Kər iqtisadiyyatı
Kuranı Kerim’den direkt delil olarak nitelendirildiği ifade edilen 4.ayeti kerime ise Enfâl Suresi 11.ayeti kerimesidir. Bu ayeti kerimemizde de Şeyhe Yapılan Rabıtaya delil getirilemeyeceği gibi nasıl anlamamız noktasında ayeti kerimeyi diğer ayetlerimizi incelediğimiz gibi birlikte inceleyelim.
Süleymanlılarda Rabıta
Öncelikle üzerinde uzun uzun durulması gereken bir konu olan Rabıta meslesini kısa bir şekilde ifade etmek oldukça meşakkatli b ir iştir.
Yazımıza ekleme ve çıkartmalar da zaman içerisinde yapılabilir. Konuları en kısa şekilde ifade etmek için elimizden gelen çabayı azami derecede göstermeye gayret edeceğiz.
Rabıta ; farz , vacip veya sünnet bir ibadet biçimi değildir. Kuranı Kerimde ve Sünneti seniye de direkt Rabıtaya dair hiçbir işaret yoktur. Makalemizin devamında Kuran ve Sünnetten delillendirilmeye calışılan ayetleri ve hadis diye nitelendirilen bir takım rivayetleri izah ederek açıklayacağız.
Direkt bu şekilde giriş yapmamız uygun olmasa da öncelikli olarak yazıyı okuyan kardeşlerimiz yarıda bırakabilir ve ya konuyu internette direk hükümler açısından araştıran arkadaşlar olabileceği hasebiyle düşüncemizi net bir şekilde belirtmek istedik.
Rabıta konusu daha çok tasavvufi bir meseledir. Tarikat ve cemaatlerde Şeyhe yapılan Rabıta ile Kuran’daki Rabıta bir değildir. Bu iki ayrımı delilleri ile birlikte okuyup aradaki farkı daha iyi kavramamız gerekmektedir.
Rabıta konusunda emin olunmalı ki Rabıtayı anlatan bir çok insan belki de bu konu ile ilgili tek bir çalışma yapmayıp taklidi iman şeklinde meseleyi izah etmesi büyük sorunları da beraberinde getirir.
Rabıta- الرابطة nedir?
Sözlükte “bağlamak” mânasındaki rabt kökünden türeyen ve “iki şeyi birbirine bağlayan ip; alâka, bağ, münasebet” anlamlarına gelen râbıta kelimesi tasavvufta sâlikin kâmil bir mürşide gönlünü bağlaması, onun sûret ve sîretini (hem yüzünü hem ahlâk ve davranışlarını) düşünmesini ifade eder.
Tasavvuf tarihinde önceleri şeyhi sevmek, kalbini ona bağlamak, bu sayede ondan feyiz almak ve davranışlarını taklit etmek gibi uygulamalar bulunurken zamanla bunlar şeyhin sûretini düşünme şeklini almıştır.
Hasan Attâr, tasavvuf yolunda teveccühün yapılış şeklini anlatırken önce şeyhin sûretini düşünmek gerektiğini, gelen feyizle hararetin tesiri zuhur edince kalbe teveccüh edileceğini kaydetmiştir.
Abdurrahman-ı Câmî de teveccühü anlatırken râbıta yapılacak şeyhin müşahede makamına ulaşmış, zâtî tecellîlere mazhar, görüldüğünde Allah hatıra gelen kâmil bir zat olması gerektiği üzerinde durmuştur.
Kaynaklarda râbıta uygulamasının tasavvufî eğitimin sadece başlarında gerekli olduğu ifade edilir. Zira kalben Allah’a yönelebilecek seviyeye gelen mürid için lüzumsuz ve mâsivâ olarak telakki edilmektedir.
Râbıta ile alâkalı bazı rivayetlerde şeyhin sûretinin düşünüleceği ifade edilmiş, ancak ayrıntılı bilgi verilmemiştir. Bu konuda ilk ayrıntılı bilgiye Ubeydullah Ahrâr’da rastlanır. Ona göre râbıtada şeyhin iki kaşının arasını düşünmek gerekir. Çünkü burası feyiz mahalli olarak telakki edilmektedir.
Sûfîlere göre râbıta kalbi dünyevî düşüncelerden temizlemek ve korumak, mürşidin ruhaniyetinden feyiz almak ve onun vasıtası ile Allah’ı hatırlamak, gıyabında mürşidle mânevî beraberlik ve muhabbet tesis etmek amacıyla icra edilir; bunların en önemlisi muhabbettir.
Tasavvufî anlayışa göre mürid, şeyhinin davranışlarını taklit edebilmek ve onun mânevî halini kendi üzerine yansıtabilmek için şeyhini sevmelidir. Çünkü seven kişi sevdiğine benzemek ister. Sevgi ve ülfet şeyh ile mürid arasında bir vasıtadır. Bu sevginin gücü nisbetinde müride şeyhten mânevî hal sirayet eder. Tasavvuftaki “fenâ fi’ş-şeyh” tabiri de râbıtanın özü olan şeyhi sevmenin bir başka ifadesidir.
XIX. yüzyıla kadar râbıta hakkında önemli bir eleştiri yapılmamıştır. XIX ve XX. yüzyıllarda Hindistan’da kendisi de bir Nakşibendî Müceddidî olan Ahmed Şehîd Birîlvî ile Sıddîk Hasan Han Kannevcî ve İstanbul’da Hâfız Seyyid Hoca başta olmak üzere bazı kişiler tarafından râbıtaya eleştiriler yöneltilmiştir.
Eleştirenlerin çoğu râbıtayı sadece bid‘at olarak görürken Hâfız Seyyid Hoca hem bid‘at hem şirk olduğunu ve putperestlik âdetlerine benzediğini öne sürmüştür. Bu eleştiriler üzerine bilhassa Nakşibendî Hâlidî mensupları râbıtayı savunmak için eserler kaleme almışlardır.
Eleştirenlerden bazıları râbıtayı bir ibadet olarak algılamış, ibadetin de ancak Kur’an ve Sünnet’te belirlenebileceğini söylemiştir.
Sûfîlere göre ise râbıta bir ibadet değil şeyh ile mürid arasında sevgi ve feyiz alışverişine vasıta olacak bir metottur.
Râbıtayı eleştirenler genellikle onu aynı zamanda bir itikad meselesi şeklinde görürken sûfîler eşini seven bir kişinin gıyabında onu düşünmesi gibi tabii bir hal olduğunu söylemişlerdir.
Bu sebeple bazı sûfîler râbıtayı “şeyhe tam bir muhabbet” diye tarif etmişler ve râbıtada şeyhin sûretini düşünmek için özel bir gayrete gerek olmadığını, muhabbetin yeterli olduğunu, zaten seven kişinin sevdiğini düşüneceğini belirtmişlerdir.
Râbıtayı ayrıntıdan ve kurallardan arındırarak şeyh ile mürid arasında tabii ve psikolojik bir iletişime dönüştüren bu yaklaşım daha sağlıklı olmasına rağmen bazı sûfîler dönemin geleneklerine uyarak râbıtanın meşruiyetini ispat etmek için konuyla ilgisi oldukça az olan âyet ve hadisleri delil olarak kullanmışlardır. İlgili ayetleri aşağıda açıklayacağız.
Nakşibendiyye’de râbıtaya özel bir önem atfedildiği ve onu savunmak için eser yazanların daha ziyade bu tarikata mensup bulunduğu için râbıta uygulamasının Nakşibendîler’e has olduğu zannedilmektedir. Halvetiyye, Kādiriyye ve Çiştiyye başta olmak üzere birçok tarikatta râbıta uygulanmaktadır.
Kuran’da ki -رَابِطُواْ Lafzı ve 4 Yerde Geçen Kelimeler Şeyhe Yapılan Rabıta mıdır ?
Yazımızın bu bölünde yukarıda da belirteceğimizi ifade ettiğimiz Rabıta Kuranda var mı ? Kuran da var olan Rabıta ile bugün yapılan R abıta aynı mıdır ? Rabıta ayetleri diye nitelendirilen ve bugün tarikatlarda yapılan Rabıtaya delil midir?
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اصْبِرُوا وَصَابِرُوا وَرَابِطُوا وَاتَّقُوا اللّٰهَ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Genel itibari ile Rabıta meselesi ile ilgili konu açıldığında ilk ayet olarak hemen yukarıdaki Âl-i İmrân Suresi – 200 . Ayeti kerimesi zikredilir.
Şimdi bu ayeti kerimeyi birlikte inceleyelim. Meal ve tefsirini de yazıp ilgili konuyu ve diğer ayeti kerimeleri de bildirelim. Öncelikli olarak Günümüzde ŞEYHE YAPILAN RABITA konusunda delil diye getirilen ve farklı tevil yöntemleri ile ucundan , kıyısından yakalanmaya çalışılan Rabıta anlayışı ile ayette anlatılmak istenilen olay son derece farklıdır.
Ey iman edenler! Sabredin; (düşman karşısında) dayanışmada bulunun; (savaş için) hazırlıklı ve nöbette bulunun! Allah’a karşı [takvâ]lı (duyarlı) olun ki kurtulasınız.(Âl-i İmrân Suresi – 200 . Ayet Meali)
Buradaki [râbitû] emri, sanıldığı gibi “zikirde insanları hatırlayıp onlarla manevi bir bağ kurmak” anlamında “rabıta” ile asla ve asla ilişkili değildir. Aksine bu emir, “savaş için hazırlıklı ve nöbette olmak” anlamına gelmektedir. Her ne kadar bu ayeti kerimede Allah’ın güzel dostlarını hatırlayıp günahlardan uzak durmak için bağ kurulmalı şeklinde nitelendirmeler yapılsa da ayeti kerime de anlatılmak istenen öncesi ve sonrasını ve yine ilgili ayet bağlamlarını da ele aldığımız da Bu gün ANLADIĞIMIZ Tarzda ŞEYHE YAPILAN RABITA olmadığını belirtmek isteriz.
Konuya devam edecek olursak ilgili ayeti kerimenin tefsirini de aşağıda belirtmekte fayda olacağını düşünüyoruz.
Sözlükte sabır “acıya katlanmak, zorluklara ve sıkıntılara göğüs germek” demektir (bilgi için bk. Bakara 2/45). Aynı kökten gelen ve meâlinde “kararlılıkta yarışın” diye çevrilen fiilinin masdarı olan müsâbere ise “kişinin kendisiyle başkası arasında meydana gelen olumsuzluklara katlanması (Râzî, IX, 155), kendisine karşı direnen kimseye (düşmana) daha fazla mukavemet etmesi” anlamına gelir (İbn Âşûr, IV, 208).
Sözlükte “düşmanın geleceği yeri bekleyip korumak” anlamına gelen ribât, terim olarak “Allah yolundan ayrılmamak, düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı bulunmak” anlamına gelmektedir. Aslında ribât “düşmanın ansızın saldırmasını önlemek için atı bağlayıp hazır tutmak” anlamına gelen “rabtü’l-hayl” ifadesinden alınmıştır. Daha sonra ister süvari ister piyade olsun, sınır boylarında bekleyen kimseye “nöbetçi, nöbet bekleyen” anlamında, bu kelimenin türevi olan murâbıt adı verilmiştir. Murâbıt “bir müddet beklemek için sınıra giden kimse” demek olup terim olarak silâh altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen asker için kullanılır (Elmalılı, II, 1265).
Âl-i İmrân sûresinin özellikle baş taraflarında tevhid, nübüvvet ve âhiret gibi dinin esaslarını oluşturan itikadî konularda açıklamalar yapılmış, daha sonra hac, cihad ve benzeri amelî konulara değinilip kulların bunları yerine getirmekle yükümlü oldukları bildirilmiş, son âyetinde de bu görevlerin yerine getirilebilmesi için kulların yapmaları gerekenler üzerinde durulmuştur. Çünkü bu görevler kulun ya sadece kendisiyle ilgilidir veya kendisiyle başkaları arasında gerçekleşmektedir. Yüce Allah kulun sadece kendisini ilgilendiren yükümlülükler için kula sabırlı olmasını tavsiye ederken; kendisiyle başkaları arasında gerçekleşecek olanlar için de müsâbereyi yani kararlılıkla direnmeyi emretmektedir. Meselâ düşmana karşı cihad ederken ondan daha fazla direnmesini ve ona galip gelmesini istemektedir. Düşmanın ansızın saldırıp müslümanları gafil avlamasını ve onları imha etmesini önlemek için de sınır boylarında nöbet tutmaları ve düşmana karşı daima dikkatli olmaları uyarısında bulunmaktadır. Hz. Peygamber de birçok hadiste müminlerin düşmanlarına karşı uyanık olmalarını, sınırda bekleyerek düşman saldırılarını önlemelerini emretmiş, bunu yapanların Allah katında büyük mükâfata ereceklerini ve cehennem ateşinden kurtulacaklarını haber vermiştir (bk. Buhârî, “Cihâd”, 73; Müslim, “İmâre”, 163; İbn Kesîr, II, 171-177; Kurtubî, VI, 324-326; silâh gücü bakımından hazırlıklı olmanın önemi için bk. Enfâl 8/60).
Hz. Peygamber bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı beklemeyi mecazi anlamda “nöbet bekleme” olarak isimlendirdiği için (Müslim, “Tahâret”, 41; Tirmizî, “Tahâret”, 39) bazı müfessirler buradaki ribâtı bu anlamda yorumlamışlardır.
Ancak İbn Âşûr, Hz. Peygamber’in ifadesinin bir benzetme olduğunu, bir namazı kıldıktan sonra diğer namazı kılmak için vaktinin gelmesini beklemeyi sınır boylarında nöbet beklemeye benzettiğini ifade etmektedir (IV, 209). Bununla birlikte namaz ibadetinin kişiyi kötülüklerden koruyucu özelliğe sahip bulunduğu düşünüldüğünde âyetin hakikat olarak her iki anlamı da kucaklayacak mahiyette olduğu kabul edilebilir. Çünkü nöbetlerin biri vatanı düşmandan, diğeri ise nefsi kötü davranışlardan korumaya yöneliktir. Nitekim âyetin, aynı zamanda sûrenin son cümlesinde kurtuluşa ermek için takvânın yani Allah’tan korkmanın emredilmiş olması, âyetin her iki anlamı da içerdiğine işaret eder. Bunların biri yapılıp diğeri yapılmadığı takdirde takvâ gerçekleşmiş olmaz dolayısıyla kurtuluş da olmaz.
Muhammed Abduh buradaki takvâ emri ile ilgili olarak özetle şöyle der: Takvâ senin, Allah’ın gazabından ve azabından kendini korumandır. Bu da ancak Allah’ı tanımak, O’nu razı edecek ve O’nu kızdıracak şeyleri bilmekle mümkün olur. Bunları bilmek ise Allah’ın kitabını anlamaya, Peygamberi’nin sünnetini ve bu ümmetin “selef-i sâlihîn” denilen geçmişlerinin hayatını bilmeye ve onları örnek almaya bağlıdır. Kim hakkı ve haklıları korumak, hak daveti yaymak uğrunda sabreder, engellere karşı direnir, tehlikelere karşı uyanık olup gerekeni yapar ve Allah’ın emrine saygısızlıktan sakınırsa, diğer işlerinde de bu prensipleri göz önünde bulundurursa kendisini kurtuluşa ve Allah katındaki mutluluğu elde etmeye hazırlamış olur (Reşîd Rızâ, IV, 319).
Kaynaklarda, Hz. Peygamber’in geceleri teheccüd namazına kalktığında Âl-i İmrân sûresinin son on âyetini okuduğu kaydedilmektedir (Buhârî, “Tefsîr”, 3/18-20; İbn Kesîr, II, 162-163).
Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 1 Sayfa: 745-747
Yazımızın bu bölümünde yukarıda zikrettiğimiz gibi Kuran’da geçen ama günümüzdeki Rabıta ile alakası olmayan , kökü olan “r.b.t” mazi fiili iki yerde, muzarisi olan “yerbitü” bir yerde, emri çoğul olarak “râbitü” şeklinde bir yerde ve aynı kökten gelen “ribât” ismi de bir yerde geçmektedir.
Bu zamana kadar sürekli Şeyhe Yapılan Rabıta’nın geçerliliğini Kuran’da ayetlerde var diyip , ayetleri anlamlandırmaktan beri olunup transit geçirilen ayetleri biz ele alıp konuyu izah etmeye devam edeceğiz.
Âl-i İmrân Suresi 200.üncü ayeti kerimesinden sonra Kehf Suresinin 14.üncü ayeti kerimesini de kısa bir şekilde izah edeceğiz.
Öncelikle Kehf Suresinin bu ayetlerini biz yazımız uzamasın diye tek tek ele alsak da sizler mutlaka toplu bir şekilde ele alıp anlamaya gayret edebilirsiniz. Burada konumuz Rabıta meselesi diğer konuları tek tek ele alırsak yazımız tamamlanamayacak ve uzayacak. Şimdi ilgili ayeti kerimeyi inceleyelim.
وَرَبَطْنَا عَلٰى قُلُوبِهِمْ اِذْ قَامُوا فَقَالُوا رَبُّنَا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَنْ نَدْعُوَ۬ا مِنْ دُونِه۪ٓ اِلٰهاً لَقَدْ قُلْـنَٓا اِذاً شَطَطاً
Yukarıdaki ayeti kerimemizin başındaki Verabatnâ kelimesi ve yine Kehf suresinin 14.ayetinin mealini ve tefsirini verelim.
Ve onların kalplerini kuvvetlendirdik, o vakit ki kıyam ettiler de dediler ki: «Bizim Rabbimiz, göklerin ve yerin Rabbidir, O’ndan başkasına bir ilâh diye tapamayız. Diyecek olsak elbetteki haktan pek uzak bir söz söylemiş oluruz.» (Kehf Suresi 14)
Ayeti kerimenin kısa tefsirini buraya eklemek istiyoruz. Din ve vicdan hürriyeti bulunmayan bir toplumda yaşayan bu gençler, putperest kavimlerine karşı çıkıp göklerin ve yerin rabbinden başkasına ibadet etmeyeceklerini açıkladılar. Ancak gelişmeler karşısında kavimleri arasında Allah’a olan imanlarını serbestçe ifade etme ve inançlarının gereğini yerine getirme imkânı bulamayacaklarını, hatta onların arasında hayat hakkına dahi sahip olamayacaklarını anlayınca, köpeklerini de yanlarına alarak mağaraya sığındılar. Baskı ve zulümden kaçan gençler, Allah’ın yardımını ve bir kurtuluş yolu göstereceğini ümit ederek, “ Rabbimiz! Bize rahmet et ve bize bir çıkış yolu hazırla! ” diye dua ettiler. Allah onların dualarını kabul etti ve kendilerini orada uzun müddet derin bir uykuya daldırdı. Kaynak: Tefsir (Kur’an Yolu)
3.Ayeti Kerimemiz ise Kasas Suresi 10.uncu ayeti kerimesidir. Yukarıda izahlarını yaptığımız ve tefsirlerini verdiğimiz ayeti celilelerde görüldüğü gibi Şeyhe Yapılan Rabıta ile ilgili getirilen deliller ile ne kadar farklı olduğunu görmüş olduk.Yine bazı işari tefsirlerde zorlama yolu ile delil getirenler olsa da makbul ve geçerli değildir. Şimdi Kasas Suresinin 10. uncu ayeti kerimesini de ele alalım.
وَاَصْبَحَ فُؤٰادُ اُمِّ مُوسٰى فَارِغاًۜ اِنْ كَادَتْ لَتُبْد۪ي بِه۪ لَوْلَٓا اَنْ رَبَطْنَا عَلٰى قَلْبِهَا لِتَكُونَ مِنَ الْمُؤْمِن۪ينَ
Mûsâ’nın annesinin yüreği ise yalnızca çocuğuyla meşguldü. Eğer, inanıp güvenen biri olması için onun kalbini pekiştirmemiş olsaydık neredeyse işi meydana çıkaracaktı.(Kasas Suresi 10)
Tefsiri ise aşağıdaki gibi olmakla birlikte bu pasajlarıda bütününden koparılmamalıdır. O yüzden Kasas Suresi 10 ve 13 ayetleri ve arasındaki ayetlerin tefsiri verilmiştir.
Öte yandan Mûsâ’nın annesinin üzüntüden aklı başından gitmiş, ne olup bittiğinden haber alamadığı için dehşete kapılmıştı. Haber almak için gösterdiği telâş sebebiyle neredeyse durumu ifşa edecekti, fakat Allah gönlünü pekiştirdi , ona sabretme gücü verdi ve sonunda çocuğuna kavuşacağı inancında karar kıldı. Anne, kızına gelişmeleri uzaktan takip etmesini söylemişti. O da hemen nehrin kenarında kardeşinin peşine düşmüş, Firavun’un adamlarına hissettirmeden, Mûsâ’nın Firavun’un sarayına götürülüşünü izlemişti.
Firavun’un hanımı çocuğa sütanne aramaya başladı; ancak Allah Teâlâ izin vermediği için Mûsâ saraya getirilen kadınlardan hiçbirinin memesini emmedi. Bu hususun 12. âyette, “Biz önceden onun, başka sütanne kabul etmesini engellemiştik” şeklinde ifade buyurulması, olayın tesadüfî bir gelişme olmayıp ilâhî irade tarafından özel olarak planlandığını göstermektedir. Durumu öğrenen ablası emzikli bir kadın olarak “annesini” tavsiye etti; teklifi kabul edildi ve Mûsâ emzirilmek üzere annesine iade edildi (Tevrat’a göre Mûsâ’yı nehirde bulan ve onu emzirmesi için annesine veren, Firavun’un kızıdır; bk. Çıkış, 2/5). Emzirme süresi bitince Mûsâ tekrar Firavun ailesine teslim edildi. Firavun, kendi ailesi içinde büyütülüp yetiştirilen çocuğun kendi yolundan gidecek ve ona mutluluk verecek bir evlât olacağını düşünmüştü. Genellikle ilgi ve eğitim bu sonucu verebilirdi, fakat Allah, Mûsâ vasıtasıyla Firavun’un zulmüne son vermek istiyordu ve sonunda O’nun muradı gerçekleşti. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 4 Sayfa: 217
Kuranı Kerim’den direkt delil olarak nitelendirildiği ifade edilen 4.ayeti kerime ise Enfâl Suresi 11.ayeti kerimesidir. Bu ayeti kerimemizde de Şeyhe Yapılan Rabıtaya delil getirilemeyeceği gibi nasıl anlamamız noktasında ayeti kerimeyi diğer ayetlerimizi incelediğimiz gibi birlikte inceleyelim.
اِذْ يُغَشّ۪يكُمُ النُّعَاسَ اَمَنَةً مِنْهُ وَيُنَزِّلُ عَلَيْكُمْ مِنَ السَّمَٓاءِ مَٓاءً لِيُطَهِّرَكُمْ بِه۪ وَيُذْهِبَ عَنْكُمْ رِجْزَ الشَّيْطَانِ وَلِيَرْبِطَ عَلٰى قُلُوبِكُمْ وَيُثَبِّتَ بِهِ الْاَقْدَامَۜ
O zaman katından bir güven olsun diye sizi hafif bir uykuya daldırıyordu. Sizi onunla temizlemek, şeytanın pisliğini üzerinizden gidermek, cesaretinizi arttırmak ve o sayede ayaklarınızı yere sağlam bastırmak için gökten üzerinize su indiriyordu. (Enfâl Suresi 11. Ayeti Kerimesi)
Mealini verdikten sonra kısa bir şekilde tefsirini de sizlerle paylaşalım. Savaşın gün ışığında yapıldığı eski zamanlarda gece istirahata çekilen asker savaş korkusu yüzünden uykusuz kalır, fizik ve moral yönden olumsuz etkilenirdi. Bedir çarpışmasından önceki gecede Allah’ın, askere mûcizevî bir uyku lutfetmesi ilâhî yardımın bir başka şeklini teşkil etmiştir. Yardım bununla da kalmamış, etkili bir yağmur, askerlerin mevzilendiği araziler birbirinden farklı olduğu için düşmanın hareket kabiliyetini sınırlamış, müslümanların arazide yürüyüşünü ise –yağış kumları sıkıştırdığı için– kolaylaştırmıştır; “ayakları yere sağlam bastırmak”tan maksat, yağmurun sağladığı bu hareket kolaylığıdır. Yağmur kullanılacak su miktarını da arttırmış, gece uyurken ihtilâm olan askerler uyanır uyanmaz –namazlarını geçirmeden– yıkanmış, abdest almış, temizlenmişler böylece ve bu mânada şeytanın pisliğini gidermiş, cünüplüğün müslümanda hâsıl ettiği kirlilik duygusunu üzerlerinden atmışlardır. Allah’ın bu savaşa katılanlara lutfettiği çeşitli destek ve yardımlara bir de yağmur eklenince, maddî faydası yanında askerin moral kazanmasını, cesaret ve zafer beklentilerinin artmasını da sağlamış, kalpleri endişe ve heyecandan, zihinleri de dağınıklıktan kurtarmıştır. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 670-671
Kuranda direk Rabıta kelimesinin geçmediğini yukarda izah ettiğimiz gibi dolaylı yönden geçen kelimeleri ve ilgili ayeti kerimelerin meal ve tefsirlerini burada yazmış bulunmaktayız. Yukarıdaki yazdıklarımıza binaen Kurandaki ayetlerin Şeyhe Yapılan Rabıtaya delil olmadığı açık bir şekilde izah etmiş bulunmakla birlikte bazı işari tefsirlerde delil olarak getirilmeye çalışılsa ise de aşikar bir biçimde delil getirilemeyeceğini tekrardan söylüyoruz.
Şimdi Kuran-ı Kerim’den ŞEYHE YAPILAN RABITA için delil getirilmeye çalışılan TEVBE Suresi 119 ve Maide Suresi 35.inci ayeti kerimelerini ele alacağız.
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقٖينَ
Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve doğrularla beraber olun. (Tevbe 119)
Önceki âyetlerde işlenen konuyla bağlantı kurarak yorum yapan müfessirler, “doğrular” diye çevirdiğimiz sâdıkîn kelimesini, Hz. Peygamber ve onun ashabı şeklinde açıklarlar (Râzî, XVI, 220). Buradaki hitabın genelliği ve Kur’an’daki kullanımları dikkate alınırsa bu kelimeye, “özü sözü bir olan ve dürüst davranan kişiler” mânası vermek daha uygun olur . Kuşkusuz bu niteliği taşıyan örnek şahsiyetlerin başında peygamberler ve Peygamberimiz Hz. Muhammed ile ona gönülden bağlanmış sahâbîleri gelir. “Doğrularla beraber olun” buyruğunun, onlarla maddî bir beraberlik içinde olmaktan çok, bu sayede elde edilecek doğruluk erdemiyle onlar gibi davranmayı hedeflediği açıktır. Buna göre “Allah’a saygıda kusur etmeme, O’na karşı gelmekten sakınma çabası gösterme” gibi mânalarla açıklanabilen takvâ kavramının sıdk kökünden gelen sâdıkūn kavramıyla birlikte kullanılmış olması, tam anlamıyla takvâya erişebilmenin ancak doğrulukla birlikte gerçekleşebileceğini gösterir (takvâ hakkında bk. Bakara 2/197; A‘râf 7/26).
Sıdk, insanın söz ve davranışlarıyla niyet ve inancında doğru, dürüst ve iyilikten yana olması anlamında bir ahlâk terimidir. Sıdk kelimesi ve türevleri Kur’an’da ve hadislerde sıkça geçer. İslâm ahlâkçıları da bu iki ana kaynakta tuttuğu önemli yere paralel olarak, sıdk kavramına eserlerinde geniş yer vermişler, çeşitli tutum ve davranışlara göre başlıca altı tür sıdktan söz etmişlerdir:
☼a) Konuşmada dürüstlük. Dinî ve sosyal bir zarara yol açmadıkça söylenen her sözün gerçeği yansıtması gerekir.
☼b) Niyet ve iradede dürüstlük. Davranışların özü ve ruhu niyettir; bu itibarla kişi önce kendi niyet ve iradesinde dürüst olduğundan emin bulunmalıdır. Nitekim birçok âyet ve hadis, davranışlarda niyetin önemini vurgulamıştır.
☼c) Karar dürüstlüğü. Kişi bir işin iyi olduğuna inanmışsa onu yapmaya, kötü olduğuna inanmışsa ondan uzak durmaya karar vermelidir.
☼d) Kararında durma dürüstlüğü. Bir konuda verilmiş kararı uygulamak ve caymadan sürdürmek, karar vermekten daha güçtür; fakat kararın değeri onu uygulamadaki dürüstlüğe bağlıdır. Karar verme ve kararında durma dürüstlüğü özellikle kötü alışkanlıklardan tövbe edip bir daha bunlara dönmeme konusunda önem taşır. Kötü bir işe karar verilmiş olması halinde bundan caymak ise yeni bir doğru karar almak ve uygulamak anlamına gelir.
☼e) Amelde dürüstlük. Ahlâk bilginleri amel bakımından sıdkı, iyilikleri gösteriş yapma ve çıkar gütme gibi ahlâk dışı amaçlarla değil, sırf iyilik olduğu için yapma, kötülükleri de aynı anlayışla terketmedeki doğruluk ve dürüstlük şeklinde açıklarlar.
☼f) Dinî ve mânevî hallerde dürüstlük. Özellikle tasavvufî kaynaklarda havf (korku), recâ (ümit), tâzim, zühd, rızâ, tevekkül, sevgi gibi insanın Allah’a saygı ve bağlılığını gösteren yüksek dinî ve mânevî hallerinde dürüst olması, sıdkın en yüksek derecesi olarak gösterilmiştir (Gazzâlî, İhyâ, IV, 391).
Böylece, insanın sorumluluğa konu olan bütün hal ve hareketlerinde doğruluk ve dürüstlüğü, samimiyet ve iyi niyeti ifade eden geniş kapsamlı bir ahlâk terimi olan sıdkın, âyette büyük bir erdem kabul edildiği ve bu fazilete sahip olanların da, müminler için örnek ve önder şahsiyetler olarak gösterildiği söylenebilir. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 3 Sayfa: 71-72
Maide suresi ele alınırken bağlamından koparılıp sadece bir ayeti delil getirmek konu bütünlüğü açısından uygun değildir. Lütfen konu bütünlüğü açısından ilgili ayetlerin tamamını bir bütün içinde değerlendirmeyi unutmayın. Yazımızın uzamaması için ilgili ayeti kerimeyi inceleyeceğimizi belirtmekle birlikte bu ayeti kerime ve öncesi sonrası konu bütünlüğü açısından son derece önemlidir.
يَٓا اَيُّهَا الَّذٖينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَابْتَغُٓوا اِلَيْهِ الْوَسٖيلَةَ وَجَاهِدُوا فٖي سَبٖيلِهٖ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
Ey iman edenler! Allah’a karşı [takvâ]lı (duyarlı) olun! O’na yol* arayın ve (Allah) yolunda [cihad] edin (fedakârlık yapın) ki kurtulasınız. (Maide 35)
Vesile kelimesi sözlükte “pâye, rütbe, derece, muhabbet ve yakınlık” anlamlarına gelir. Bu son anlamından hareketle kişiyi Allah’a yaklaştıran amele vesile denilmiştir. Müfessirler âyette kastolunan vesilenin, Allah’ın emrettiklerinin yerine getirilmesi ve yasakladıklarının terkedilmesi olduğunu belirtmişler, kişiyi Allah’a yaklaştıracak ve O’nun rızâsını kazanmaya yardım edecek her türlü ibadet ve eylemi vesile saymışlardır. Ayrıca vesile cennette sadece Hz. Peygamber’e verilecek olan bir makamın adıdır (Buhârî, “Ezân”, 8; Müslim, “Salât”, 11).
Vesile ile aynı kökten türemiş olan tevessül ise sözlükte “yaklaşmak, hedeflenen ve arzulanan gayeye ulaşmak için bir şeyi vasıta kılmak” demektir. Dinî bir terim olarak tevessül, “Allah’a yaklaşmak, O’ndan yardım dilemek üzere bir söz veya davranışı aracı kılmak” anlamına gelir.
Ancak bu terim zamanla farklı bir anlam kazanmış; melekler, arş, kürsî vb. kutsal sayılan bazı varlıklarla peygamber ve velîlerin Allah katındaki yüksek mertebeleri hürmetine dua etmeyi ve âhirete intikal etmiş sâlih insanlardan yardım istemeyi ifade eder hale gelmiştir.
Kavrama yüklenilen bu muhteva âlimler arasında tartışılmış ve aşağıda sıralanan üç tür tevessül ihtilâfsız olarak meşrû kabul edilirken, diğer iki türünün meşrûluğu hususunda farklı görüşler ortaya konmuştur. Meşrû kabul edilen tevessül türleri şunlardır:
1. Yüce Allah’ın isim ve sıfatlarıyla tevessül.
2. Peygamber ve velîlerin hayatta iken yaptıkları dualarla tevessül.
3. İyi ameller hürmetine tevessül.
Bunlardan özellikle Allah’ın isimleriyle yapılan tevessül Kur’an ve hadiste yer almış, yüce Allah tarafından açıkça emredilmiştir: “En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır; bu güzel isimlerle O’na dua edin” (A‘râf 7/180). İkinci tevessülün meşruiyeti ise peygamberlerin ümmetlerine, ümmetin de birbirine dua etmelerini tavsiye eden âyetler (Nisâ 4/64; Yûsuf 12/97-98; Muhammed 47/19) dikkate alınarak kabul edilmiştir. Üçüncüsü yani iyi amellerle tevessül de Kur’an-ı Kerîm’de müminlerin bazı dualarından örnekler verilerek teşvik edildiği için makbul sayılmıştır (bk. Bakara 2/285; Âl-i İmrân 3/16 53, 191, 193).
Yukarıda belirtildiği üzere, “Hz. Peygamber hayatta iken bir kimsenin bağışlanması ve arzusunun yerine getirilmesi için onun duasını talep etmek” mânasında bir tevessülün meşruiyeti ve böyle bir şefaatin varlığında görüş ayrılığı yoktur. Kıyamet gününde Hz. Peygamber’den insanlara şefaat etmesinin isteneceği, onun da insanların bağışlanması için Allah’a dua ve niyazda bulunacağı inancı Ehl-i sünnet inançları kapsamında yer almıştır (Buhârî, “Tefsîr”, 17/5; Müsned, III, 500). Ancak Hz. Peygamber’in vefatından sonraki dönemlerde bir kimsenin (dünyada iken) “Ya rabbi! Peygamberin hakkı için, onun yüzü suyu hürmetine…” gibi ifadelerle dua ederek tevessülde bulunmasının meşrûluğu tartışmalıdır.
Kabir ve türbe ziyaretleri, dünyanın geçiciliği, uhrevî sorumluluk gibi konularda kabristandan ibret ve ders almak, kabirde yatana dua etmek gibi dinî ve mânevî gayelerle yapılırsa meşrû sayılmış; ancak tevessül maksadıyla, yani kabirlerde yatanların ruhlarından medet umup yardım istemek için yapılırsa fıkıhçıların çoğunluğuna göre mekruh, İbn Teymiyye ve sonraki Hanbelîler’e göre ise haramdır.
Sonuç olarak böyle bir tevessül şirk kabul edilmese dahi Allah’tan başka varlıklara dua etmeye ve onları tanrı yerine koymaya ortam hazırladığı için sakıncalı görülmektedir. Bu sebeple müslümanların bu konuda duyarlı davranmaları gerekir (bk. Ali Ataç, “Tevessül”, İFAV Ans., IV, 356).
Yüce Allah konumuz olan âyette müminlere hitap ederek yalnız iman etmekle yetinmemelerini, Allah’ın buyruklarını yerine getirmelerini, kötü huylardan ve yanlış davranışlardan sakınmalarını, Allah’a yaklaşmak için vesile aramalarını, yani farz, nâfile ve benzeri ibadetlerle O’nun sevgi ve rızâsını kazanmaya çalışmalarını emretmekte; müminlerin bunu gerçekleştirerek kurtuluşa erebilmeleri için gerek nefislerine gerekse dış engellere karşı mücadele etmelerini istemektedir.
“Çaba harcayın” diye çevirdiğimiz câhidû fiilinin masdarı olan cihad kelimesi İslâmî terminolojide, düşmana karşı uygun vasıtalarla savaş yanında –burada olduğu gibi– insanın Allah yolunda göstermiş olduğu her türlü hayırlı gayretleri, kararlı davranışları da ifade eden bir kavram olarak kullanılır.
Âyetin ifadesine göre iman, Allah korkusuyla ve kişiyi Allah’a yaklaştıracak vesileyi araştırmakla, vesile talebi de belirtilen anlamdaki cihadla tamamlanmaktadır. Kısaca kişiyi Allah’a yaklaştıran yollardaki engelleri ortadan kaldıracak en etkili unsur cihaddır. Bu sebeple âyet-i kerîme, insanları Allah yolundan alıkoyan, Allah’tan başkasına kulluk etmeye zorlayan her türlü iç ve dış engele (kişi, grup ve güç) karşı mücadele edilmesini emretmektedir. Kaynak : Kur’an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 264-267
Özellikle Maide Suresinin 35.inci ayetine binaen güzel insanları düşünmek onları hatırlayıp , günahlardan uzak durmak ve akla Dinimizin güzel emir ve yasakları , haram ve dinen uygun davranışlardan uzak durmak ve tövbe etmek geliyorsa ne mutlu bu güzel insanları düşünebiliriz.
Bu düşüncemizde dikkat edilmesi gereken nokta Allah’ın zatı ve ona ait olan şeyleri beşere yükleyip bir takım dinimizin emretmediği hurafi tutumlardan kesinlikle uzak durmak ve Şirk konusuna dikkat etmektir.
ŞEYHE Yapılan Rabıta’ya dair bir delil olmadığı gibi böyle bir ibadet biçimi de mevcut değildir. Aynı zamanda bu konuda uydurulan diğer rivayetleri de yazımıza ekleyeceğimiz gibi Kuranda anlatılan ayetlerle bugün yapılan Rabıta arasında dağlar kadar fark olduğu gibi kelimelere ivec yaptırılmıştır ve insanlar bu yolla aldatılmaktadır.
Kıymetli kardeşlerimiz makalemiz çok daha uzayacağı için bu bölümümüzde Rabıta diye nitelendirilen Ayetler ve bu ayetlerin manaları ele alınmıştır ve Tarikatlarda olsun Süleymanlılarda olsun yapılan Rabıta ile ilgili bu ayetlerde geçen Rabuta ifadeleri ve ayetlerinin manası arsındaki fark size belirtilmiştir. Bundan sonraki konu ile ilgili yazılarımıza devam etmekle birlikte aşağıdaki altı çizili başlıkların üzerine tıklayarak Rabıta konusu ile diğer detayları öğrenin.
Şəkər iqtisadiyyatı
16-cı əsrin ortalarında Portuqaliya Braziliyada qızıl fazası, 17-ci əsrin sonlarına qədər, 1570-1650 illər arasında zirvəsi olan bu əsrin ikinci yarısını əhatə edən bir şəkər istehsal sistemi tətbiq etməyə başladı.
Şəkər qamışı əkinçiliyi, Portuqaliyanın Braziliyadakı müstəmləkəçiliyini və eyni zamanda Portuqaliya Dövlətinin koloniyada tətbiq etdiyi ilk siyasi-inzibati formaların (məsələn, İrsi Kapitanlıq və Baş Hökumət) yaradılmasını, bunun tətbiq edilməsindən böyük dərəcədə məsuliyyət daşımaqla yanaşı, müəyyənləşdirdi. Afrika köləliyindən.
Quraşdırılması şəkər iqtisadiyyatı Braziliyada, o dövrdə qüvvədə olan merkantilizm prinsiplərinə riayət etmək, məhsul üçün əlverişli bir xarici mühitdən qaynaqlandı, çünki Avropada tələbin genişlənməsi şəkər qiymətlərində əhəmiyyətli bir artıma səbəb oldu. Əlavə olaraq, Portuqaliyanın Atlantik adalarında istehsal ilə əldə etdiyi əvvəlki təcrübə, koloniyanın tropikliyi kimi digər amillər də əlavə edilməlidir: (torpaq, iqlim, yağış və digərləri arasında), xüsusilə şimal-şərq sahillərində, kölə əməyini təmin edə bilən bir Afrika ticarəti və nəhayət, Flaman kapitalı ilə ittifaq. Hollandiyalılar koloniyada şəkər dəyirmanlarının quraşdırılması və Avropada şəkərin daşınması, təmizlənməsi və satışından maliyyələşməkdən məsul idilər.
şəkər dünyası
Əsas şəkər istehsal edən bölgələrdə, Bahia və Pernambuco sahilləri boyunca onlarla istehsal bölməsi tez bir zamanda quruldu. alətlər.
Quru (qamış sahələri, otlaqlar və meşələr) və şəkər istehsalının işləndiyi digər obyektlər tərəfindən yaradılan bir dəst olaraq başa düşülən dəyirman şəkər dünyasında həyatın cazibə mərkəzi idi. Bunların yanında bəkməz, qəhvəyi şəkər və brendi istehsalına həsr olunmuş kiçik vahidlər də var idi ziddiyyətlər və ya makaralar.
Bir sənaye vahidi, yəni şəkər qamışını şəkərə çevirən avadanlıq dəsti olaraq dəyirmanlar iki növ ola bilər: suyun gücü ilə işləyən həqiqi və heyvanların idarə etdiyi anbar. Böyük istehsal vahidi təşkil edən obyektlər, hər biri istehsal prosesinin müəyyən bir mərhələsində iştirak edən evlər adlanırdı: dəyirman evi, soba evi və təmizləyici ev və digərləri.
Şəkər dünyasında müxtəlif növ təsərrüfatlar və ya mülklər var idi. THE böyük malikanə mülküvə ya engenho, dövrü xarakterizə edən dörd binadan ibarət idi: böyük ev, ibadətgah, kölə məhəllələri və dəyirmanın özü. Bundan əlavə, bunlar da var idi pulsuz təsərrüfatlar, orta və kiçik xüsusiyyətlər və məcburi təsərrüfatlar, dəyirman sahibləri tərəfindən bir kolonistə verilmiş torpaqlar, istehsalının yarısından çoxunu onun yanında qoyaraq ustadakı əkin sahəsindəki qamışlarını üyütmək məcburiyyəti ilə.
Bu iqtisadi təşkilat, Braziliyanın tarixinin ilk əsrlərində koloniyanın xüsusiyyətlərini müəyyənləşdirdi, yerli xalqlarla və kölələrlə getdikcə daha çox qarışıqlaşan və ciddi şəkildə təbəqələşən, patriarxal, mühafizəkar, kölə sahibi cəmiyyəti yaratdı.
Şəkər iqtisadiyyatının tənəzzülü
16-cı əsrin ikinci yarısında birbaşa Antille istehsalının rəqabəti ilə əlaqəli şəkər iqtisadiyyatının çürüməsi prosesi başladı. Müstəmləkə Amerikasının bu bölgəsində, Hollandiyalılar, 1654-cü ildə Braziliyadan qovulduqdan sonra şəkər istehsal edən bir kompleks qurdular, burada müasir texnika inkişaf etdirdilər, məhsuldarlığı artırdılar, daha az istehsal dəyəri və nəticədə daha aşağı bir qiymət. bazara.
Nəticədə, o vaxta qədər şəkər bazarı ilə inhisarçı münasibətdə olan Braziliya yeni rəqabət münasibətlərinə uyğunlaşmadı. Dünyanın ilk şəkər ixracatçısı vəziyyətindən Portuqaliya koloniyası, bir əsr sonra, yəni 18-ci əsrin sonunda, Kənd Təsərrüfatı İntibahı dövründə görkəmli bir mövqeyini bərpa edərək, əsas istehsalçılar arasında beşinci yeri tutmağa başladı.
Başına: Renan Bardin
Daha çox Gör:
- Şəkər Cəmiyyəti
- Braziliyada müstəmləkə idarəsi
- Portuqal müstəmləkəçiliyinin başlanğıcı
- Müstəmləkə iqtisadiyyatı
- Braziliyada köləlik
- Kənd Təsərrüfatı İntibahı
- Qəhvə iqtisadiyyatı
Cəmiyyətin inkişafında iqtisadiyyatın rolu. İqtisadi nəzəriyyənin predmeti
Bəşəriyyət meydana gəldiyi gündən insanlar həm təbiətin, həm də cəmiyyətin sirlərini öyrənməyə çalışmışlar. Indi hamıya məlumdur ki, elmlə, incəsənətlə, siyasətlə məşğul olmazdan əvvəl, yemək şeylərinə, paltara, ayaqqabıya, yanacağa, mənzilə və başqa nemətlərə malik olmaq lazımdır. Buradan aydın olur ki, yaşamaq üçün ən zəruri nemətlər istehsalı insan cəmiyyəti həyatının əsasını təşkil edir. Lakin bu nemətlər insanlara hazır halda verilmir. Onları in-sanların özləri, həm də bir-birilərindən ayrılıqda, təkbətək deyil, qruplar, kollektivlər şəklində, yəni birlikdə istehsal edirlər. Bu məqsədlə, onlar mövcud təbii və maddi ehtiyatlardan–mineral xammal ehtiyatları, işçi qüvvəsi, idarəetmə bacarığı, maşın və avadanlıqlar, torpaq və s.istifadə edirlər. Lakin iqtisadi ehtiyatların məhdud miqdarda olması is-tənilən qədər nemətlər istehsal etməyə və ideal cəmiyyət ya-ratmağa imkan vermir. Çünki cəmiyyətin tələbatı sonsuzdur və o, istehsal imkanlarına nisbətən daha sürətlə artır. Bu isə mütləq mənada nemətlər bolluğunun yaradılmasını qeyri-mümkün edir.
Bütün bunlara əsasən belə bir nəticə çıxarmaq olar ki, cəmiyyət hər cür tələbatı deyil, normal, şüurlu tələbatı ödəməyi qarşısına məqsəd qoymalıdır.
Cəmiyyətin ən zəruri və müxtəlif təyinatlı nemətlərə olan tələbatının ödənilməsinin əsasını isə iqtisadiyyat1 təşkil edir və bütün münasibətlər sistemində iqtisadi münasibətlər həlledici yer tutur.
İqtisadiyyat ictimai həyatın xüsusi sahəsi kimi olduq-ca mürəkkəb quruluşa malikdir. O, hər şeydən əvvəl iqtisadi münasibətlərin toplusu, cəmiyyətin iqtisadi bazisidir. Iqtisa-diyyat özünün xüsusi qanunları əsasında fəaliyyət göstərir, cəmiyyətin inkişafında həlledici rol oynayır və onun anatomiyasını təşkil edir. Iqtisadi münasibətlərin spesifikası nəinki məhsulların yaradılmasını, onun bölüşdürülməsi və istifadə olunmasını, həm də təsərrüfatçılığın, istehsalın təş-kili, iqtisadi vasitə və stimulların müxtəlif formalarının xüsusiyyətlərini şərtləndirir.
Iqtisadiyyat həm bütövlükdə iqtisadi sistemin səciy-yəvi cəhətlərini, həm də ayrıca götürülmüş bir ölkənin fərqləndirici xüsusiyyətlərini əks etdirir. Iqtisadiyyat istehsal (sənaye, kənd təsərrüfatı, tikinti, yük nəqliyyatı və s.) və qeyri-istehsal (təhsil, səhiyyə, mənzil – kommunal təsərrü-fatı və s.) sahələrini əhatə edir. Ayrı-ayrı fəaliyyət növləri-nin, istehsalatların iqtisadiyyatlarını da fərqləndirmək lazımdır. Buna kənd təsərrüfatında bitkiçilik və heyvandar-lığın iqtisadiyyatlarını misal göstərmək olar. Iqtisadiyyat əsas istehsal pillələrindən-firma, müəssisə və birliklərdən, səhmdar cəmiyyətlərindən ibarət olduğu üçün ayrı-ayrı firmaların, birliklərin, müəssisələrin, səhmdar cəmiyyətlərinin də iqtisadiyyatları vardır. Ev təsərrüfatının iqtisadiyyatı da xüsusi qrupa ayrılır.
Iqtisadiyyat, nəhayət cəmiyyətdə iqtisadi münasibət-ləri öyrənən iqtisad elmləri sistemidir. O, cəmiyyətin iqtisadi quruluşunu, onun obyektiv qanunauyğunluqlarını öyrənir, iqtisadiyyatın müxtəlif sahələrində baş verən prosesləri, hadisələri nəzəri cəhətdən təhlil edir, müxtəlif təyinatlı nemət-lərin istehsalı və bölgüsünə dair əməli tövsiyələr işləyib hazırlayır. Iqtisadiyyat elmi fundamental və tətbiqi tədqiqat-lara bölünür.
Fundamental tədqiqatların vəzifəsi obyektiv iqtisadi qanunların dərk edilməsi və onlardan səmərəli istifadə olunması yollarını əsaslandırmaqdan ibarətdir. Bu elmlərə iqtisadi nəzəriyyə, iqtisadi tarix, iqtisadi təlimlər tarixi, statistika, mühasibat uçotu və s. aiddir.
Tətbiqi elmlər fundamental tədqiqatların nəticələrindən xüsusi və konkret əməli problemlərin həllində istifadə edirlər. Bu elmlər funksional (maliyyə və kredit, pul tədavülü, demoqrafiya, əmək iqtisadiyyatı, marketinq, menec-ment, iqtisadi gibernetika və s.) ayrı-ayrı ölkələrin iqtisadiy-yatı (məhəlli, ölkə) və sahə (sənaye, kənd təsərrüfatı, nəqliyyat, rabitə və s. iqtisadiyyatları) əlamətlərinə görə təsnifləşdirilir.
Iqtisad elmləri sistemində iqtisadi nəzəriyyə xüsusi yer tutur. Belə ki, müasir iqtisad elmini ağaca bənzətsək, iqtisadi nəzəriyyəni onun gövdəsi, iqtisadi sistemin ayrı-ayrı sahələrini öyrənən xüsusi iqtisadi elmləri isə onun qol- budağı adlandırmaq olar. Lakin qeyd etmək lazımdır ki, iqtisadi nəzəriyyənin predmetinin müəyyən olunmasında iqtisadçılar arasında yekdil fikir yoxdur.
Merkantilistlərin fikrincə iqtisadi nəzəriyyə mübadilə qanunları, fiziokratlara görə həm mübadilə, həm də istehsalın idarə edilməsi ilə əlaqədar olan qanunlar haqqında elmdir. A. Smit onun mübadilə və istehsal da daxil olmaqla sərvət, D. Rikardo isə sərvətin müxtəlif siniflər və qruplar arasında bölüşdürülməsi qanunları haqqında elm olduğunu iddia edirdilər. Sonralar iqtisadi nəzəriyyənin öyrəndiyi məsələlərə istehlak da daxil edilmiş və beləliklə də, onun predmetinin istehsal, bölgü, mübadilə və istehlakı idarə edən qanunlardan ibarət olması haqqında fikir formalaşmışdır.
Müasir dövrdə iqtisadi hadisə və proseslərdən bəhs edən elmi, sadəcə olaraq «Iqtisadiyyat» da adlandırırlar. Məşhur Amerika iqtisadçısı, Nobel mükafatı laureatı Pol Samuelsonun dərsliyi məhz bu ad altında 20 dəfəyə qədər nəşr olunmuşdur. Bu dərslik ali məktəb tələbələri üçün yazılmış və demək olar ki, kapitalist ölkələrinin əksəriy-yətində ondan istifadə olunur. Dərslikdə «iqtisadi nəzəriyyə nədir?» başlığı altında xüsusi fəsil vardır. P. Samuelson iqtisadi nəzəriyyənin predmetinin müəyyən olunmasına dair ən çox yayılmış beş fikri sadalayır və belə bir nəticəyə gəlir ki, «iqtisadi nəzəriyyənin predmeti dəqiq müəyyən oluna bilməz və buna ehtiyac da yoxdur». Bununla birlikdə o, belə hesab edir ki, iqtisadi nəzəriyyənin predmetinə dair aşağıda göstərilən təriflərdən hər biri doğrudur və hər bir savadlı adam bu siyahını bir neçə dəfə uzada bilər: 1) Iqtisadi nəzəriyyə insanlar arasında mübadilə və pul sövdələşmələri ilə əlaqədar olaraq baş verən fəaliyyət növləri haqqında elmdir; 2) Iqtisadi nəzəriyyə insanların gündəlik işgüzar fəaliyyətləri, yaşamaq üçün vəsait əldə etmələri və ondan istifadə olunmasını öyrənmələri haqqında elmdir; 3) Iqtisadi nəzəriyyə istehsal və istehlak sahəsində bəşəriyyətin üzərinə düşən vəzifələrin öhdəsindən necə gələ bilməsi haqqında elmdir; 4) Iqtisadi nəzəriyyə sərvət haqqında elmdir; 5) Iqtisadi nəzəriyyə müxtəlif əmtəələrin istehsalı, indi və gələcəkdə istehlak etmək məqsədilə onların müxtəlif adamlar və qruplar arasında bölüşdürülməsi,insanlar və cəmiyyət tərəfindən pulun köməyilə və ya onun iştirakı olmadan nadir ehtiyatlardan məhsuldar istifadə olunması haqqında elmdir.
Iqtisadi nəzəriyyə mülkiyyətin formasından, sahələrin və ərazilərin, tarixi dövrlərin xüsusiyyətlərindən asılı olmayaraq, təsərrüfatçılığın bir sıra prinsiplərinə əməl olunmasını nəzərdə tutur. Bunlar nəticə və xərclərin ölçülməsi, onlardan səmərəli istifadə edilməsi, istehsalçılar üçün müəyyən stimulların yaradılması və s-dir. Müasir dövrün qlobal sosial-iqtisadi problemlərinin-inflyasiya, işsizlik, hərbi xərclər, büdcə çatışmazlığı, yoxsulluq və qeyri-bərabərlik, ətraf mühitin çirklənməsinin qarşısının alınması, biznesin hökumət tərəfindən tənzimlənməsi və xalqın həyat səviyyəsinin yüksəldilməsi və s. həll edilməsi xeyli dərəcədə məhdud miqdarda ehtiyatlardan səmərəli istifadə olunma-sından asılıdır. Deməli, iqtisadi nəzəriyyə cəmiyyət üzvlə-rinin tələbatlarını maksimum dərəcədə ödəmək üçün məhdud miqdarda istehsal ehtiyatlarından səmərəli istifadə olunması, yaxud da onların idarə edilməsi problemlərini öyrənir.
Beləliklə, yuxarıda deyilənləri ümumiləşdirərək demək olar ki, iqtisadi nəzəriyyə cəmiyyətin tələbatını maksimum dərəcədə ödəmək məqsədilə məhdud miqdarda istehsal ehtiyatlarından səmərəli istifadə olunması və onların idarə edilməsi prosesində insanlar arasında meydana çıxan qarşılıqlı münasibətləri öyrənir. İqtisadiyyatı öyrənmə, dərketmə baxımdan yanaşdıqda onu mikroiqtisadiyyat, makroiqtisadiyyat, mezoiqtisadiyyat və meqoiqtisadiyyat sahələrinə bölmək olar. İdarəetmə baxımdan da iqtisadiyyat bu hissələrə bölünür:
M İ K R O İ Q T İ S A D İ Y Y A T – istehsalın və xidmətin müəssisə, firma səviyyəsində araşdırılması, təşkili və idarə edilməsi deməkdir. Burada istehsal xərcləri, mənfəət, qiymət, əmək haqqı, tələb- təklif kimi iqtisadi amillərdən daha konkret şəkildə istifadə olunur və idarəetmədə daha çevik formalar seçilir.
M A K R O İ Q T İ S A D İ Y Y A T – həir ölkənin və regionun iqtisadiyyatının bütövlükdə öyrənilməsi, araşdırılması və təhlili deməkdir. Makroiqtisadiyyat səviyyəsində cəmiyyənin, ölkənin, milli iqtisadiyyatı ən başlıca iqtisadi problemləri dayanır. Burada ictimai istehsalın məcmusu, milli gəlir, onların artımı, bölgüsü, sosial tələbatların təmin olunması və s. kimi problemlər öyrənilir.
M E Z O İ Q T İ S A D İ Y Y A T – makroiqtisadiyyatın yarım sistemidir, bir- biri ilə üzvü bağlı sahələr kompleksidir. Bura ASK, aqrar- biznes, hərbi sənaye kompleksi və s. daxildir. Bunların maddi əsasını əmək bölgüsü və kooperativləşmə təşkil edir. Hərbi sənaye kompleksi hərbi və mülki istehsal sahələrinin qarşılıqlı əlaqəsi ifadə olunur.
M E Q A İ Q T İ S A D İ Y Y A T – dünya təsərrüfatını, yəni beynəlxalq miqyasda iqtisadiyyatı öyrənir.
- Teqlər:
- iqtisadi nəzəriyyə
- , ekonomiks
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.