşan bir ülkede özgür kurumlar oluşturmak neredeyse imkansızdı. Ortak bir yakınlık hissinin olmadığı toplumlarda, hele toplumu oluşturan gruplar farklı diller konuşuyorlarsa, ‘ortak’ bir kamuoyu da yaratılmazdı. Bu durumda bir grup, diğer bir grubun duygu ve düşüncelerinden haberdar olamazdı. Bu nedenle temel siyasi birim çok uluslu devletler değil, millet olmalıydı. Millet özgür yönetimin ön koşuluydu. Mill’in bu düşünceleri bize ‘eleştirel’ kampa geçme şansını veriyor.

İngiliz tarihçi Lord Acton (1834-1902) bu kampın liberal üyelerindendi. Lord Acton, Mill’in düşüncelerine bireysel özgürlüğün, farklı milletlerden oluşan ve birden fazla yönetim merkezine sahip devletlerde daha iyi korunabileceğini ileri sürerek karşı çıkıyordu. Acton’a (1996: 17-38) göre milli birlikte ısrar etmek, devrime ve despotluğa yol açardı. Dolayısıyla çok uluslu imparatorluklar, örneğin Avusturya İmparatorluğu, tek uluslu devletlerden, örneğin Fransa’dan üstündü: ‘değişik ırkları tatmin edemeyen bir devlet kendini lanetler, onları etkisiz kılmaya, özümsemeye ya da dışlamaya kalkan bir devlet, kendi canlılığını yok eder’di Acton’a göre.

Eleştirel kampın en önemli grubunu kuşkusuz Marksist Akım oluşturuyordu. Milliyetçilik-Marksizm ilişkisi pek çok araştırmaya konu olmuştur. Bu araştırmaların genel olarak üzerinde birleştikleri nokta, millete duyulan yoğun bağlılığın Marksizm açısından hem siyasi, hem de kavramsal zorluklar doğurduğudur. Milliyetçilik, proletaryayı uluslararası devrim amacından saptıran bir tür ‘yanlış bilinçlenme’ miydi? Yoksa sınıflar ve sınıf çatışması, öncelikle milli sınırları içinde mi düşünülmeliydi? Eğer öyleyse milli burjuvazilere karşı verilen mücadele, tüm dünyada sosyalizmin kurulması hedefiyle nasıl bağdaşırdı? Bu kavramsal nitelikli sorulara siyasal nitelikli olanlar da ekleniyordu. Marksist düşünür ve eylemcilerin milliyetçi hareketlere karşı tutumlarında –kimi zaman taktik nedenlerden kaynaklanan- farklılıklar görülüyordu. Örneğin ikinci Enternasyonel’de, ‘revizyonist’ ve ‘merkezci’ gruplar emperyalizmi uygarlığın yayılmasına katkıda bulunduğu gerekçesiyle savunurken, daha sonraki yıllarda Rosa Lüxemburg başta olmak üzere, Joseph Strasser, Anton Pannekoek gibi daha radikal sayılabilecek bazı yazarlar milliyetçiliğe ve milliyetçiliğin sosyalizmle bağdaştırılması çabalarına koşulsuz olarak karşı çıkmışlardı. Lenin ise ezen ve ezilen ülke milliyetçiliği ayrımını gündeme getirmiş, emperylizmin baskısı altında ezilen halkların kendi kaderini tayin hakkı olduğunu iddia etmişti. Bu çelişkili tutumların ve Marksist bir milliyetçilik kuramı olmayışının nedenleri yazardan yazara değişiklik gösterir. Örneğin, Regis Debray Marksizm’in ‘doğa’ kavramına önem vermediğini, bu yüzden millet olgusunu açıklayamayacağını savunur. Debray’a göre Marksizm bizim (insanlığın) ürettiklerimizi değil bizi üreteni dikkate almıştır. Kitching (1985: 99) ise, aydınlanmacı akılcılığın mirasçısı olan Marksistlerin gözlemleyebildikleri ama akılcı bir biçmde açklamadıkları milliyetçiliği psikoloji aracılığıyla çözümlemeye kalkıştıklarını ve milli bağlılıkları duyguların, ideolojik koşullanmaların oyunuymuş gibi sunduklarını iddia eder. Calhoun, milliyetçiliği gözardı eden hiçbir düşünür ya da bilim insanının Marx ve Engels kadar eleştirilemediğini belirtir ve bu ‘görece’ unutuşu düşünürlerin koşulsuz ‘uluslararasılığına’ verir. Calhoun’a göre Marx ve Engels’in en büyük yanılgısı işçilerin, global kapitalist bütünleşmenin doğurduğu sıkıntılara yalnız ‘sınıfsal’ kimliklerine sarılarak tepki vereceklerini düşünmeleriydi. İşçilerin, işçi kimliklerinin yanı sıra pek çok kimliği vardı. Dini topluluğa ya da millete duyulan bağlılıkar da işçilerin tepkilerini yönlendiriyordu (Calhoun, 1997: 26-28). Guibernau ise sorunun kökenlerini Marx ve Engels’in dönemin diğer büyük düşünürleri gibi, toplumların tarihsel gelişim sürecinde geçirdiği tüm evreleri açıklayabilecek bir ‘büyük kuram’ peşinde olmalarında arar. Marx’a göre, Eski Yunan’dan modern çağlara tüm sistemlerin ortak özelliği ‘sınıf çatışması’dır. Dolayısıyla toplumsal gelişimin evrelerini açıklayacak bir kuramın anahtar öğesi bu olmalıdır. Millet ve milliyetçilik bu anlamda ‘marjinal’ olgulardır.

Marksizmin bu klasik sorunsalı, yirminci yüzyılın neomarksistlerini de ateşli bir tartışmanın içine sürüklemiştir. Nichos Poulantzas’a göre bir milliyetçilik kuramı üretilmeyişi, geleneksel marksizmin tüm açmazını gözler önüne sermektedir. İşçi hareketinin milliyetçiliği küçümsediği tezi doğru değildir. Poulantzas buna kanıt olarak işçi hareketi içinde konu üzerine yapılan uzun tartışmaları gösterir. Tüm bunlara karşın bir kuram üretilmediğine göre ‘Marksist bir milliyetçilik kuramı olmadığını kabul etmemiz gerekir’ (James, 1996: 49). Öte yandan Poulantzas’a katılmayanlar da vardır. Bir grup yazar kuram tartışmasının bir kenara bırakılmasını önerir ve Marksistlerin milliyetçilik üzerine yazdıklarının yeterli olduğunu ileri sürer. Örneğin, J.N. Blacet. Bir başka grupsa doğrudan Marksist bir milliyetçilik kuramı olmadığı savına karşı çıkar. Örneğin Nimni (1991) eserinde Marx ve Engels’in milliyetçilik karşısındaki tavırlarının siyasi koşullara göre değişiklik gösterdiği iddiasını reddeder ve konuda yazdıklarının –sistematik olmasa da- belirli bir bütünlük içerdiğini öne sürer. Ronaldo Munck ise Marksizmin bir milliyetçilik kuramı olmadığını söyleyerek başladığı kitabını Bauer, Gramsci ve sosyalist -siyonist- Ber Borochov’un bir kuram için gerekli olan malzemeyi sunduklarını iddia ederek bitirir. Neomarksistler, Marksizmin milliyetçilik karşısındaki kuramsal suskunluğunu aşmaya yönelik girişimlerde de bulunmuşlardır. Örneğin Nairn, Hechter ve Hroch’un milliyetçilik kuramlarını söyleyebiliriz.

Marx (1818-1883) ve Engels’e (1820-1895) göre modern millet, kapitalist üretim biçiminin feodalizmin yerine geçmesiyle sonuçlanan uzun bir tarihsel sürecin ürünüydü. Kapitalist ekonomiye geçiş Batı Avrupa’daki pek çok toplumsal oluşumun daha türdeş ve merkezi bir yapıya kavuşmasına yol açmıştı. Yerel farklılıkların törpülenmesi, piyasa ekonomisinin vazgeçilmez önkoşullarından biriydi.

Bu bağlamda Marx ve Engels, Hegel’in ‘tarihi’ ve ‘tarihi olmayan’ milletler ayrımını canlandırmışlardı. Nimni, her iki düşünürün de millet terimini bir devlet sahibi olan topluluklar için kullandıklarını, henüz bir devlet kuramamış olan topluluklar içinse milliyet terimini yeğlediklerini söyler. Buna göre, milletler ya kendi devletlerini kurarak millet statüsüne geçecekler ya da ‘tarihsiz halklar’ (Geschichtslosen Völker) olarak kalacaklardı. ‘Tarihsiz halklar’ kapitalist üretim biçimine uyum sağlayamadıklarından gerici bir nitelik taşıyor, her türlü değişime karşı çıkıyorlardı; çünkü varlıkları eski rejimin sürmesine bağlıydı.

Bu nedenle Marx ve Engels tarihi milletlerin, örneğin Polonyalıların,İtalyanların,milli hareketlerini desteklerken, Avusturya-Macaristan ya da Rus İmparatorluklarına karşı, gelişen akımları ‘gerici’ olarak nitelendiriyorlardı. Daha genel olarak Marx ve Engels ortak bir dil ya da geleneklerin, coğrafi ve tarihsel türdeşliğin bir millet oluşturmaya yetmeceğini düşünüyorlardı. Millet olabilmek için belirli bir ekonmik ve toplumsal gelişme düzeyine ulaşmış olmak da gerekliydi. Buna bağlı olarak, 1848 yılında Schleswig ve Holstein’ın Danimarka’ya bırakılmasına şiddetle karşı çıkmışlardı, çünkü onlara göre Almanya, İskandinav ülkelerine göre daha ileri bir kapitalist gelişme düzeyine sahipti, dolayısıyla daha ‘ilerici’ ve ‘devrimci’ydi.

Marx ve Engels bu genel tavrı, 1848 devrimleri sırasında da sürdürürler. Onlara göre küçük, dinamik olmayı beceremeyen milletler yok olmaya mahkumdur. Fakat Marx ve Engels’in farklı zaman ve koşullarda farklı milliyetçilik hareketlerine aynı ve tek çerçevede yaklaşmadıklarını görebiliriz.

Değinmesi gereken son bir nokta da, Marx ve Engels’in ‘uluslararasıcılığa’ olan bağlarıdır. Mung’a göre bu bağlılık, kimi yazarların iddia ettiğinin aksine, gerçekti. Bunun en önemli kanıtı da 1848’de yayımladıkları- Komünist Manifesto-idi. Marx ve Engels daha o zamandan halklar arasındaki milli farklılık ve karşıtlıkların günden güne eridiğini ileri sürmüşlerdi.

Ulusal ayrılıklar ve halkar arasındaki düşmanlıklar, burjuvazinin gelişmesinde, ticaret özgürlüğünden, dünya pazarından, üretim tarzındaki ve ona tekabül eden hayat şartlarındaki tekbiçimlilikten ötürü günden güne ve gitgide daha çok kaybolmaktadır(Engels ve Marx, 1968: 6).

Marx, Friedrich Hist’in Das Nationale System der Politischen Ökonomie adlı esri üzeri yazdığı bir makalede de şunları söylemişti: İşçinin milliyeti Fransız, İngiliz ya da Alman değil, emek, bedava kölelik, kendi kendini satmaktır. Onu yöneten hükümet Fransız, İngiliz, ya da Alman hükümetleri değil, sermayedir. Doğduğu yerin havası Fransız, İngiliz ya da Alman havası değil, fabrika havasıdır. Ona ait olan toprak Fransa, İngiliz ya da Alman toprağı değil, yerin bir kaç karış altıdır.

Benzer görüşler Engels tarafından da dile getirilmiştir. İşçi sınıfı yalızca uluslararası bağlamda düşünmeliydi. Enternasyonal, ülke tanımazdı; birleştirmeyi amaçlardı, bölünmeyi değil, ‘[Enternasyonal] milletin çağrısına karşı çıkardı, çünkü milliyet, hakları birbirinden ayırma eğilimi taşır, zorbalar tarafından önyargı ve karşıtlıklar yaratmak için kullanılır’ dı.

Öte yandan Komünist Manifesto’daki bazı pasajlar, Marx ve Engels’in milliyetçiliğe bakışını irdeleyen yazarlar arasında ateşli bir tartışmaya yol açmıştır. Bunlar Marx ve Engels’in proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesinin öncelikle bir ‘milli mücadele’ olduğunu söyledikleri pasajlardır.

Özünde olmamakla birlikte, biçiminde, proletaryanın burjuvaziye karşı mücadelesi, başlangıçta ulus ölçüsünde bir mücadeledir. Her ülkenin proletaryası, elbette ki her şeyden önce, kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır.

Ya da: Her ülkenin proletaryası her şeyden önce, politik iktidarı ele geçirmek, kendisini ülkenin yönetici sınıfı durumuna yükseltmek, kendisi bizzat ulus olmak zorunda olduğuna göre, proletarya bu bakımdan yüzde yüz millidir; ama kelimenin burjuva anlamıyla değil.

Kimi yazarlara göre bu pasajlar, Marx ve Engels’in karşı karşıya oldukları ikilemi yansıtır: İşçiler hem milli bir mücadele vermeye çağrılırlar hem de onlara vatanlarının olmadığı söylenip onlardan uluslararası devrime inanmaları beklenir. Milli mücadeleden uluslararası devrime nasıl geçileceği ise açıklanmaz. Mung’a göre ise, Marx ve Engels’in kastettiği yeterince açıktır. İşçiler öncelikle kendi ulus-devletlerinin öncü sınıfı (manifestonun Almanca baskısında ‘milli sınıf’ terimi kullanılmıştır) haline gelmelidirler. Ancak iktidarı ele geçirdikten sonra, milli karşıtlıkların törpülenmesi için çalışabilirler. Bu pasajları farklı şekilde yorumlama mümkün değildir. Bu bağlamda bir çelişkiden de söz etmek imkânsızdır (Munck, 1986: 23-25).

Yukarıda sözü edilen pasajlar hakkındaki görüşler ne olursa olsun, Marksistler arasında bir milliyetçilik kavramı geliştirmeye en çok yaklaşanların Otto Bauer (1881-1938) ve Karl Renner (1870-1950) oldukları konusunda tam bir fikir birliği vardır. Gerçekten de Otto Bauer’in 1907’de yayımlanan Die Nationalitaten Frage und die Sozial Demokratie’sı yalnızca Marksistlerin değil tüm dönemin en kapsamlı milliyetçilik çalışmalarından biri sayılabilir.

Renner’in milli farklılıklardan kaynaklanan sorunlara önerdiği çözüm, devlet ve milleti birbirinden ayırmaktı. Milletle ilgili olan alanlar eğitim ve kültürle sınırlı olmalı, devlet ise toplumsal ve ekonomik konularla ilgilenmeliydi. Devletin örgütlenmesinde federal yapı benimsenmeliydi. Milli özerklik de bir bölgede yaşayan toplam insan sayısına göre değil herhangi bir milliyeti benimseyen insan sayısına göre belirlenmeliydi. Renner’in ‘kişilik ilkesi’ (Personality Principle) olarak adlandırılan bu düşüncesi, Avusturya sosyal demokrasisine damgasını vuracaktı.

Bauer ise milliyetçiliği çözümlemeye milleti tanımlayarak başlamıştı. Yazara göre millet bir ‘kader topluluğuydu’, kendine özgü bir karakteri ve kültürü vardı. Milletin kökeni, milliyetçilerin iddia ettiğinin aksine, koşullara bağlıydı. Herder’in sözünü ettiği ‘dil topluluğu’ nun oluşması, modernleşmenin getirdiği bir dizi etkene dayanıyordu. Bauer bunların arasında tarımsal üretim biçimlerinin değişmesi, kırsal alanların bölgesel ekonomik ilişkiler içine çekilmesi ve bunun sonucunda lehçelerin birbirine yakınlaşmasını sayıyordu. Bauer’e göre ikinci aşama ‘kültür topluluğu’ aşamasıydı. Dil topluluğuyla milli kimliğe ulaşılması arasında bir köprü işlevi gören bu aşamada Bauer, ‘yüksek kültürlerin’ gelişmesi ve yaygınlaşmasıyla bir ‘yüksek’ dilin, yani değişik lehçelerin üstünde, herkesin anlaşabileceği ortak bir dilin oluşmasını önemsiyordu. Kültür topluluğundan millete geçişte önemli olan etkense duyguydu, milleti oluşturanların ortak kaderine olan inançlarıydı. Ortak geçmiş kadar, belki de ondan daha çok ortak geleceği, kader birliğini önemseyen Bauer bu yüzden milleti bir ‘kader topluluğu’ olarak tanımlamıştı.

Bauer millet ve sınıfı biraraya getirmenin yolunu da bulmuştu. Ona göre milli kültür değişik sınıfların katkısıyla oluşuyordu. Sosyalizme geçildiğinde milletler arasındaki ilişkiler düzelecekti. Çünkü bu ilişkileri bozan aslında sınıfsal çatışmalardı. Bunlar ortadan kalkınca, milletler arasındaki ayrılıklar da yerlerini işbirliği ve birlikte uyum içinde yaşamaya bırakacak, toplumun tüm bireyleri milli ülkülerin gerçekleştirilmesi için çalışacaklardı. Bauer bu sonuca Çek-Alman ilişkilerini izleyerek varmıştı. Önemli olan milli konuları (kültürel-karşıtlık içermeyen), sınıfla ilgili olanlardan (ekonomik-karşıtlık içeren) ayırmaktı. Her millete özerklik verilirse, geriye yalnızca sınıf çatışmaları kalacaktı.

En sona bırakılan Fransız tarihçi Renan’a geçmeden önce kısaca değinilmesi gereken iki isim daha var: sosyoloji biliminin kurucuları sayılan Emile Durkheim (1858-1917) ve Marx Weber (1864-1920).

Milliyetçiliğin kolay kolay tarihin karanlıklarına gömülmeyeceği iyice anlaşılmasına karşın, Marx ve Engels’ten bir kuşak sonra hala konuyu enine boyuna inceleyen bir kuramsal çalışma üretilmemişti. Bu suskunluğun nedenleri yine araştırmacıdan araştırmacıya değişiyor. Burada iki görüşü almakla yetinelim. Guibernau, Marx için söylediğini Weber ve Durkheim için de yineler ve milliyetçiliği dışlamalarını, toplumsal gelişimin tüm evrelerini açıklayacak bir kuramsal çerçeve peşinde olmalarına bağlar. Durkheim, ‘iş bölümünü’ toplumun belirleyici niteliği olarak görürken, Weber ‘akılcı örgütlenme’yi (örneğin modern toplumlarda bürokrasiyi) ön plana çıkarıyordu. James ise bu suskunluğu, milliyetçiliğin dönemin atmosferine egemen olmasıyla açıklar. James’e göre yirminci yüzyılın başlarında milli çıkarların diğer tüm değerlerden üstün hale gelmesi düşünce insanlarını da etkiliyor, milliyetçiliği tarafsız gözle incelemelerini güçleştiriyordu. Weber’in Alman milliyetçisi olması da bu şekilde açıklanabilir.

Fransız tarihçisi Ernest Renan (1823-1892), 1882’de Sorbonne’da verdiği “Qu’est-ce que’une Nation” başlıklı dersinde ileri sürdüğü bazı düşünceler, bugün olduğu kadar kendi döneminde de yaygın olan ve milleti ırk, din, dil gibi nesnel öğelerle açıkayan tanımlara karşı çıkmıştı: ‘Nasıl üç dili ve iki dini olan, üç ya da dört ırktan oluşan İsviçre bir millet sayılır da, örneğin çok daha türdeş olan Toscanan millet olarak görülmez? Neden Avusturya bir devlet de bir millet değil?’ Bu noktadan hareketle Renan, milletlerin ebedi olmadığını, bir başlangıçları olduğu gibi bir sonları da olacağını ileri sürmüştü. Milletleri millet yapan ‘kahramanlıklarla dolu ortak bir geçmiş, büyük liderler ve gerçek zaferlerdi’. En az bunlar kadar önemli olan başka bir noktaysa, ‘toplu unutuşlar’dı. Milletler, birliklerini sağlamak ve koruyabilmek için yalnızca geçmişlerindeki başarıları hatırlamalı, kimi kötü anıları da unutmalıydılar. Tek bir cümlede toparlayacak olursak, liberal ilkelere bağlı kalmaya çalışan Renan milletlerin doğuşunda siyaseti ve ortak geçmişi ön plana çıkarmıştı (Renan, 1990: 8-22)

Bu düşünceler bizi yirminci yüzyıla taşır. Fakat yazının haddinden fazla uzamasının pek de yararlı olacağını düşünmüyor, yalnız yirminci yüzyılın gelişmelerini ikinci bölüm olarak farklı bir yazıda açıklamayı düşünüyorum. Şimdi buradan millet ve milliyetçilikle ilgili farklı genel yaklaşım ve düşünce tarzı –okulları- akımları kısaca aktarmaya geçebiliriz.

Bir sosyal olgu olarak millet ve milliyetçilikle ilgili kuramsal yaklaşımları –bence- belli başlı iki kampa, biri sosyal-kültürel yaklaşım diğeri sosyal-politik yaklaşım olarak ayırabiliriz. Fakat kaynağın izlediği izlence ve çizgiyi izlemeye bağlı kalmak zorunluluğundan üç farklı genel yaklaşımı göreceğiz. Bunlar ‘İlkçi ekol’, ‘Etno-Sembolcü ekol’(sosyal-kültürel) ve ‘Modernist ekol’ (sosyal-politik) akımlar ya da kuramlar olarak ele alınacaktır. 6

“MİLLET VE MİLLİYETÇİLİK”

“Millet ve Milliyetçilik”, değerli bilim adamı Prof. Dr. İskender Öksüz’ün son kitabının adı. Bu ad size, çok klasik ve alışılmış gibi gelebilir. Ancak, muhtevası çok farklı. 376 sayfalık kitap, son yılların araştırmalarını ele alıyor. Dünyanın seçkin bilim adamlarının bulgu ve bu güne kadar bilinenleri eleştirip tamamlayan görüşlerini özetleyerek veriyor. Sonra da, tahlil, değerlendirme ve telif ediyor.

Yazar şöyle bir bilgi veriyor: “Müjdeli haber şu ki, sosyolojide millet konusundaki çalışmalar son 30-40 yılda büyük bir hızla arttı. Diyebiliriz ki, 1980’e kadar millet ve milliyet üzerinde ne kadar araştırma yapıldıysa, 1980’den bugüne eskilerin toplamı kadar, belki de o toplamdan daha fazla çalışma yapıldı.”

Kitapta, “sosyolojinin millet teorileri ile etno-sembolizm ve en yeni gelişme alanı olan sosyo-biyolojiye dayanan millet teorileri” üzerinde ayrıntılarıyla durulmaktadır. Millet ve Milliyetçilik konularının bizdeki uzmanları, bilim alanındaki bu hızlı gelişmelerden ne kadar haberdardır bilemeyiz; ama bildiğimiz bir şey var ki, ilgilenen fikir adamlarımız için müthiş bir çalışma. Dünyanın bilim adamlarının yaptığı araştırmaları önümüze getirmektedir. Bu bakımdan bilim, kültür ve düşünce hayatımıza yeni ufuklar açacağını düşünüyoruz.

Bu çok değerli eseri meydana getiren, bilim adamı, yarım asırdır gerçek dostumuz İskender Öksüz’e teşekkür ediyoruz.

Millet ve milliyetçiliğin çağı bitiyor mu?

Yazar, soruyor: “Milletler çağı bitiyor mu?” Sonra da cevabını veriyor: “millet teorilerinin ortak noktalarından biri, milletin iletişimle doğduğudur…kendilerini idrak etmelerine iletişim sebep olmaktadır… Avrupa’dakiler gibi statik toplumlarda millet hissi ve birliğinin doğması bu sebeple geç olmuştur.” tespitinden sonra; “Hayrola? İletişimin aniden gerilemesini veya bitmesini mi bekliyorsunuz?” diye soruyor ve iletişim çağında olduğumuzu hatırlatıyor.

Gerçekten de, bizim hocalarımız hep, “Türkler atı ilk defa binek aracı olarak kullandığı için coğrafyaya yayıldılar ve farklı toplulukları görerek kendilerini tarif edip erkenden milletleştiler” diye yazar ve konuşurlardı. Bunun en açık delilini de; Orkun abidelerinde, daha 8’inci asırda [732] Bilge Kağan, “Gök Tanrı Türk Milleti yok olmasın diye beni tahta oturttu, millet olsun diye görevlendirdi” diye yazması ve Avrupa’nın 18’inci asırda Fransız İhtilali milleti keşfetmiş olması göstermiyor mu?

Kitaba dönersek, şu ana bölümlerden oluştuğunu görüyoruz: “Bilim ve insan bilimleri-Irkçılık-Marksistler ve millet-SSCB-Post komünizm ve postmodern emperyalizm-Siyasî ümmetçilik-Sosyolojide millet teorileri-Modernizm-Etnosembolizm: Anthony Smith-Biyolojiden destek- Türk milleti ne zaman?-Millet,devlet ve dil – Sonuç.”

Bir not da bizden

İnsanlık tarihi, “egemenlik mücadeleleri tarihi” dense, pek de yanlış olmaz. Egemenin iddiasının ve dayandığı değerlerin farklı olması, bu gerçeği değiştirmez. Bakıyoruz, ilk çağ insanından zamanımızın insan, toplum ve milletlerine kadar bu böyle geliyor. Hatta, bunu her canlıda da görüyoruz. Egemen olmak, en derin, kuşatıcı ve vazgeçilemez payda. Demek ki, her şeye hakim olma duygusu, üstünlük ihtiyacı yaratılıştan, fıtrattan geliyor. Bu davranış biçimine, içgüdü diyoruz. Ama insan bunu da aşan; düşünen, araştıran, tasarlayan, planlayan ve inşa eden, akıl ve ilim sahibi bir varlık. Bu sayede durgunluk yok oluyor; rekabet, yaratılanı anlama, çözme, olgunlaşma, tekâmül, zenginleşme ve refah meydana geliyor.

Bu süreçte, ortak özelliklerde insan toplulukları oluşuyor, milletleşip devletleşerek, insanlık aleminin aileleri ve belirleyici, üstün gücü ortaya çıkıyor.

İskender hoca, Millet ve Milliyetçilik kavramlarının zirveye doğru ilerlediğini, en seçkin bilim adamlarının araştırmalarına da dayanarak ortaya koyuyor. Bu mübarek çalışmanın, iyi niyetli ve gerçeğe saygılı her insana çok faydalı olacağı muhakkaktır. Ancak; Türk Milletine düşmanlığı amaç edinen zihin hastalarına ve özellikle de, Türk Milletini etnik ve inanç parçalarına ayırarak egemenliğini yıkmaya çalışan haçlı emellerinin takipçisi siyaset erbabına ne kadar şifalı gelecektir onu kestiremiyoruz.

Not: Emrullah Özdemir’in, AKÇAĞ yayınlarından çıkan SON KAĞAN romanı Tam bağımsızlık bilincinin önemine yapılan güçlü vurgularla, soluksuz okunacak bir eser olmuştur.

  • #iskender öksüz
  • #millet
  • #millet ve milliyetçilik
  • #milliyetçilik

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.