Esmaül Hüsna Şerhi
Belki namaz vakitlerini bildiren zaman sandığını (2) görmüşsündür. Belki de görmemişindir. Sana anlatayım: Bu sandığın yapılması için önce üstvane (direk) şeklinde içinde biraz su bulunduran bir alet gerekmektedir. Suyun üstüne konulmuş başka içi boş bir aletin, de bulunması lazımdır. Bir tarafı bu alete diğer tarafı üstüvanın üstüne-konmuş küçük bir kaba bağlı bir ip bulunacaktır. O küçük kapda bir yuvarlak top ve altında da tas bulunacak. Top düşünce, tasa (Kaseye) vuracak ve bir ses çıkaracak. Sonra üstüvane dediğimiz aletin altından, belirli ölçüde azar azar su inmesi için bir delik açılacak. Su alçalmca, su yüzünde olan içi boş alet de alçaiacak. Bu suretle kendisine bağlı olan ipi çekecek topun bulunduğu aleti harekete geçirecek öylesine harekete geçirecek ki, topun tasa vurmasını sağlıyacak. Tasa düşecek ve Tan! diye ses çıkaracak. Her saatin sonunda bir düşecek. İki düşüş arası, suyu çıkış ve alçalışı ile hesabianıp takdir edilecek. Bu da tabii ki, suyun boşandığı deliğin genişliğini hesablamakla olacak ki bxx ancak hesab yolu ile bilinir. Suyun, belirli bir ölçüde inmesine bir sebeb olma(1) Bir nevi saat. lıdır ki bu deliğin belirli genişlikte açılmasını sağlasın. Bu sayede suyun üstünün alçalması o ölçüye göre olur. O sayede içi boş aletin alçalması ve her iki tarafı hareket ettirecek ipin çekişi ölçülebilir. İşte bütün bunlar çoğalıp azalmıyan bir ölçü dahilinde olmaktadır: Topun tasa düşmesi diğer bir harekete sebeb oluyor, diğer hareket de üçüncü bir harekete sebeb oluyor.. Bunları acayip, ölçülü hareketler takip ediyor.. Bunun birinci sebebi suyun belirli miktarda inmesidir. Şimdi şu anlattığımı bir düşünürsen. Bu sandığı icad eden kimsenin üç şeye muhtaç olduğunu anlamakta güçlük çekmiyeceksin: 1 — Tedbir: Arzu edilen şeyin meydana gelmesi için, alet ve sebeblerden nelerin icab ettiğini düşünmek. İşte bu, hükümdür! 2 — Bu sandığın esasını teşkil eden yukarda isimleri geçen aletleri edinmek. İşte buda Kazadır. 3 — Sonra bu aletleri yerli yerine koymak ve her aletin vazifesini yürürlüğe sokmak.. Bu suretle o alet çalışır. Açılan delikten su dökülür, o su, suyun hareketini sağlar, o da su yüzünde olan içi boş aletin hareketini temin eder. O da ipin hareketini, ip de topun bulunduğu kabın hareketini, temin eder. Böylece top tasa düşer ve bir ses çıkarır. Bu ses halk tarafından duyulur, namaz vaktinin geldiğini anlarlar, namazlarına koşarlar. İşte bütün, bunlar, belirli ölçü dahilinde olur. İşte buna (kadar) denilir. Bu misalimizi iyice anladıktan sonra, şimdi şunıv da iyi anla: Allah tarafından takdir edilmiş ve belirli bir ölçü verilmiş hadiseler de böyledir. Bir santim ne ileri gider, ve ne de geri kalır, Allah nasü takdir ve tayin etmiş ise öyle olur. Her şeyi belirli bir ölçüdedir. Şurası da bir gerçektir ki, Allah işini bilmiş ve her şeye belirli bir ölçü vermiş de öyle yaratmıştır. Gökler, felekler, yıldızlar, yer, deniz, hava ve kainattaki o muazzam cisimler, tıpkı o aletler gibidir. Bütün feleklerin, yıldızların, yerin, göklerin, güneş ve ayın hareketi bir hesaba bağlıdır. Tıpkı, suyun belirli bir ölçüde dökülmesini sağlayan delik gibi.. Güneş, ay ve yıldızlardaki hal ve hareketin, yeryüzünde bazı hadiselere sebep olması yukanki misalde geçen su hareketinin, üstteki topun düşmesine sebep olması gibidir. Gökteki varlıkların hareket etmesinden meydana gelen olaylar malum.. Mesela bugün çıplak gözle baktığımızda güneşin hareket edip doğuya gelmesiyle bütün dünya aydınlığa boğulmakta ve herkes işine gücüne gitmektedir. Batıya gidip batınca da her tarafı karanlık basmakta ve herkes evine çekilmektedir. Belirli bir menzilde olduğu zaman da havalar ısınmakta, meyveler olgunlaşmaktadır. Oradan başka yöne çekilince bu sefer, kış gelmekte soğuk artmaktadır. Ortalara gidince bu defa da ilkbahar başlar, her tarafı yeşillik kaplar. Bu bilinen şeyler.. Ya bilmediklerimiz?! Akıllara durgunluk, kalbe heyecan veren nice hadisat vardır ki bilgimizin çok ötesine düşerler. Mevsimlerin değişmesine ne dersin? (Tesadüf eseri midir?) Hayır; onlar da Allahın takdiri ile değişmektedirler. Onların değişmesindeki ölçü de belirlidir. Güneş ve Ayın hareketine bağlıdır (1). İşte ayet: Güneş de, Ay da hcsabladır. (2) Yani onların hareketleri de belirli bir hesaba bağlıdır. (Öyle kendiliklerinden tesadüfi hareket etmezler. ) İşte bu takdirdir, (Kaderdir). Külli sebeplerin vazı ise Kaza, birinci tedbr ise Hükümdür. İşte bütün işlerin böyle olmasında, Allah adil bir hüküm ve hizmet sahibidir.
Imam-I Gazali – Esma-Ül Hüsna Şerhi.
1 Imam-I Gazali – Esma-Ül Hüsna Şerhi İçindekiler Mevzu Sayfa Takdim. 5 İmam-I Gazali – Hayatı Ve Es.
Description
Imam-I Gazali – Esma-Ül Hüsna Şerhi www.CepSitesi.Net
Takdim. 5 İmam-I Gazali – Hayatı Ve Eserleri . 7 . 21 Kitaba Giriş Kitabın Önsözü. 23 Birinci Bölüm (Giriş Ve Önsözler) .. 25 Birinci Bölüm – Birinci Kısım İsim, Müsemma Ve Tesmiye Terimlerinin Mana Ve İzahı . 25 Birinci Bölüm – İkinci Kısmı Manaca Birbirine Yakın Olan İsimlerin İzahı. 46 Birinci Bölüm – Üçüncü Kısım Muhtelif Manaları Bulunan Ve Bu Muhtelif Manalara İzafetle Müşterek Olan İsim Hakkında. 49 Birinci Bölüm – Dördüncü Kısmı Allah-Ü Tealanın Ahlakı İle Ahlaklanmak, Onun Sıfat Ve İsimlerinin Manaları İle İmkan Nisbetinde Nefsi Tezyin Etmek Sahasında Kulun Kemal Ve Saadetinin Beyanı Hakkındadır. 52
İkinci Bölüm (Gayeler Ve Maksadlar) 71 İkinci Bölüm – Birinci Kısım Allahın Doksandokuz İsminin Manalarının Şerh Ve İzahı Hakkındadır Esma-İ Hüsna . 73 Allah (C.C.) . 73 Rahman, Rahim . 75 Elmelik. 2 Elkuddüs . 84 Esselam. 86 Elmümin. 87 Elmüheymin . 90 Elaziz. 91 Elcebbar . 93 Elmütekebbır . 94 Elhalik El Bari Elmusavvir . 95 Elgaffar . 101 Elkahhar . 103 Elvahhab . 104 Errezzak. 108 Elfettah . 110 Elalim . 111 Elkabız Elbasid . 113 Elhafid Errafı . 114 Elmuiz Elmuzill . 115 Essemi . 116 Elbasir . 117 Elhakem . 118 Eladl . 126 Ellatif . 132 Elhabir . 135 Elhalim – Elazim . 136 Elgafur. 138 Eşşekur . 138 269 (Esmai Hüsna Şerht—————————–Elaliy . 140 Elkebir. 144 Eihafiz . 145 Elmukit. 148 Elhasib . 149 Elcelil . 152 .Elkerim . 153 Errakib. 154 Elmucib . 155 Elvasi . 156 Elhakim . 157 Elvedud . 160 Elmegid . 162 Elbais . 162 Eşşehid . 166 Elhak . 167 Elvekil . 169 Elkaviy . 170
Elmetin. 170 Elveliy . 171 Elhamid. . 171 Elmuhsi. 172 Elmubdi . 173 Elmuid. 173 Elmuhyi . 173 Elmümid. 173 Elhay . İ 174 Elkayyum . 174 . Elvacid . 175 Elmacid. 176 Elaııad . 176 Essamed. 177 Elkadir. 177 Elmuktedir. 177 270 ———————————————-İmamı Gazali Eı,Mukaddim . 178 Elmuahhir. 178 Elevvel. 180 Elahir . 180 Ezzahir . 181 Elbatın . 181 Elberr. 184 Ettevvab . 185 Elmüntakım. 185 Elafuvv . 186 Errauf . 187 Malikül Mülkü . 187 Zülcelali Vel İkram . 188 Elvali. 189 Elmüteali. 189 Elmuksit. 189 Elcami . . 191 Elganiy. 193 Elmugni. 193 Elmani. 194 Eddarr. 194 Ennafi. 194 Ennur . 195 Elhadi. 196 Elbedi. . 197 Elbaki . 197 Elvaris. 199 Erreşid. 200 Essabür. 200 İkinci Bolümün Birinci Kısmının Sonu Ve Bir İtizar . T 201 Çsma-1 Hüsna Şerhi——————.———-27 L İkinci Bölüm – İkinci Kısmı Maksatlar Ve Gayeler Hakkındadır . 211 İkinci Bölüm – Üçüncü Kısım
İsimlerin Mutezile Ve Filozofların Mezhebine Göre Tek Zata Nasıl Raci Olduklarının Beyanı Ve İzahı Hakkındadır ..___ 215 Üçüncü Bölüm (İlave Ve Tekmileler). . 219 Üçüncü Bölüm – Birinci Kısım . 219 Üçüncü Bölüm İkinci Kısım Doksandokuz İsmin Üzerinde Durulup Sayılmasının Faydasının Beyanı . 223Üçüncü Bölüm – Üçüncü Kısım Allaha Itlak Edilen İsim Ve Sıfatlar Tev-Kifimidir, Yoksa Aklın Bunda Bir Dahli Varanıdır? Bu Kısım Bunun Hakkındadır . 231 Üçüncü Bölüm Ve Kitabın Sonu . 236 Mütercimin İlavesi. Esma-İ Hüsnanın Kısaca Manalarını, Okunmasının Adabı, Fazilet Ve Meziyetlerinin Beyanı . 237 TAKDİM Hamd olsun Allaha ki, Kitab-ı Celtlinde Allah, Esma-ı hüsna sahibidir; Onu bu güzel isimleri ile çağırın! buyurdu. Salat ve selam olsun Efendimiz Muhammede (S.A.V.) ki, yaratıklar arasında Allahı en iyi tanıyan Odur. Hidayet bulan ve ayni zamanda hidayet vesilesi olan al ve ashabına da salat ve selam olsun!. İmam Gazali, bir mevzuda eser verdiği zaman, o eser, parlak lafız kalıplarına dökülen aydınlatıcı manalardan başka bir şey değildir. Kitabın mevzuu, Esma-i Hüsna — (Allahın güzel isimleri) nin şerh ve izahı oldığmdan, büyük ve ulu bir mevzudur. Esasen Hüccetül İslam İmam Gazalinin himmet ve emeğine ayak uyduracak şekilde İslam Alimlerinden, hakikat semalarında yükselen kim vardır Gerçek şu ki, Gazali, akranlarını geride bırakmış ve her sahanın öncüsü olmuştur. İMAMI GAZALİ HAYATI ve ESERLERİ Ebu Mansurun bu hareketine, Selçukluların günden güne artmakta olan kuvvet ve nüfuzlarının büyük tesiri vardır. Esasen Horasan taraflarının Nişabur, Tus,. Serahs, Merv ve Belh gibi büyük şehirlerini ellerine geçirmiş olan Selçuk Türkleri, artık batıya doğru (Anadoluya) süratle genişlemeye başlamışlardır. Arzettiği coğrafi mevki dolayısıyla Karahanlılar, Samaniler ve Gazneliler arasında uzun zaman rekabet mevzuu olmuş olan, Horasan artık sünni bir İslam devletinin yerleşme sahası olmuştur. Bünyesinde İslam ve Türk hasletlerini en güzel tarzda kaynaştırmış bulunan Selçuklular, adil ve cesur davranışlarıyla Bağdadtaki Abbasi halifelerinin tek ümid kaynağı olmuşlardır. Halife ElKaim, Bağdad komutanı El-Besasirinin gittikçe artan nüfuz ve kudretinden endişelenip Selçuk Sultanı Tuğrul Beyden yardım talebinde bulundu. Tuğrul bey birtakım sebebler ve bilhassa Hac ve Kabe yollarını tamir etmek gibi bir gaye ile Iraka geldi. İsmi hicri 22Haziran 447 de (Miladi 15 Kanun evvel 1055) hutbede okundu. Üç gün, sonrada Bağdada girdi. Şehirde bu esnada vukua gelen isyan bastırıldı. Bu işte parmağı olan Komutan Besasari ve avanesi zindana atıldı. Bağdadta Abbasi halifelerini bir müddetten beri tesir ve nüfuzları altına almış olan Büvey-hi hanedanı böylelikle nihayete ermiş oluyordu. Fatimilerle anlaşmış olan elBesasıri, onlardan gördüğü ve etraftan topladığı kuvvetlerle Musul taraflarını ele geçirmişti. Fakat Tuğrul Bey, kısa zamanda Tig-ritten, Diyarbakıra olan bölgeyi hakimiyeti altına alarak Bağdada girdi. Esasen dindar bir şahsiyet olan. elKaim, Fatimilerin sünni İslam dünyası için arzettik-leri tehlikeyi sezmiş olduğundan Tuğrul Beyi Melikül Maşrik ve1-Mağrib = Doğunun ve Batının Meliki ün-vaniyle taltif etti. Fakat bu sırada Tuğrul Bey yine Fatimilerin teşvik ve tahrikleriyle ayaklanan kardeşi İbrahim Yınal ile uğraşmak mecburiyetinde kaldı. Bunun fırsat bilen elBesasiri Bağdada girdi. Hutbeyi Fatımi halifesi adına okuttu. Fakat kardeşinin isyanını bastıran Tuğrul Bey Hicri 451 (Miladı 1059) da geri döndü, Bağdada girdi. Bağdadtan Küfeye kaçan el Besasiri orada Tuğrul Beyin kuvvetleriyle yaptığı muharebede öldü. .İşte Gazalinin doğduğu sıralarda Hilafet merkezi ve ülkesi bu gibi hareketlere şahit olmaktaydı. DOĞUMU İslam aleminin en büyük alimlerinden biri olan-İmam Gazali hicri 450 (Miladi 1058) de Horasanın Tus şehrinde dünyaya geldi. Babası hayatını yün ticaretiyle kazanan mütevazi dindar bir müslümandı. Kendisi mütevazi imkanlarıyla tahsil yapamamış fakat oğullarını devrin rağbette olan bilgileri ile teçhize çalışarak ilim ve tasavvuf alemine iki büyük şahsiyet kazandırmıştır. Bu zat Ebu Hamid Muhammed- (İmam Gazali) ile diğer oğlu Ebül Futun Ahmed (İmam Gazalinin Kardeş)i, Tusta sofi bir arkadaşına emanet ve
tahsilleri ile alakadar olmasını rica etmiştir. Evladlarını küçük yaşta yetim bırakan Gazalinin babası onları dünyada sahibsiz bırakmadı. Bu sofinin ismine kaynaklarda raslanmıyor. Ancak bu sıralarda, Tusta pek faal olan tasavvufi hayat nazar-ı itibare alınırsa, bunun; Tusun meşhur Şeyhlerinden Ebu Ali Fadl b. Muhammed El-Farmedinin müridlerinden bir zat olması kuvvetle muhtemeldir. Malum olduğu üzere elFarmedi, meşhur sofi ve mutasavvuf Ebül Kasım Addülkerim elKüşeyrinin (irtihali H. 465Miladi 1072) müridi idi. Evvela Tusta Ahmed b. Muhammed el Razakani-den bir müddet fıkıh okuyan Gazali, sonra Cürcana giderek, İmam Ebu Nasral İsmailiden de ders okudu. Bu dersleri havi notlarını, yolda haydutların gasb ettikleri, ricası üzerine iade etmeleri ve bu hadiseyi ilahi bir ikaz sayarak bu olaydan sonra bütün öğrendiği bilgileri ezberlemesi hadisesi çok meşhurdur. Bundan sonra Nişabura giden Gazali, Horasanın mutlak içtihad derecesine varan İmamı, İmamül Haremeyn Ebul-Maali el – Cuveyni (vefatı 478) nin derslerine devama başladı. Vezir Nizamül Mülkün kendi adına izafeten yaptırmış olduğu Nizamiye medresesinde dinlediği bu dersleri az zaman zarfında tam bir vukuf ile elde eden Gazali İmamül – Harameynin en gözde üç talebesinden biri olarak tanındı. Nizamül – Mülk Nişaburdaki Nizamiye medresesinde hilafiyat ve usul kürsüsüne İmamül Harameyni tayin ederken, Bağdadda da yaptırdığı Nizamiye medresesinin kürsüsüne de Irakın meşhur fakihi Ebu İshak İbrahim b. Ali elŞirazi (Vefatı 474)yi tayin etmişti. İmamül Harameynin vefatın (478 Hicri)den sonra, Bağdadta Nizamül Mülkün meclisinde gördüğümüz Gazaliyi bilahere Bağdad Nizamiye medresesinin müderrisi (Profesörü) Ebu İshak Şirazinin (H. İ84M. 1091)de vefatı üzerine mezkur medresenin (Üniversitenin) kürsüsünde görüyoruz. İlminin genişliği, lisanının belagat ve fesahati ve öğretici olarak şöhreti kısa zamanda bütün memlekete yayıldı. Çok geniş bir talebe kitlesi derslerine devama başladı. Bu hal 488 senesine kadar devam etti. Fakat bu tarihte yavaş yavaş hissettiği ve kalbine düşen şüphe tohumlarının gittikçe kuvvetlenmesi, halet-i ruhiyesi üzerinde tesirler icra etmeye başladı. (Bu halleri bizzat kendinin kaleme aldığı elMunkız-u mined-Dalal isimleri eserinde tafsilatıyla yazılıdır.) Bunun üzerine ders vermeyi terketti. Bir müddet her şeyden şüphe ederek, sufistai bir hayat yaşadı. Dili tutulmuş, fesahat ve belagatı zail olmuştu. Nihayet ilahi bir lütuf eseri olarak (kendi değişiyle Allah-ü Tealanın kalbime ilka ettiği bir nur ile elmunkız sf 18) şüpheden tatamamiyle azade oir imanın doğması üzerine gayb aleminin esrarına ittila yolları göründü. Kal (laf) aleminden hal alemine ulaşmanın verdiği neşve içinde Bağdadı terke, halvet ve uzlet hayatı yaşamağa karar verdi. Bu sıralarda yıl 488 olduğuna göre Gazali Hazretleri 33-39 yaşlarında idi. Ancak birdenbire tedrisi terk etmesine itiraz edileceğini bildiğinden, hac niyeti ile Hicaza gideceğini söyleyerek yerine kardeşi Ebül-Fütuh Ahmed elGazaliyi (vefatı 520) bıraktı. Doğruca Şama gitti. (elMunkız Türkçe tercümesi sf. 62) 489da Şama gelen Gazali bu şehirde iki sene kadar kalmış, uzlet ve halveti ihtiyar ederek, riyazat ve mücahede ile dolu tam bir derviş hayatı yaşamıştır. Evvelce tasavvuf kitaplarında okuduklarını (elmunkız Türkçe tercümesi sf. 58) burada nefsinde tatbik ederek, Emeviye enmiinde itikafa piren Gazalinin kalbinde Resülullah Efendimizin (S.A.V.) Ravda-ı Mutahharasını ziyaret ve Kabeyi ziyaret arzusu uyanması üzerine buradan ayrıldığını öğreniyoruz,. (elMunkız sf: 64) Hicaza gitmedpn yolda Kudüs-ü Şerifede uğrayan Gazali Hz.leri burada Hz. İbrahim (A.S.) i ziyaret etmiş orada (Sahrada) dua ve zikir ile nefsini tezkiye etmiştir. Haç farizasını ifadan sonra artık tam kemale eren Gazali Hazretleri zahir ve batın ilimlerinin üstadı yani zulcenaheyn olarak Bağdada döndü. Burada asrımıza kadar şöhreti artarak devam dünyaca meşhur (İHYA-U ULÜMİDDİN) kitabını okutmaya başladı. Fakat Hz, üstadın artık mizacına ta-mamıyle hakim olan sofiyane hayatı yaşama isteği onu doğduğu yer olan Tusa çekilmeye sevketti. Burada 10 sene kadar dervişane yaşıyan Gazali Hz.lerini Vezir Fahrülmülk tekrar Nizamiye medresesine dönmeye razı etti. Halkın zayıflayan imanı karşısında, bidat ehlinin kuvvetlendiğini gören Gazali Hz.leri ulema ile istişare ederek, halvet ve inzivanın caiz olmadığına kanaat getirip 499 (M. 1105)da tekrar ders vermeye başladı. Fakat bu ikinci tedris hayatı pek kısa sürdü. Bir sene kadar ders okuttuktan sonra tekrar doğduğu yer olan Tus şehrine avdet etti. Feyizli ve ihya edici ömrünün son beş senesini kendi parası ile inşa ettirdiği tekke ve medresede, hususi talebeler okutmak ve hak aşıkları yetiştirmek, batıl ve sapık ceryanları yıkan birbirinden kıymetli eserlerini telif etmekle ve riyazet, mücahede, ibadetle geçirdi. Nihayet 14. Cemaziyelahır.. 505 (19. Aralık. 1111) Pazartesi günü Cemal alemine yürüdü. Cenab-ı Allahın Rahmeti üzerine olsun. Amin. SAPIK CERYANLARA KARŞI GAZALİ
Gazali Hazretleri, bozuk ve sapık fikirlerin ve batıl mezheblerin bütün dehşetleri ile ceryan ettiği bir zamanda ve zeminde yaşamıştır. Anadolu Fatihi Büyük Selçuklu – Türk İmparatoru Alparslanın ilk devirlerinde, batıl mezhepler, hususiyle Batinıyye mezhebi İslam Alemini fitne ve fesada boğmuştu. Her bozuk mezhebin menbaı olan İran bu seferde batınilik ve İsmailiği ortaya çıkardı. İslama belkide en büyük zararı vermiş olan bu zararlı ceryanların mensubları, Hasan Sabbah ve avanesi, Kuran-ı Kerimin ayetlerini batıl teviller-le izah etmeye çalışıyorlardı. Muhkem ayetlerle tenakuz halinde olan tefsir ve beyanlarda bulunarak Ehl-i Sünnet Vel Cemeat yolunu tıkamak istiyorlardı. Allah Yolunun eşkiyaları olan mezkur mezheb mensublarının fitne ve faaliyetleri ile Alem-i İslamda umumi bir huzursuzluk meydana gelmişti. Her asırda bir müceddid tarafından izale edilen bu gibi sapıklıklar V. asırda İmam Gazali Hz. leri tarafından karşılandı. Bu sapıklıklara karşı başta İmam Gazali Hz. leri olmak üzere çok kıymetli bir irfan kadrosu harekete geti. Fakat Hüccetül – İslam Gazali Hz. lerinin ilmi kudreti ve kalplere tesir, akılları durduran reddiyeleri diğerlerinin hepsini bastırıyordu. Nizam-ül Mülk kendisine hayran olmuş ve Gazaliye ZeynüdDin = Dinin Ziyneti unvanını vermiştir. Hüccetül – İslam Gazali Hz. leri vakıaların tespit ve şehadetiyle asrının mücaddidi idi. Gazali Hz. leri mutezileye karşı (Faysül-Tefrika beyn-el İslam ve1-Zendeka), ismaililere karşı (elMustahziri), (Mufassilal-Hllaf) (elDurc al-Merkum), (el Kıstasül-Müstakim) eserlerini yazmış ve onların batıl mezheblerini iptal etmiştir. Felsefe: İmam Gazali felsefecilerin fikriyatını öğrenmek için evvela iki sene kadar felsefe ile uğraştı. Bu iki sene zarfında felsefeye vukuf peyda etti. Bir senede öğrendiklerini tekrar eden Hz. Üstad, bu sahadaki tetkiklerinde, felsefenin İslam dini bakımından ihtiva ettiği hataları meydana çıkarmayı gaye ittihaz eder. Gazali;, 1 — Dehriyyun (Materyelistler) 2 — Tabiyyun (Natüralistler) 3 —r İlahiyyun (Metafizikçiler) -olmak üzere üç grupta mülahaza ettiği felsefeciler içinde, birinci zümreyi, alemin müdebbirini inkar ile kidem-i aleme inandığı için, tekfir, ve ikinci zümreninde sani-i alemi isbat ettikleri halde, haşr ve base inanmadıkları cihetle hesap ve kitabı inkar ettiklerinden dolayı, zinadika adı ile, küfürlerine hükmeder. Esas hücumlarını tevcih ettiği zümre ise, iiahiyyun (Metafizikçiler) dur. Bu zümreye mensup olanlar mezkur iki zümreyi redde kalkışmışlar, birbirlerine de hücum etmişlerdi. Zaten bunların tutarsızlığı o derecedir ki birinin söylediğini, diğeri nakzedib kabul etmemektedir. Mesela Aristo, bizzat kendi üstadlarını reddetmiştir. Felsefe mevzuunda evvela onların maksatlarını anlatan (Makasıd-ül-Felasife) isimli eserini yazmış bilahere felsefecilerin sapıklığını ispat eden (Teha-füt-ül-Felasife) isimli meşhur kitabını yazmıştır. Tasavvuf: Gazalinin memleketi olan Tus o asırda bir tasavvuf merkezi idi. Gazali küçüklüğünde ve talebeliği esnasında sofi muhitlerinde yaşadı. Tedris hayatında ise tasavvuf ikinci planda kaldı. Nihayet geçirdiği ruh ve iman buhranından sonra (bütün bu hallerini kendisi elMunkız-u MinedDalal kitabında kendisi bizzat anlatmaktadır. Bu kitap Türkçeye tercüme edilmiştir. Gazali Hazretlerini tanımak istiyen bu kitabı mutlaka okumalıdır. En güzel tercümeleri şunlardır. 1 — Salih Şeref ve Ahmed Davudoğlu, Hüseyin Turai Beylerin tercüme ettikleri ElMunkız-u min-ed Dalal Cağaloğlu Yayınevi 1970 İstanbul, isimli tercüme ile, 2. __Doç. Dr. Ahmed Subhi Furat Beyih tercüme ettiği Dalaletten Hidayete Şamil Yayınevi Kitapçılar Çarşısı N. 13 Beyazıd İstanbul – 1972 isimli kitaptır. (Bu tercümeye kitabın aslı da ilave edilmiştir.) Tekrar tasavvufa döndü. Bu halini şöyle anlatmaktadır. (. Kafi olarak anladımki, sofiye boş sözlere değil, iyi hallere sahiptir. İlim yoluyla elde edilmesi mümkün olanı tahsil ettim. Yalnız işitmek ve öğrenmekle tahsili mümkün olmayıp tatmak ve hak yoluna, girmekle bilinecek olan hususlar kalmıştı. Öğrendiğim ilimler, şeri ve nakli ilimlerin sınıflarını araştırmak için takip ettiğim meslekler, bana Allaha; Nübüvvette (Peygamberliğe), kıyamet gününe karşı şüphesiz bir iman bahşetmişti. İmanın bu üç esasının kalbimde sağlam bir şekilde yer etmesi, muayyen ve mücerret bir delil ile değil, çeşitli sebebler, karineler ve sayısız tecrübelerin bir neticesi olmuştur. Anlamıştım ki, ahirette saadet (Bahtiyarlık) ancak takva (günahlardan uzaklaşmak) ile; nefsi, heva ve hevesten menetmekle olur. ; . Şübhe götürmüyecek şekilde anladım ve yakinen gördüm ki: Sofiye (mutasavvıflar) hakikaten Allah yolunu tutan ve bulan kimselerdir. Onların tuttukları yol yolların en güzelidir. Bakınız elMunkız tercümesi sf. 59 ve 64 v.d.) Bizim bu sözlere ilave edecek ne sözümüz olabilirki. Allah hepimizi bu yola sevk ve hidayet eylesin.
ESERLERİ İmam Gazalinin eserleri pek çok olup, alfabe sırasına göre bir listesi, alMurtazeel-Zebidi tarafından tanzim edilmiştir. (Bah: İthaf al Şada, Cilt 1. sf: 27-44) Ali Arslan Beyin yaptığı tercümenin 1. cildinde de latin harfleriyle eserlerinin listesi mevcudtur. Biz burada Gazali Hazretlerinin Türkeye tercüme edilen kitaplarından tespit edebildiklerimizi kaydeceğiz. 1 _ ihya-i Ulumid-Din En meşhur eseri budur. Bu kitabın şöhreti bütün dünyaya yayılmıştır. Türkçeye Ahmed Serdarpğlu ve Ali Arslan bey tarafından iki ayrı tercümesi yapılmaktadır. En büyük. -temennimiz tercümelerin bir an önce tamamlanmasıdır. Muhterem Hocamız Ali Arslan Bey tercümeyi (1973) senesine kadar tamamlıyacağını ümid ettiğini ifade etmektedir. 2 — Kimya-ı Saadet. Bu kitab A. Faruk Meyan tarafından tercüme edilmiştir. Bedir Yayınevi Neşriyatından 4. Baskı 1392 – 1972 İstanbul 3 — El8rbain (Kırk Esas) adıyla Yaman Ankan tarafından Türkçeye tercüme edilmiştir. Kasım 1970 İstanbul. 4 — elitikad fi1-iktisad. (İtikadda iktisad) adıyla O. Zeki Soyyiğitve (itikadda orta yol) adiyla Dr. Kemal Işık tarafından yapılmış iki ayrı tercümesi vardır. 5 — Mükaşifetül-Kulup. (İlahi Nizam) adıyla Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 6 — Minhacül-Abidin. (Abidler Yolu) adıyla Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 7 — Mizanül-Amel (Amellerin Ölçüsü) adıyla Remzi Barışık tarafından tercüme edilmiştir. Bir başka tercüme daha vardır. 8 — Cevahirül-Kuran (Kurandan Cevherler) adıyla H. Suudi Erdoğan tarafından tercüme edilmiştir. 9 — Eyyühel Veled (Oğluma) adıyla Abdülhalim Akkul tarafından tercüme edilmiştir. Bu eserin başka tercümeleride vardır. 10 — Ravdatüt-Talibin. (Tasavvufun esasları) -adıyla Ramazan Yıldız tarafından tercüme edilmiştir. 11 — Dürretül-Fahir- (Kıyamed ve Ahiret) adıyla H. Hilmi Işık tarafından tercüme edilmiştir. 12 — elMunkız-u min-ed-Dalal Bu kitap hakkında yukarda izah verilmişti. 13 — elHikmet-ü fi Mahlukatillah. (Varlıkların yaradılış hikmetleri) adıyla Hasan Akarsu-Mürsel Sıradağ tarafından tercüme edilmiştir. 14 — Nasihatül Müluk. (Devlet Başkanlarına) adıyla Osman Şekerci tarafından tercüme edilmiştir. 15 — Bidayetül-Hidaye; aynı isimle Abdülkadir Akçiçek tarafından tercüme edilmiştir. 16 — Sırrül-Alemin. (Alemlerin Sırrı) ismiyle Na-im Erdoğan tarafından tercüme edilmiştir. 17. — elKeşfü vetTebyin (Riyadan İhlasa, Gururdan Tevazua) adıyla Celal Yıldırım, (Aldanış) adıyla Ahmed Arslantürkoğlu tarafından iki tercüme yapılmıştır. 18 — Hülasatüt Tesanifi fitTasavvufi. (İrfan Ordusunun El Kitabı) adıyla Ahmed İnce tarafından tercüme edilmiştir. 19 — Mearicil-Küds. (Mukaddes Merdivenler), adıyla Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 20 — Miracüs-Salikm. (Hak Yolcularının Miracı) ismiyle Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 21 — elKıstasül-MüstaMın. Aynı isimle Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 22 — Kavaidül-Akaid (Akaidin Esasları) ismiyle Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 23 — elMadnunüs-Sagir (Sorular ve Cevablar) ismiyle Yaman Arıkan tarafından tercüme edilmiştir. 24 — Tehafütül-Felasife. (Felsefecile Cevab) İsmiyle. Akif Nuri tarafından tercüme edilmiştir 25 _ Mişkatül-Envar. (Nurlar Feneri) ismiyle Süleyman Ateş tarafından tercüme edilmiştir. 26 — erRisaletüt-Ledünniyye. (İlahi Sır) ismiyle A. Şener ve Ş. Topaloğlu tarafından tercüme edilmiştir. Bu kitabı Tasavvufu inkar edip; İslamda Tasavvuf yoktur diyenler bilhassa okumalıdırlar. 27 _ Faysalüt-Tefrika Beynel-İslam vez-Zendeka (İslamda Müsamaha) ismiyle Süleyman Uludağ tarafından tercüme edilmiştir. 28 — etTecrid fi Kelimetit-Tevhid. (Kelime-i Tev-hid Kalası) ismiyle Celal Yıldırım tarafından tercüme edilmiştir. 29 — Zübdetül İhya, aynı isimle Ali Özek tarafından aynı kitap (Mevizetül Müminin) ismiyle Ali Arslan tarafından tercüme edilmiştir. Bu kitap İhya-nın hülasasıdır. 30 – elMürşidül-Emin, Abdülkadir Akçiçek tarafından tercüme edilmiştir. Bu kitapta İhyanın bir başka hülasasıdır.
31 — elKanunül-Külli fit-Tevil (Tevil Hakkında Genel Bir Kaide) adıyla (İslamda Müsamaha) adıyla tercüme edilen kitabın sonunda ilave edilmiştir. M. Şerafettin tarafından çevrilmiş. 32 — Kitab-ı Kavasım elBatımyye (Gazalinin Batmüerin Belini Kıran Delilleri) ismiyle A. Ateş tarafından tercüme edilmiştir. Eserleri hakkında fazla tafsilat vermeyi Gazalinin Hayatı hakkında yazılması icab eden büyük esere havale ederek bu mevzuu burada kesiyoruz. Hamd, Alemlerin Rabbı olan Yüce Allaha, Salat Peygamberimiz Efendimiz Muhammed Mustafa (S.A.Vj aline ve esbabına, Selam Allah ve Resulünün yolunda gidenlere olsun Esma-i Hüsna Şerhi İSTANBUL 8-Rebiül-Ahır-1392 20 – Mayıs -1972:. KİTABA GİRİŞ Azamet ve kibriyasmda eşsiz, teali ve samedaniye-tinde emsalsiz olan Allaha hamd olsun! O Allah ki izzet ve celalinin korusuna girebilmek için akıl kanat bulamaz. O Allah ki zatım tanımaya, tanımaktan acziye-ti yegane vesile kılmış; en fasih dillere kendisini, kendisinin vazettiği övgülerle, tadad eylediği isim ve sıfatlarla övdürmüştür. Cümle mahlukatm efdali Muhammede ve Onun aline, ashabına ve zürriyetine selat ve selam olsun. Talebi reddedilmeyen bir din kardeşim, Esma-i -Hüsnanın manalarını açıklamamı benden istemekte idi. Bu talep, müteaddit defalar tekerrür etti. Ben ise bir adım ileri ve bir adım geri atarak yerimde sayıyordum. Aramızdaki manevi kardeşliğin hakkını Ödeme bakımından bu dostumun arzusuna, boyun eğmekle ihtiyatlı davranma ve son derece tehlikeli olan bir işe atılmama yoluna giderek bu ağır işden beni affetmesini istirham etmek arasında mütereddid idim. Beşer idrakinin, bu ulu maksada erişebilecek güçte olmadığı görüşünde idim. Nitekim bu mevzuda eser vermekten basiret sahibini alıkoyacak iki mühim sebeb vardır: 1 — Haddi zatında bu mevzu, güç erişilen, zor ulaşılan ve kolayca anlaşılmayan bir mevzudur. En yüksek zirvede tevattun etmiş, en uzak gaye olarak teayyun etmiş ve insan aklını hayret ve şaşkınlık içinde komuştur Aklın gözleri, onun değil uzaklarını ve enginlerini, kıyılarını ve sahillerini bile görebilecek nitelikte değildir. Artık Rububiyet sıfatları sahasında araştırma, deneme ve tedkik, beşeri kuvvetlere nasıl ve nereden müyesser olacaktır?. Hiç yarasanın gözü, güneşin ışığına dayanabilir mi?. 2 — Bu mevzuda hakikatin künhünü açıklamak, halk kütlelerinin kabul edegeldikleri duruma muhalif düşebilir. Hak Teala Hazretlerinin herkese ayrı bir tecellisi vardır Her ferd, iktidan nisbetinde bu tecelliye mazhar olmaktadır. Sonra büyük gayelere yönelenlerin yardımcıları azdır ve hem halk arasında yaşayanlara temkinli hareket etmek yaraşır. Lakin Hakkı görenlerin, Önu görmez gibi görünmeye çalışmaları da güçtür. Allaha arif olamıyanların susması vacib ise arif olanların susması haramdır. Arif olanın dili bi -tab olur! sözü, işte bu gerçeğin ifadesidir. Ne var ki şiddetli İsrar ve gerçek ihtiyaç, bütün bu mazeretleri hükümsüz kıldı. Artık Allahdan dilerim ki, lütf-ü keremiyle doğru yolu bulmamızı asan kılsın ve ecr-i cezil ile bizleri mükafatlandırsın. Şübhesiz o, cud ve kerem sahibidir ve kullarını son derece esirgeyendir. KİTABIN ÖNSÖZÜ Kitabı üç bölüme ayırmayı münasib gördük: 1 — Girişler ve önsözler. BİRİNCİ BÖLÜM (4 Kısımdır.) 2 — Gayeler ve maksadlar. İKİNCİ BÖLÜM (3 Kısımdır.) 3 — İlaveler ve tekmileler. ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (3 Kısımdır.) Birinci bölümün ayrıntılarında maksatlara iltifatımız, giriş ve hazırlık yönünden olacak ve üçüncü bölümün ayrıntılarında da, ilave ve tekmile bakımından maksatlara bir dönüş yapacağız. Matlabın özü ise, vasıta ve vesilenin ihtiva ettiği unsurdur. Birinci Bölüm: Bu bölüm, isim, müsemma ve tesmiye terimlerinin mana ve hakikatlerinin izahıdır. Fırkaların çoğunun bu husustaki yanlış tutumları meydana çıkarılacak; manaca birbirine yakın olan azim, celil ve kebir gibi Esma-i Hüsnadan bazı isimleri bir manaya hamlederek müteradif (eş anlamlı) kabul etmenin caiz olup olmadığı veya değişik manada birer isim mi oldukları izah edilecektir. Keza iki manası olan bir ismi, bu iki manaya izafetle müşterek mi kabul edeceğiz, yoksa o ismin, bu iki manadan birine
hamli ciheti mi teayyün edecek; bu husus da açıklanacaktır. Ayni zamanda Esma-i Hüsnadan herbir ismin manasından kulun bir nasibi bulunduğu kayfiyeti de izah edilecektir. İkinci Bölüm, Allah-ü Tealanın doksandokuz isminin manalarınr . şerh ve izahıdır. Şöyle ki bu isimlerin, Ehl-i sünnet mezhebine göre bir zat ve yedi sıfata nasıl raci olduğu, Mutezile ve felasife mezhebine göre de, kesret kabul etmeyen bir zata raci olmasının ne suretle mümkün olacağı beyan edilecektir. Üçüncü Bölüm, Esma-i Hüsnanın tevkifen doksandokuzdan fazla olduğunu beyan hakkındadır ki, bu isimlerin yüz olmayıp doksandokuz olarak tayin ve tahsisinin faidesi ve Allah-ü Tealayı muttasıf olduğu medh sıfatları ve manası medh olan her sıfatla vasıflandırmanın cevazı izah edilecektir. Ancak herbir sıfatın noksanlıktan ari ve beri olması şarttır. Manası noksanlık işar eden sıfatların Allah-ü Teala hakkında kullanılması zinhar caiz değildir; fakat bir izne müstenid olursa bu durumda Allah-ü Teala hakkında layık olduğu lafızlar var ki, onların Allah-ü Teala hakkında mutlak şekilde tevil edilerek kullanılmasında beis yoktur. Kimi lafızlar var ki onların Allah-ü Teala hakkında mutlak olarak istimali memnu ve ancak bir karine ile biriikte caizdir. Gerçek şu ki, Allah, emir buyurduğu veçhile Esma-i Hüsna ile anılır. Şayet isimleri geçerek Onu sıfatları ile çağırmak istersek yalnız medh ve celal sıfatları ile çağırabiliriz. Vasıflandırılması caiz olan her sıfat ve her fiil ile çağıramayız. Meğerki az önce belirttiğimiz gibi o sıfatta veya o fiilde medl- ve iclal manası mevcud ola. Mamafih bunu inşaallah yerinde geniş-olarak zikredeceğiz. Birinci Bölüm GİRİŞ ve ÖNSÖZLER BİRİNCİ BÖLÜM (GİRİŞ ve ÖNSÖZLER BÖLÜMÜ)1 DÖRT KISIMDAN MÜTEŞEKKİLDİR BİRİNCİ KISIM İSİM, MÜSEMMA ve TESMİYE TERİMLERİNİN MANASININ İZAHI HAKKINDADIR: İsim ve müsem: -Vdan bahsedenler çoğalmış; ayrı ayrı yollar tutulmuş ve fırkalardan çoğu hakdan sapmıştır. Kimi, ismin, müsemmanın ayni olduğunu, fakat tesmiyeden ayrıldığını söylerken kimi- de, ismin, tesmiyenin ayni olup müsemmadan ayrıldığını ileri sürmektedir. Cedel ve kelam kolunda mahareti ile tanınmış olan bir üçüncüsü de şöyle diyor: İsim, müsem-mamn kendisi olabilir: Allah-ü Teala hakkında O, zat ve mevcuddur! dememiz gibi. Müsemmadan başka da olabilir: O, yaratan ve rızıkverendir! sözümüz gibi. Bu yaratan ve rızıkveıen isimleri, yaratma ve rı-zıklandırmaya delalet etmektedirler ki. bunlar müsemmadan ayrıdır. Bazan da isim, müsemmanm ne kendisi ne de başkası olur. Mesela O, alim ve kaadirdir! dediğimiz vakit, bunlar ilim ve kudrete delalet ederlerki, sıfatüllah, zatın ne ayni ne de gayridir. Fırkalar arasında başgösteren bu ihtilafın menşei ikidir: A — İsmin kendisi tesmiye midiir değil midir? B — İsmin kendisi müsemma mıdır değil midir? Gerçek şu ki, isim tesmiye de değildir müsemma da değildir. Bu üç kelime, müteradif olmayıp bilakis mütebayin (birbirine zıd) dır. Bu hususu meydana koymak için bu üç lafızdan her birinin manasını münferid olarak izah etmemiz gerekmektedir ki, ancak bunu müteakip, şu bunun ayni veya gayridir demek mümkin olacaktır. Kakikatleri meydana çıkarma yolu ve metodu işte budur. Bu yoldan ayrılan, başarı kaydetme imkanını aslen yitirmiş demektir. Tasdiki her ilmin-tas-dik veya takzibe mevzu olabilecek vasıfta olan her hususu kasdediyorum – lafzı, mevsuf, sıfat ve sıfatın mev-sufa nisbeti gibi üç unsurdan meydana gelen bir kaziy-ye olduğunda şübhe yoktur. Birinci merhalede, tarif ve hakikatini tasavvur etmek yolu ile yalnız mevsufu tanımış, sonra tarif ve hakikatini tasavvur etmek yolu ile yalnız mevsufu tanımış, sonra tarif ve hakikatini tasavvur etmek suretiyle yalnız sıfatı tanımış ve sonra da sıfatın mevsufa olan nisbetinin mevcud veya menfi olduğunu göz önüne almış olmak gerekir. Şöyle ki mülkün kadim veya hadis olduğunu bilmek isteyen bir insan, önce mülk lafzının manasını, sonra kadim ve hadisin manasını bilmeli ve ancak bundan sonra, mülk için iki vasıftan birini tesbit etme cihetini düşünmelidir. Bu yüzdendir ki ismin manasını ayrı olarak bilmek, müsemmanın manasını ayrı olarak bilmek, tesmiyenin manasını ayrı olarak bilmek, ayniyet, hüviyet e gayriyet terimlerini ayrı ayrı mütalaa ederek manalarını bilmek gerekiyor. Bu sayede ancak neyin, neyin ajni veya gayri olduğunu tasavvur etmek mümkün olacaktır. İsmin tarif ve hakikatinin izahı hakkında deriz ki: Eşyanın asılda vücudu, zihinlerde vücudu ve dillerde vücudu vardır. Gerçek ve hakiki olan vücud, asıldaki vücuddur. Zihinlerdeki vücudu ise ilmi ve şekli, lisanlardaki vücudu da lafzı ve istidlalidir. Mesela semanın (göğün) aslında ve zatında bir vücudu vardır, zihinlerimizde ve gönüllerimizde de bir vücudu vardır. Çünkü semanın şekli, gözlerimizde ve dolayısıyla hayalimizde iz bırakmış bulunmaktadır. Semanın yok olduğunu, vücuddan kalkdığını farzedeüm, onun şekli hayalimizde devamlı olarak yaşıyacaktır. İlim diye tabir ettiğimiz şey işte bu suret ve bu şekildir. O halde
ilim malumun bir örneğidir. Maluma benzeyen ve ona muvazi olan bir örnek. Ve o, aynada görünen şekil ve suret gibidir. Bu suret, dış ve mukabil suretin mümasili ve benzeridir ve malumun zihinde meydana gelen örneğinden ibarettir. Semanın dildeki varlığına gelince, bu varlık, bir takım seslerden mürekkep bir lafızdan ibarettir. Bu sesler, dört parçaya ayrılarak birincisi (sin), ikincisi (mim), üçüncüsü (elif) ve dördüncüsü (hemze) tabir edilmiştir. Şimdi sema sözümüz zihindeki semanın bir delili ve zihindeki sema da asıldaki semaya mutabık olan bir surettir. Asıldaki vücud olmasa şekil ve suretlerin zihinlerde meydana gelmesine, zihinlerde suret meydana gelmese insanın o sureti duymasına ve insan o sureti duymamış olsa onu lisanla tabir etmesine imkan yoktur. 3elki geri zekalı olanlar bunları birbirinden ayır-dedemiyecekler. Ne var ki bu vücudlann birbirinden farklı oldukları, her birinin kendisine mahsus bir ta-Tam özellikleri bulunduğu bir gerçektir. Mesela insan, asıldaki vücudu itibariyle uyuyan, uyanan, yaşıyan, ölen, gezen, oturan. bir varlıktır. Zihinlerdeki vücudu itibariyle de mübteda (özne), haber (yüklem), amm (genel), hass (özel) cüzi, külli, kaziye. gibi şeylerdir. Dillerdeki vücudu itibariyle ise A-rap, Acem, Türk, Zenci, çok harfli, az harfli, isim, fiil,, harf ve. benzeri şeylerdir ki, bu vücud zamana ve her ülkenin örf ve adetlerine göre değişir; fakat asıldaki ve zihindeki vücud ne zamana nisbeten ne de milletlere göre zinhar değişmez. Asıldaki ve zihindeki vücudu şimdilik bir tarafa bırakarak yalnız lafzi olan vücudu gözönünde tut; çünkü maksadımız bununla ilgilidir. Lafızlar, eşyanın ayanına (zat ve asıllarına) delalet etmek üzere insan iradesinin özel surette vazettiği alfabetik harflerden ibarettir. Bu lafızlar, (vaz-ı evvel) ve (vaz-ı sani) olarak kısımlara ayrılırlar. Mesela gök,, ağaç, insan ve benzeri lafızlar vaz-ı evveldir. İsim, fiil,, harf, emir, nehy, muzari gibi lafızlar vaz-ı sanidir. Buna vaz-ı sani dememizin sebebi, çünkü eşyaya delalet etmek üzere vazedilen lafızlar şöyle kısımlandınlıyor: a — Lafız, kendisinde değil gayrisinde manaya delalet ederse o harftir. b — Kendisinde manaya delalet eden lafız da iki kısma ayrılır: 1 — Manasının zamanla alakası olan lafız. Buna fiil denir. Vurdu ve vurur gibi. 2 — Manasının zamanla alakası olmayan lafız. Buna isim denir. Gök ve yer gibi. Lafızlar, önce, zat ve asıllara delalet etmek üzere-vazedildi ve bunu müteakip, isim, fiil, harf ıstılahları, lafızların kısımlarına delalet edici olarak vazedildiler. Çünkü lafızların kendileri, vazedildikten sonra zatları ve asılları itibariyle birer mevcud oldular ve şekilleri zihinlerde teressüm edince lisan hareketleri ile gösteterilmeye hak kazandılar. Bu cihetle lafızların varının teaddüd ettiği tasavvur ediliyor. Şöyleki bir isim birkaç kısma ayınlır ve her kısma ayn bir isim verilirse bu durumda o isim, üçüncü derecede olmuş olur. Nitekim ismi marife ve nekire olarak ikiye ayırmaktayız ve bundan maksat, bir ismin vaz-ı sani durumunda ol-duğunu sana anlatmaktır. Şayet bize ismin tarifi nedir? diye sorulursa, isim, müfred (tek) manaya delalet etmek üzere vazedilen lafızdır! diyebilir ve ayni zamanda bu tarife, ismi fiil ve harfden ayırdedecek bir kayıt da ekleyebiliriz. Fakat bizim buradaki maksadımız isim için tarif beyan etmek değildir. Sadece isimden, onun üçüncü derecedeki manasının murad olduğunu belirtmek istemekteyiz ki, bu, ismin asılda ve zihindeki vücudlan değil sadece lisandaki vücududur. Eğer ismin bir manaya delalet etmek üzere vazedilen lafız olduğunu anladınsa; artık bilmelisin ki, mana ifade eden her mevzuun bir vazii ve bir vazı ve bir de mevzuunlehi vardır; mevzuunlehe müsemma. vaziin kendisine müsemmi ve vaza tesmiye denir. Mesela filan, çocuğuna ad koydu dediğimiz vakit, çocuğuna delalet eden bir lafız vazetmiş olmaktadır ve onun bu vazetme hareketine tesmiye adı verilir. Bazan da tesmiye lafzı, vazedilen ismi anma manasında istimal edilir. Mesela adı Ahmed olan bir şahsa , bir başkasının ey Ahmed- diye seslenmesi gibi ki, onun bu çağırmasına da adverme (tesmiye) denir.: O halde tesmiye lafzı, advermek ile adını anmak arasında müşterektir. Gerçi tesmiyenin adverme manasmdaki istimali adını anma manasmdaki istimalinden daha uygun ve elyak ise de iki husus arasında müşterek olduğu inkar edilemez. İsim, tesmiye ve müsemma lafızlarını, hareket, tahrik, müteharrik ve muharrik lafızlarının mecrasm-da mütalaa etmek mümkündür. Bunlar ise muhtelif manalara delalet eden dört ayrı isimdir. Hareket, bir yerden bir yere taşınmaya delalet eder. Tahrik ise, bu hareketi meydana getirmeye, müharik, hareketin failine taharrük de, bir failden saadır olmakla beraber kendisinde hareket bulunan şeye delalet etmektedir. Müteharrik, kenisinde hareket bulunan mahalle delalet edip faile delalet etmez. Bu lafızların mefhumları anlaşıldı ise, artık bunlar hakkında, onların birbirinin ayni veya gayri olduğunu söylemenin caiz olup
olmadığı düşünülsün. Mevzuu ihata edebilmek için gayriyet ve hüviyetin manasını iyice idrak etmek gerekir. Hüve hüve (o odur, o onun aynidir) nin üç çeşit istimali vardır: 1 — Şarap badedir ve gazanfer arslandır sözünde olduğu gibi. Bu istimal, zat itibariyle bir olup eş anlamda iki ismi bulunan ve mefhumları arasmda başkalık olmayan. her şey için caridir. Sadece harfleri itibariyle değişik olan bu tür insimler müteradif tesmiye edilir. 2 — Saarim kılıç ve mühenned kılıçtır sözünde olduğu gibi. Bu istimal, birinci istimalden farklıdır. Çünkü bu isimlerin mefhumları müteradif değil muhteliftir. Saarim keskin olan kılıca, mühenned de Hind ülkesine mensup kılıca denir. Seyf (kılıç) ise, mutlak olarak istimal edildiği vakit saari-m ve muhennedden ayrı bir manaya delalet eder. Oysa müteradif isimlerin sadece harf itibariyle değiştiklerini ve asılları itibariyle kendilerinde ziyadelik veya noksanlık bahis mevzuu olmadığını gördük. Bu tür isimlere mütedahil demek doğru olur. Nitekim seyf (kılıç), kendilerinde mana yönünden ziyadelik olmasına rağmen bu üç ismin de mefhumuna dahildir 3 — Kar beyaz soğuktur sözünde olduğu gibi ki, beyaz ve soğuğun bir olduğu ve dolayisiyle beyazın soğuğun ayni olduğu iddia edilecektir. Üç vecihden en uzağı budur. Buradaki ayniyet, iki vasıfla vasıflandırılan bir mevzuun vahdeti (tek oluşu) na racidir ve bunun manası, bir zatın ayni zamanda beyazlık ve soğuklukla mevsuf olmasından ibarettir. Hüve hüve sözümüzün, bir vecihden, vahdet ifade eden kesrete delaleti mülahaza edilmelidir. Vahdet olmasaydı hüve hüve demek mümkin olmaz ve kesret olmasaydı gene hüve hüve demek mümkin olmazda; çünkü bu hüve hüve iki şeyi işaret etmektedir. Sadede dönelim ve diyelim ki: Şarap badedir! sözümüzde olduğu gibi müteradif isimlere kıyas ederek ismin müsemmanın ayni olduğunu iddia edenler mutlak surette yanılmışlardır. Müsemmanın mefhumu başka ismin mefhumu başkadır. Nitekim ismin dall (delalet eden) ve müsemmanın medlul (delalet olunan) olduğunu açıklamış bulunmaktayız. Sonra isim, lafız olmayabilir. Çünkü isim A-rap, Acem ve Türk ismi, yani Acemlerin, Türklerin ve Arapların vazettikleri bir lafızdır. Bu itibarla bazan mü-semma isme mutabık olmayabilir. İsimden sual edildiği vakit nedir diye sual edilir. Oysa müsemmadan kimdir diye sual edilmektedir. Mesela meclise bir şahıs geldiği vakit, bu şahsın adı nedir? diye sorulursa bu soruya onun adı Ahmetdir! cevabı verilir. Şayet o şahsın kendisinden, yani zatından sual edilecekse bu durumda kimdir? demek gerekir. Keza yakışıklı bir Türke Hind adı verildiğinde isim çirkiri, müsemma güzel! diyoruz. Çok harfli veya ağır mahreçli bir isim olursa isim kaba, müsemma nazik! diyoruz. Bazan isim mecaz oluyor; fakat müsemma mecaz olmuyor. Bazan da uğursayma kabilinden isim değişiyor; fakat müsemma değişmiyor. Bütün bunlar isim ile müsem-TTi&Tim birbirinden ayn şeyler olduklarının birer delilidir. Eğer fikrini çalıştıracak olursan bu zikredilenlertien maada, isim ile müsemma arasında bir çok farklar bulursun. Ne var ki basiret sahibi olana sözün azı da VftfjfliT ilansız ve idraksiz olanları ise, çok izah daha da çok şaşırtır. İkinci istimale göre müsemmamn isimden müştak olduğu ve seyf (kılıç) saarim (keskin kılıç) in mefhumuna dahil olduğu gibi müsemmamn da ismin mefhumuna dahil olduğu söylensin. Buna kail olunduğu tak-dirde tesmiye, müsemma, müsemmi ve ismin cümlesinin ayni şey olmaları lazım gelecektir. Çünkü hepisi de isimden müştak (türev) dir ve isme delalet etmektedirler. Bu ise bir mücazefe ve peşin hükümdür. Hareket, tahrik, muharrik ve müteharrikin ayni şey olduklarını iddia etmeye benzer. Bunların hepsi de ha-Teketten müştaktır. Oysa bu iddia doğru değidlir. Çünkü hareket, mahalle ve faüe ve fiile delalet, olmaksızın -sadece bir yerden bir yere intikale delalet eder. Muhar-tüc, hareketin failine delalet ediyor. Muharrek, meful olmakla beraber hareketin mahalline, müteharrik ise, meful olmaksızın hareketin mahalline delalet ediyor. Tahrik, faile ve mahalle delaleti olmaksızın hareketin filine delalet ediyor. Bunlar, birbirinden ayn gerçeklerdir. Hepisinde de hareketin mevcudiyeti mülahaza edilmekte ise de, hareket, kendi nefsinde ve müstakil olarak anlaşılan bir hakikate sahiptir. Hareketin faüe nis-beti ancak tali derecede anlaşılır. Bu izafet muzafdan ayrıdır. İzafet, iki şey arasında mütalaa edilir; muzaf ise önce müstakil olarak ve sonra mahalle nisbeti düşünülür. Bu, onun faile olan nisbetinden başkadır. Nitekim hareketin mahalle olan nisbeti ve ihtiyacı zaruri. iaile olan nisbeti nazaridir. Bunu söylemekle tasavvur-suz Od nisbetin mevcudiyetine hükmü kasdediyorum Ta, isim bir delalettir; onun medlulü vardır ve onamü-semma denir ve ismin vazı (istimali) ise, bir faü-i muhtarın işidir ve adına tesmiye denir. Sonra buradaki tedahül ile seyf (kılıç) m saarim (keskin kılıç) ve mühenned (hind kılıcı) Tnft Tıırn aTınf dahil oluşu arasında fark vardır. Şöyle ki saarim, bir sıfat ilavesi ile kılıçtır. Mühenned de sıfat ilavesi ile kılıçtır. Seyf işte bu mefhuma teMidir Oysa müsemma bir sıfat ila–vesi ile isim veya tesmiye bir sıfat ilavesi ile isim değildir ve bu tevil burada doğru olamaz.
Üçüncü istimale gelince; sıfatların teaddüdü ile mahallin ittihadı esasına dayanan bu vecih, uzak olmasına rağmen isim ve müsemmada cari olmadığı gibi: isim ve tesmiyede de cari değildir. Ancak bir şeyin, hem isim ve hem tesmiye olarak adlandırılmak üzere vazedilmiş olduğuna kail olmak gerekir. Nitekim kar misalinde olduğu gibi. Kar ise, soğukluk ve beyazlık vaaf-lafını taşıyan bir TH&Ta T ibarettir. Keza durum, Sıd-dik, (Hz. Ebu Bekir) Ebu Kuhafenin oğlunun kendisidir! sözünden de farklıdır. Çünkü bu söz tevil edildiğinde, Sıddik olarak vasıflandırılan şahsın viladet bakımından Ebu Kuhafeye mensup olduğu anlaşılır. Bu takdirde hüve hüve (o odur)nin manası, sıfatlar arasında kesin zıddiyet bulunmakla beraber mevzuun ittihadı (bir oluşu) dır. Sıddikın mefhumu başka Ebu üuhafenin oğlu olmanın mefhumu başkadır ve bu-rada yapılması mümkün olan teviller, ne isim ve müsemmada ne de isim ve tesmiyede, ne hakikat itibariyle ne de mecaz yönünden zinhar cari değildir. Müteradif isimler, gazanfer aslanın kendisidir! sözümüzde olduğu gibi hakikat ccnlesindendir. Ancak iki lafızdan anlaşılan mana arasında lugavi bakımdan her-lıangi bir farkın olmaması şarttır. Eğer fark varsa bu takdirde bir misal aramak gerekir. Bu, hakikatin bir ve isimlein çok oluşu cihetine racidir. Hüve hüve ( o onun aynıdır) sözümüzde bir cihetten validetin ve diğer cinetten kesretin mevcud olması lazım geliyor. Vecihlerirı. en iyisi, vahdetin manada ve kesretinise mücerred lafızda olmasıdır. Bahsi uzun ve anlaşılması güç olan bu ihtilaf hakkında bu kadar izah kafidir. Artık isim, tesmiye ve mü-semmanın her birinden anlaşılan ve aranan mana bk-kımından farklı birer lafız olduklarını anlamış oldun. Ancak bunlardan her birinin diğerinden farklı olduğu söylenebilir; onun aynı olduğunu söylemeye imkan yoktur. Çünkü gayriyet, hüve hüve (ayniyet) nin mukabilidir. İsim için, müsemmanm ayni olabilir, gayri olabilir VS ne ayni ne de gayri olabilir diyen üçüncü mezhebe gelince, hakdan en uzak olan ve en çok karmaşıklık içinde bulunan fırka budur. Ancak tevile gidilirse durum değişir. Mesela üç kısma ayrılan isimden ismin, kendisini değil mefhum ve medlulünün kasdedildiğini söylemek mümkündür. İsmin mefhumu tabii ki ismin gayridir. Çünkü ismin mefhumu, ismin medlulüdür ki delil başka ve medlul başkadır. Bu itibarla zikredilen bu taksim ismin mefhumuna racidir ve doğrusu da şöyle demektir: İsmin mefhumu müsemmanm zatı ve hakikati ve mahiyeti olabilir. Bunlar insan, ilim ve beyazlık gibi müştak (türev) olmayan nevi isimleridir. Müştak olan isimler ise müsemmanm hakikatine delalet etmeyip hakikati mübhem (bulanık) olarak bırakır ve sadece müsemmanm bir sıfatına delalet edsr. Alim (bilgin) ve katib (yazar) misallerinde olduğu gibi. Sonra insan, ilim ve beyazlık gibi müştak olmayan nevi isimlerinden, alim ve beyaz gibi müsemmada mevcud bir halin vasfına veya yaratıcı ve yazar gibi müsemma için yapılan ve ondan ayrılmayan bir izafete delalet eden iştikaklar yapılır. O nedir? sorusuna cevap olarak, söylenen isimlerin birinci kısmın tarifi olduğunu söyleyebüiriz. Şöyle ki bayağı bir insanı işaret edip o kimdir? demez de o nedir? derse, bunun cevabı insandır! olmalıdır. Şayet hayvandır! derse, mahiyetin cevabı olamaz. Zira insanın mahiyetinin mücerred hay-vaniyet ile kaim olmadığı aşikardır. İnsan, akıllı hayvandır. Mücerred olarak hayvan değildir. İnsan, hay-van-ı akile verilen isimdir. İnsan yerine beyaz veya uzun veya alim veya katib denilse cevap olmaz. Çünkü-beyazın mefhumu, beyazlık vasfını taşıyan mübhem bir varlıktır ki, mahiyeti bilinmez. Alimin mefhumu, ilim sahibi mübhem bir varlık ve katibin mefhumu, kitabet işini yapan mübhem bir varlıktır. Gerçi katibin insan olduğu anlaşılabilir. Fakat bunun anlaşılması laftın mefhumundan hariç ve onun mefhumuna ilave olan bir takım delil ve hususlar aracılığı iledir. Keza bir renk işaret edilerek o nedir? dendiği vakit, beyazdır! cevabı verilir. Eğer bunun yerine bir müştak isim zikrederek aydınlatıcıdır! veya gözün ışığını dağıtıcıdır! desek cevap değildir. Çünkü o nedir? sorumuzdan kasdımız .zatın hakikat ve mahiyetini öğrenmektir. Aydınlatıcı lafzı aydınlatma hassesine sahip olan mübhem bir varlıktır. Dağıtıcı lafzı, dağıtma hassesine sahip olan mübhem bir varlıktır. İsimlerin medlul ve mefhumları hakkında işte bu taksim doğrudur ve biz bu taksimi şöyle de tabir edebiliriz: İsim, zata da ve zatın gayrine de delalet eder ve onun zatın gayrine delaleti, istimalde müsamaha tari-kiyledir. Zatın gayrine delalet eder sözümüz, o nedir in cevabında vaki olan mahiyetin gayrini kasdetnuş olmaklığımızla tefsir .edilmezse cevap doğru olmaz. Alim, ilim sahibi olan zata delalet etmektedir ki, onun zata delaleti vardır. Alim lafzı ilim lafzından farklıdır. Alim, ilim sahibi olan zata, ilim.ise yalnız ilme delalet eder. İmdi isim mliseromarün aynı olabilir iddiasında iki arıza vardır ve bu arızaların giderilmesi gerekmektedir: 1 — Ya buradaki isim yerine ismin mefhumu getirilmeli. 2 — Veya isim, zatın mahiyeti ile değiştirilmelidir. Ancak bu takdirde, ismin mefhumunun zatın hakikat ve mahiyeti veya hakikat ve mahiyetin gayri olduğu söylenebilir.
Yaratıcı, müsemmanın gayridir! sözüne gelince, bu sözden yaratıcı lafzının müsemmanm gayri olduğu kasdediliyorsa bunaa beis yoktur. Esasen lafız başka ve lafzın medlulü başkadır. Fakat bu sözden, yaratıcının ifade ettiği mananın müsemmanm gayri olduğu kasdediliyorsa işte bu muhaldir. Çünkü yaratıcı, bir isim ve her ismin mefhumu, o ismin müsemmasıdır. Eğer kendisinden müsemma anlaşılmazsa o müsemmanm ismi değildir. Yaratma, yaratıcının mefhumuna dahil olmakla beraber yaratıcı, yaratmanın ismi değildir. Katip, kitabetin ismi değil, müsemma da tesmiyenin ismi değildir. Yaratıcı, kendisinden yaratma fili sadır olan zatın ismidir ve bu itibarla yaratıcının mefhumu ayni zamanda zattır. Yalnız zatın hakikati değil, izafi bir sıfat sahibi olması yönünden zatın aynidir. Nitekim baba dediğimizde, bu lafızdan, oğulun zatı değil, oğula izafeti yönünden babanın zatı anlaşılır. Sıfatlar, izafi ve gayri izafi olarak bölümlenir ve zatlar bu sıfatlan cemeder. Eğer yaratıcımn bir sıfat olduğu, sıfatın bir isbat-tan ibaret bulunduğu, yaratıcı lafzının mazmununda sadece yaratmanın isbatımn varlığı, fakat yaratmak yaratıcı demek olmadığından yaratmakta yaratıcının hakiki bir sıfatı bulunmadığı ve ismin müsemmanm gayri olduğu sözünün buradan ileri geldiği iddia edilirse, cevaben deriz ki: İsim, müsemmanm gayridir iddiası çelişiktir. Tıpkı bu, delilin medlulden başkasını gösterip tanıttığını iddia etmeye benzer. Zira müsemma ismin mefhumundan (isimden anlaşılan manadan) ibarettir ki, bu durumda mefhum, müsemmanm1 gayri ve müsemma, mefhumun, gayri nasıl olur? Sonra yaratanın, yaratmaktan sıfatı bulunmadığı ve yazarın, yazmaktan gelen bir vasfa sahip olmdığı iddiası da doğru değildir. Yaratanın, yaratmaktan gelen bir sıfat sahibi olduğunun delili çünkü yaratan, ba-zan bu sıfatla vasıflandırılır ve kimi vakit de bu sıiat kendisinden nefyedilir. İşte izafet de muzafm vasfıdır ve bunda da nefy ve isbat caridir; aynen muzaf olmayan beyazlık gibi. Ahmed ve Fehmiyi tanıyan bir insan, Fehminin Ahmedin oğlu olduğunu öğrendiği vakit, şübhe yok ki, yeni bir şey öğrenmiş oluyor ve bu yeni şey, ya sıfat veya mevsuftur. Mevsufun zatı olmadığına göre sıfat ve binefsihi kaim olmadığına göre de Ahmedin sıfatıdır. İzafetler, muzaflarm vasıflan kabilindendir; ne var ki bunların mazmunları, iki sev arasında mukayese yolu ile anlaşılır ve bu husus, onları sıfat olma durumundan çıkaramaz. Allah (C.C.)m yaratıcı olmakla mevsuf olmadığı söylense bu söz küfürdür. Nitekim alim olmakla mevsuf bulunmadığı söylense bu da küfürdür. Bu sözün kailini bu karmaşıklığa düşüren sebep şu ki. izafet, ke-lamcılar nezdinde arazların cümlesinden sayılmamaktadır. Kelamcılara, arazın manası nedir? diye sorulsa, binefsihi kaim olmayıp bir mahalde mevcud olan nesnedir! diyecekler ve izafet bir mevcud mudur değil midir? deseniz, evet, mevcuddur! demek zorunda kalacaklardır. Çünkü babalığın yokluğunu iddia edemezler. Eğer yok olsaydı, kainatta baba diye bir varlık bulunmazdı. Şimdi kelamcılara, babalık demek olan uhuvvetin binefsiha kaim olup olmadığı sorulunca, onun binefsiha kaim olmadığını ve bir mahalde mev-cud olduğunu itiraf edeceklerdir. Evet, İzafet binefsiha kaim olmayıp bir mahal ile kaimdir. Arazın da bir mahal ile kaim olduğunu itiraf etmekle beraber, izafetin bir araz oluşunu dönüp inkar ediyorlar. KelamcUarm, bazı isimlerin müsemmanm ne ayni ne de gayri olduğu sözüne gelince, bu söz de yanlıştır ve bunun yanlışlığı alim lafzının tefsiri ile izah edilecektir. Şayet Allah-ü Teala hakkında bunun itlakına şeriatın müsaade etmediği ileri .siirülürse, hakkı ve doğruyu açıklamanın bir Özel izne mütevakkıf olmadığı söylenebilir ve belki bu hususta şimdi müsamaha vardır. Dikkatimizi ilim ile vasıflandırılan insan üzerinde toplayalım ve diyelim ki: İlim, insandan ayrı bir varlık değildir; insan var iken ilim yoktu. İlmin tarifinin insanın tarifinden başka oluşu sebebiyle ilmin insandan ayn bir varlık olduğu söylenecektir. Fakat tek bir şahıs hakkında o alimdir ve insandır denildiği vakit, alim, insanın ne ayni (kendisi) ne de gayri (başkası) dır; çünkü insan, ilimle mevsuf olan bir varlıktır. Diyeceğiz ki bu hüküm, katib ve tacir hakkında da lazım gelecektir; çünkü bununla mevsuf olan gene insanın kendisidir. Gerçek şu ki, mesele izah ve tafsile muhtaçtır. Şöyle ki, insan lafzının mefhumu, alim lafzının mefhumundan başkadır. Zira insan lafzının mefhumu, akil ve natık hayvandır; alimin mefhumu ise, ilim vasfına sahip olan mübhem bir varlıktır. Her iki lafzın kendileri de başka başka ve mefhumları da başka başkadır. İşte bu vecihden birbirinin ayni değillerdir ve onlara hüve hüve (o onun aynidir) dömek caiz değildir. Fakat başka vecihden ise birbirinin aynidirler ve bu vecih ile onlara birbirinin gayri demek caiz değildir. Açıklayalım: İnsan ve alim olarak vasıflandırılan tek bir zatı gözönüne aldığın vakit, insan tesmiye edilen varlık, alim olarak vasıflandırılan varlığın kendisidir. Nitekim kar tesmiye edilen varlık, soğuk ve ayni zamanda beyaz olmakla vasıflandırılan -varlığın kendisidir. İşte bu bakış, ve itibarla ilim insanın ayni ve birinci itibarla da gayridir. İtibar yönü bir olup da o onun ayni veya o onun gayri olmaması aklen muhaldir. Nitekim o onun ne ayni ne de gayri olması keyfiyeti de müstahildir. Çünkü, gayriyet ve ayniyet, neiy -ve isbata tekabül eden karşıt kavramlardır ve aralarında vasıta (orta derece) yoktur. Bu izahı kavrayan kişi, şunu bilecektir ki, zata ilave olarak Allah-ü
Teala için kudret ve ilim sıfatlarını isbat eylediği vakit zattan -ayn bir varlık ve ayni zamanda gayriyet için de, iznin -varid olmasına mütevakkıf olduğundan lafzan itlak etmemiş (söylememiş) olsa bile bir mana isbat etmektedir. Buna itiraza mecal yoktur. İlmin tarifini zikredince bu tarife Allah-ü Tealanm ilmi dahil olur; kud-Teti ve zatı ise dahil değildir. O halde tarifin dışında kalan şey, tarife dahil olan şeyin gayri nasıl olmaz? ve kudretin tarifine ilim dahil olmadığına göre ilmi tarif eden kişinin, kudretin tarifin dışında kalmasında zarar yoktur; çünkü ben ilmi tarif ediyorum; kudret baş-Tca ilim ise başkadır; kudreti ilmin tarifine dahil etmek-liğim lazım gelmez. Keza alim zat da ilmin- gayridir ve onu da ilmin tarifine dahil etmekliğim gerekmez! diyerek özür beyan etmesi niçin caiz olmasın?. Tarife girenin, tarife girmeyenden başka olduğuna kail olanın sözünü tanımayan ve buradaki gayr lafzının itlakı (istimali) ni muhal gören kişi, şübhe yok ki gayr lafzının manasını anlamayanlar güruhundandır. Bence gayr lafzı, anlaşılmayacak bir mana değildir. Bu lafzın manası aşikardır. Ne var ki belki o kimse, aklının ve vicdanının kabul etmediği şeyi lisanınla söyleyebiliyor. Fakat bürhanlı mücadeleden makşad, dilleri avlamak değil akılları avlamaktır ki, neticede hak olan şeyi batanen tanıyıp itiraf edelim. Artık o frafekın lisanen iza-1 iü ister yapılmış ve ister yapılmamış olsun. Eğer ismin müsemmarnn ayni olduğunu söyleyenlerin, bu sözü söylemeye, ismin ıstılah ile manaya delalet eden lafız olduğunu söylemekten sakınmak için mecbur oldukları, bu takdirde Allah-ü Tealanın ezelde ismi olmadığına kail olmak gerekeceği, çünkü ezelde i&i-zm ve lafızm bulunmadığı ve lafzın hadis olduğu ileri sürülürse deriz ki: Bu, bertaraf edilmesi kolay olan zayıf bir gerçektir. Şöyle ki isimlerin manalarının ezelde sabit olduğu ve kendilerinin bulunmadığı söylenir. Çünkü isimler ya Arab veya Acem (Arabın gayri) isimleridir ve cümlesi de hadisdir. Zatın manasına veya sıfatına raci olan her isimde bu hüküm caridir. Mesela Kuddus ismi gibi ki, bu isim, ezelde kudsiyet sıfat: ile mevcuddu ve alim gibi ki, Ö, ezelde alim olarak msv-cuddu. Nitekim eşyanın, vücudda üç mertebesi bulunduğunu yukarıda izah etmiş bulunmaktayız. Bu mertebelerden biri, eşyanın zat itibariyle olan vücududur ki, Allah-ü Tealanın zatı ve sıfatı hakkında kadimiik. ile mevsuf olan vücuddur bu. İkincisi, eşyanın zihinlerde olan vücududur ki, bu vücud hadisdir; çünkü zihinlerin kendileri de hadisdir. Üçüncüsü, eşyanın dillerdeki vücududur ve dillerin hadis olması ile bu vücudun kendisi de hadisdir. Evet, zihinlerde sabit olan eşyadan bilgileri kasde-diyoruz kt bu bilgiler, Allah-ü Tealaya izafe edildiği zaman frariim olular. Zira Allah-ü Teala ezelde mevcud ve alim idi ve kendisinin mevcud ve alim olduğunu bilirdi. Onun vücudu, nefsinde olduğu gibi ilminde de sabit bulunuyordu. Kullarına ilham edeceği, onların gerek zahirilerinde ve gerek dillerinde yaratacağı isimler de kendisince malumdu. İşte bu tevile dayanılarak Onun ezelde isimleri bulunduğunu söylemek caiz olur. Fakat Haalik, Musavvir ve Vehhab gibi file raci elan isimlere gelince, bazıları, Allah-ü Tealanın ezelde haalik olarak vasıflandırüdığını söylerken, kimi de vasıflandırılmaz olduğunu söylemektedir. Oysa bu ihtilaf, bir esasa müstenid değildir. Çünkü Haalik (yaratıcı), iki manada istimal edilir: Biri, ezelde kati olarak sabit ve öbürü ise kati olarak menfi olan manadır ki, bu iki mana üzerinde ihtilaf yersizdir. Nitekim kılıç, kında olduğu zaman da ve boynu keserken de kesici olarak tesmiye edilir. Ne var ki kında bil-kuvve, kesme sırasm-da ise bil-fiil kesicidir. Bardaktaki su da susuzluğu gidericidir: fakat bardakta iken bil-kuvve ve midede iken. bil-fiil kandırıcıdır. Bardaktaki suyun kandırıcı olmasının manası ise, o suyun, mideye indiği zaman kandırmayı meydana getiren vasıf ve nitelikte bulunmasından ibarettir ve bu, maiyet (hidrat) sıfatıdır. Kındaki kılıç da kesicidir; yani kesilmeye mahal olacak bir nesne ile buluştuğu zaman kesmeyi meydana getirecek vasıf ve niteliktedir. Bu sıfat ise. keskinliktir. Artık-kendi nefsinde yeni bir vasfın doğmasına muhtaç değildir. İşte 3ari-i Tealarun ezelde Haalik (yaratıcı) olması, bardaktaki suyun kandırıcı olması manası iledir. Yani yapmayı ve yaratmayı mümkün küacak sıfat üzere olduğu kesdedilmiştir. O, kelimenin ikinci manası ile Haalik (yaratıcı) değildir; yani yaratmak fili henüz kendisinden sadır olmamıştır. Allah-ü Tealanın gerek ezelde ve gerek ebedde alim. kuddus ve sair isimlerinin bulunması da bu mana üzeredir. Bir başkasının, Onu o isimlerden biri ile tesmiye etmesine veya etmemesine ihtiyaç yoktur. Cedelcüerin çoğu zaman yanılmalarının menşei, müşterek isimlerin manaları arasındaki farkı temyiz edeineyişlerindendir. Bu farklar ayırd edildiği takdirde ihtilaflarının çoğu kalkar. Eğer Allah-ü Tealanın, Siz Onu bırakıp da kendinizin ve atalarınızın tesmiye ettiğiniz isimlere tapıyorsunuz! (1) KavH şerifi ileri sürülürse, bilinmektedir ki, onlar, alfabetik harflerden meydana gelen lafızlara değil, müsemmalara (isimlerin sahiplerine) tapmakta idiler. Ancak bununla istidlal edenin istidlal yönünün anlaşılması için şöyle demesi gerekir: Onlar, isimlere değil, müsemmalara ibadet ediyorlardı ve bu takdirde Onun sözünde, isimlerin müsemmarun gayri olduğuna dair tasrih (açıklama) vardır. Nitekim biri. Arab,
müsemmalara değil, isimlere tapıyorlardı demiş olsa, sözü çelişik olur ve fakat isimlere değil, müsemmalara tapıyorlardı dese, sözünden anlaşılan mana çelişik olmaz. Oysa isimler müsemmalann ayni olmuş olsalardı ikinci sözün birincisinden manaca farklı olmaması gerekirdi. Ayetin manası hakkında ayni zamanda şöyle de -denilir: Putlara verilen tann isimleri, müsemmasız birer isimden ibaretti. Çünkü müsemma, asılda sabit olan ve lafzın kendisine delalet ettiği manadır. Putlar, ne asılda sabit ne de zihinlerde malum olan tanrılardır; ancak isimieri dillerde mevcuddur ve bunlar manası olmayan isimlerdir. Hikmetşinas olmayan bir kimse hikmetşinas olarak tesmiye edilir ve kendisi de bundan memnunluk duyarsa, isim hoşuna gitti! denir. Zira ismin ardın–da bir mana mevcud değildir. İsmin müsemmanm gayri olduğuna dair delil işte budur. Şöyle ki ismi tesmiyeye ve tesmiyeyi de onlara izafe etti ve tesmiyeyi onların fili kılarak, tesmiye ettiğiniz isimler buyurdu ki, onların fiil ve tesmiyeleriyle meydana gelen isimler demektir. Yoksa putlann şahıslan, onların tesmiyeleriyle hadis olmuş değillerdir. Şayet Allah (C.C.)nın, Rabbinin o yüce adını tes-bih (ve tenzih) et! (i) buyurduğu ve tenzih edilenin gerçekte isim olmayıp zat olduğu ileri sürülürse cevaben deriz ki: Burada isim, sıfat olmak tarikiyle ziyadedir ve bu istimal, Arab lisanında caridir. Nitekim Allah (C.C.)ın, Hiç bir şey Onun misli gibi değildir (2) kavl-i şerifine, benzer. Bu ayete dayanarak burada Al-lah-ü Teala için misil isbat edildiğini söylemek caiz olmaz. Çünkü teşbih edatı olan (ve gibi manasına gelen) kaf ziyadedir. Ayni zamanda müsemmayı iclal ve tazim olarak ismin müsemmadan kinaye olduğunu söylemek de yerinde olur. Nitekim, yüksek rütbeli kişiler hakkında cenab ve hazret tabirlerini kullanarak cenab-larına veya hazretlerine selam olsun derler. Bundan murad, selamın o şahsın üzerine olmasıdır._ Fakat iclal ve tazim kabilinden kendisi zikredilmeyerek yüksek rütbeli oluşuna delalet eden bir husus kinaye tari-toyle zikredilmiştir. Sonra, isim, her ne kadar müsemmanm gayri ise de müsemma ile ilgili ve ona mutabıktır. Bu gibi hususlann, lugaviyatta basiret sahibi olanların gözünden kaçmaması gerekir. Hem de kaçmamalıdır. Çünkü ismin müsemmanın gayri olduğuna kail olanlar, En güzel isimler Allahındır. (3) ayet-i kerimesi ve Allah-ü Tealanın doksan dokuz ismi vardır; yüzden.bir eksik; her kim, o isimleri tadad ederse behemehal cennete girer! (4) ha-dis-i şerifi ile istidlal etmekte ve şöyle demektedirler: İsim, müsemmanın ayni olsaydı doksandokuz müsemma bulunması gerekirdi; bu ise müsemma biı oidu-ğundan muhaldir. Ötekiler de, burada ismin müsern-manuı gayri olduğunu itiraf etmek zorunda kalarak, ismin.müsemma manasında değil de tesmiye manasnı-da varid olduğuna ihtimal veriyorlar. Nitekim berikiler de, ismin, asılda müsemmamn gayri olmakla beraber bazan müsemma manasında geldiğini teslim ediyor ve Rabbinin o yüce adını teşbih (ve tenzih) et! (1) ayetini bu manada tahric ediyorlar. Mamafi her iki grubun da istidlal ve cevabları düzgün değildir. Rabbı-nın Yüce ismini tenzih eyle! ayet-i kerimesi hakkındaki görüşlere dair lehde ve aleyhde ne varsa zikretmiş bulunuyoruz. Ancak bu istidlal ve onların bu. istidlal hakkındaki isim veya müsemmanm bir olduğuna ve buradaki isimden sadece tesmiyenin kasdedildiğina dair cevablan iki yöndedir: 1 — İsmin müsemmanm kendisi olduğunu söyleyen, burada müsemmanm doksandokuz olduğunu söylemekten aciz değildir. Çünkü bu sözün sahibine göre müsemmadan murad, ismin mefhumu (isimden anlaşılan mana) dır. Nitekim Alim isminin mefhumu Kadir isminin mefhumundan başkadır. Kuddus. Haalik ve sair isimler de böyle. Her ismin kendine mahsus bir mana ve mefhumu vardır. Neticede tek bir zatın vasfına raci olmaları durumu değiştirmez. Sonra bu kavlin sahibi, ismin mana olduğunu söylemek durumundadır ve esma-i hüsnadan maani-yi hüsna murad edildiğini söyleyebilir. Zira müsemmalar, çaresiz kendisinde kesret bulunan manalardan ibarettir. 2 — Buradaki isimden tesmiyenin murad olduğu sözü ve iddiası yanlıştır. Tesmiyenin manasımn. bir şeyin ismini anmak ,veya onu vasf etmek olduğunu açıklamış bulunmaktayız. İsim bir olsa da tesmiye, isim alanların çok olması ile çoğalır ve teaddüd eder. Nitekim zikir ve ilim, zakir ve alimlerin çokluğu ile çoğalmaktadır; oysa mezkur ve malum olan birdir. Bu itibarla tesmiyedeki çokluk isimlerin kesret ve teaddüdü-nü gerektirmez; çünkü tesmiye müsemmi (isim veren) lerin filine racidir; halbuki burada isimlerden tesmiyeler murad edilmektedir. İsimler ise, muhtelif manalara delalet etmek üzere vazedilen lafızlardan ibarettir. Artık ister isim müsemmamn ayni ve ister gayridir denilsin boş ve manasız tevillere kaçmak yersizdir. Mesele, büyük bir ehemmiyeti haiz olmadığından bu miktar izahat ile yetiniyoruz ve sözü uzatmaya da değmez. Ne var ki, bu gibi bahisleri tanıma yolunu öğretmek için bu kadar izaha lüzum gördük. Ta ki daha önemli meselelerde bu yoldan istifade edilsin. Şunu da kaydedelim ki, bu mesele üzerindeki çalışmalar, manalardan ziyade lafızlarla ilgilidir.
BİRİNCİ BÖLÜMÜN İKİNCİ KISMI BU KISIM, MANACA BİRBİRİNE YAKIN OLAN İSİMLERİN İZAHI HAKKINDADIR. İsimlerin müteradif olmasının caiz olup olmadığı veya mefhumlarının mutlak surette değişik olması gerektiği izah edilecektir. Deriz ki: Bu isimlerin şerh ve izahını yapanlar bu. hususa temas etmemişlerdir ve onlar. Kebir ve Azim, Kaadir ve Muktedir, Haalik ve Barı gibi iki ismin tek bir manaya delalet etmesini de uzak görmemektedirler. Oysa ben, doksandokuz isimden hangileri arasında olursa olsun, bunu cidden uzak bulmaktayım. Şöyle ki isim, harileri için değil, manaları için aranır. Müteradif (eş anlamdaki) isimlerin sadece harfleri değişir. Kaldı ki bu isimlerin değeri taşıdıkları manalardadır. Mana olmayınca lafızlardan ibaret kalırlar. Bin isim ile gösterilen mana bir isim ile gösterilen manadan üstün değildir. Bu itibarla bu muayyen sayıdaki isimlerin, manası bir olan lafızların tekrarlanması ile tamamlandığı keytiyeti akla yakın değildir ve uygun olan, her lafzın altında özel bir mananın bulunmasıdır. Birbirine yakın iki lafız gördüğümüz vakit burada çaresiz iki durunda karşılaşacağız; A — O iki isimden birinin doksandokuz ismin dışında olduğunun açıklanmamış olması. Ehad ve Vahid. isimleri gibi. Ebu Hüreyre (R.A.) den gelen meşhur rivayetlerin birinde Vahid, öbüründe Vahid yerine Ehad. gelmiştir. Bu durumda doksandokuz sayısını, tekmil eden isim, ya Vahid veya Ehad lafzı ile ifade edüen tevhid manası olur. Fakat bu iki ismin, manaca bir oldukları halde sayıyı doldurma bakımından iki isim yerine kaim olmaları bence cidden uzaktır. B — İki lafızdan birinin, diğerinde olmayan bir delalet taşıdığını ileri sürerek birinin diğerine karşı bir meziyetini izhar etmek için fuzuli zahmete katlanacağız. Gafir, Gafur ve Gaffar isimlerinin. varid olmasını buna misal gösterebiliriz. Şöyle ki bunları üç isim saymak uzak bir görüş değildir. Çünkü Gafir, sadece mağfiretin aslına delalet eder. Gafur, günahların çokluğuna izafetle mağfiretin çokluğuna delalet eder; hatta suç ve günahlardan yalnız bir çeşidini afvedene Gafur denmez. Gaffar ise, tekerrür yolu ile günah bağışlamanın çokluğuna delalet eder; yani günahları tekrar tekrar bağışlayan demektir. Hatta bütün günahları birinci defada bağışlayan, fakat tekrar günah işleyeni bağışlamayana Gaffar ismi verilmez Gani ve Melik isimleri de böyledir. Gani, hiç birşeye muhtaç olmayan demektir. Melik de hiç bir şeye muhtaç değildir, her şey-ona muhtaçtır. Bu durumda Melik, Gani isminin manasını ve ayni zamanda ziyade bir mana taşımaktadır. Alim ve Habir isimleri de böyledir. Alim, ilme deialet eden bir isimdir. Habir ise, batini mesaile dair malumatlı olduğuna delalet eder. İşte isimler arasındaki bu miktar başkalık, onları müteradif olmaktan çıkarır ve bu isimler, leys ve esed cinsinden değil seyf, mühenned veaaarim cinsinden olurlar. Şayet birbirine yakın olan bu isimlerin bir kısmında bu iki yoldan birini takip etrnemiz mümkün olmuyorsa, hangi yönden birbirinden ayrıldıklarını tayin edemezsek bile, İM lafzın manaları arasında behemehal başkalık bulunduğuna itikad etmemiz gerekir. Mesela Azim ve Kebir isimleri gibi. Allah-ü Teala hakkında bu iki lafzın manalarının hangi yönden birbirinden f arklı olduğunu tayin ve tesbit etmek güçtür. Fakat buna rağmen asılda birbirinden farklı olduklarında şübhe etmeyiz. Nitekim Allah-ü Teala, bir hadis-i kudside Kibriya rida (atkı) m ve azamet i zar (peştemal) imdir. buyurmak suretiyle iki kelime arasında başkalığa delalet eden bir aynm yapmıştır. Her -ne kadar rida ve izar, insanın ziyneti ve süsü ise de, rida izardan daha şereflidir. Ayni zamanda namazın anahtarı Allah-ü Ekber dir ki, büyük hukukçuların hezdinde Allah-ü Azam onun yerini tutmamaktadır. Nitekim Arab, istimalde İM lafzı birbirinden ayırmaktadır. Şöyle ki, Azimin kullanılmadığı yerde Kebiri kullanmıştır. Eğer müteradif olsalardı her makamda birbiri ardınca gelirlerdi. Mesela Arab, falandan yaş bakımından daha büyük olduğunu anlatmak isterse burada ekber tabirini kullanır, azam tabirini kullanmaz. Keza Celil de, Kebir ve Azimden ayn bir isimdir. Celal, şeref sıfatlarını gösterir ve bu yüzden de, yaş bakımından gelen büyüklük ifade edilirken ekber in yerinde kullanılmaz; yani eceli denmez. Ayni zamanda at insandan büyüktür manası ifade edilirken burada azam tabiri kullanılır; fakat eceli tabiri kullanılmaz. Bütün bu isimler, manaca birbirine yakın oldukları halde müteradif değillerdir. Her şeye rağmen doksandokuza dahil olan isimlerin mahza müteradif (eş anlamda) olmaları uzaktır. Çünkü isimler, harfleri ve mahreçleri için değil, ancak mefhumları ve manaları için aranırlar. İşte bu, itikad edilmesi gereken bir asıldır. BİRİNCİ BÖLÜMÜN ÜÇÜNCÜ KISMI 3U KISIM, MUHTELİF MANALARI BULUNAN VE BU MUHTELİF MANALARA İZAFETLE MÜŞTEREK OLAN İSİM HAKKINDADIR.
Mesela mümin kelimesi gibi. Bununla bazan tasdik murad edilir ve bazan da bü kelime güven manasına gelen emn den müştak (türev) olur ki, bu durumda emniyet ve eman ifade eder. O halde umum ifade eden bir ismi müsemmalanna hamletme kabilinden olarak, bu müşterek ismi her iki manaya hamletmek caiz midir? Nitekim Alim ismi, gayb ve şeha-det ilmine, zahir ve batın ilmine ve sair bilgilere hamledilmektedir. Müşterek isim, lügat bakımından ele alındığı takdirde, umumun hamli kabilinden onu bütün müsemmalarına hamletmek uzaktır. Zira Arab, adam dediği zaman adamlardan her birini kasdeder. Umum budur. Fakat ayn lafzını kullandığı zaman, güneş, dinar, kefe, pınar ve güzel hayvan gözü gibi ayn lafzı-.nın müşterek olduğu bütün manaları kasdetmez. Ancak ayn lafzını, bu manalardan birini kasdederek kullanır ve onu karine ile ayırd eder. Şafii (Rahimehullah) m, usulde şöyle dediği rivayet ediliyor: Müşterek isim bütün müsemmalanna lıainledilir. Nitekim Alim, mutlak olarak geldiğinde ilme hamledilir. Tahsise delalet eden karine bulunmadıkça hüküm böyledir. Şafiinin, bu sözü söylediği doğru ise, bu söz, hakikatten uzaktır. Hatta ayn (göz) lafzının lügat manası, tayine delalet eden bir karine bulununcaya kadar mübhemdir. Tamime gelince, bu. mevzuda şerin istimali lisanın istimaline muhalif olabilir ve bu durumlarda şerin isimler hakkındaki izah ve beyanına müracaat etmek gereklidir. Her bir isim. için yalnız yakan bulduğumuz manayı zikreder ve diğerlerinin üzerinden geçeriz. Ancak şerin tasarrufu altına giren lafızlarda durum değişiktir.. Bütün manalarının kasdedilmesi için lafzın mutlak olarak istimali, şerin vaz-u tasarrufatmdan olabilir. Bu takdirde mümin ismi, şerin istimali ile tasdik eden manasında olduğu gibi güven manasını da ifade eder. Ve onun bu manayı ifade etmesi, vaz-ı lugavi kabilinden olmayıp vaz-ı şeri kabilinden olur. Nitekim namaz ve oruç isimleri de, şerin tasarrufuna muhtas olan ve lugavi istimalin dışında bir takım manalarda istimal edilen lafızlardır. Bir lafzın, şerin tasarrufuna mevzu olduğu delil ile bilinirse mesele kalmaz. Fakat şerin, bu lafızda lugavi istimali değiştirdiğine dair bir delalet, bulunmazsa, bu taktirde, ben, o lafzın değişmemiş olduğunu tercih ederim. Oysa Allah-ü Tealanın isimlerinden birinin bir kaç manaya ihtimali olur ve akü o manalardan hiç birini muhal görmezse umum tarikiyle o lafzın bütün manalara hamledilmesi görüşünde olan musannifler vardır ve bu hususta aşın gitmşüerdir. Evet, aralarındaki ihtilafı izafi kılacak derecede birbirine yakın manalar taşıyan, ve dolayısiyle rpnfima müşabeheti kuvvetli olan isimde tamim evladır. Mesela Selam ismi gibi. Bu isimden murad edilen mananın, Onun ayb ve noksanlardan, selameti olduğu muhtemel ve ayni zamanda bu isimle ve ondan umarak halkın selametinim kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu ve buna benzer isimier, umuma daha çok yakındır. Şayet tamimi önleme ciheti daha ağır basmakta ise, bu durumda baza manaların tayini ancak içtihad ile olur ki, bu takdirde bir müçtehidi manalardan birini tayin etmeye sevke-den sebepler şunlar olabilir: A — Manalardan birinin daha layık olması. Mü-min ismi gibi. Bu ismin burada eman ve emniyet verici olarak tayin edilmesi, şübhesiz Allah (C.C.) hakkında, medhe, tasdik manasından daha layıktır. Allahdan başkası hakkında olursa o zaman tasdik manası daha layık olur. Herkese Allaha iman edip Onun kelamını tasdik etmesi vaciptir ve Onun rütbesi, tasdik edenin rütbesinin şübhesiz üstündedir. B — İki manadan birinin teradüfe (eş anlamda olma durumuna) yol açmaması. Müheymin isminin gayri müteradif bir manaya hamli gibi. Çünkü bu ismin mefhumu, Rakib isminin mefhumunun üstündedir ve Rakib ismi (esma-i hüsna mey anında) varid olmuştur. Nitekim teradüfün esma-i hüsna arasında uzak olduğunu açıklamış bulunuyoruz. C — Meşhur olması sebebiyle iki manadan birinin daha kolay tanınması veya övgü ve olgunluğa delaletinin daha üstün olması. İsimlerin beyan ve izahında bu ve buna benzer hususlara itimad etmemiz gerekir. Şöyle ki, her isim için yakın bulduğumuz manayı zikredecek ve öbür manalara temas etmeden geçeceğiz. Ancak nbür manayı, derece bakımından zikrettiğimiz manaya yakın bulursak veya bir çok muhtelif kavillere mevzu olması sebebiyle zikredeceğiz; müşterek lafızların tamim edilmesi görüşünde olmamak ve bunda herhangi Wr faicle görmemekle beraber.. ESMA-İ HÜSNA ŞERHİ BİRİNCİ BÖLÜMÜN DÖRDÜNCÜ KISMI BU KISIM, ALLAH-Ü TEALAİTCN AHLAKI İLE AH-LAKLANMAK, ONUN SIFAT VE İSİMLERİNİN MANALARI İLE İMKAN NİSBETİNDE NEFSİ TEZYİN ETMEK SAHASINDA KULUN KEMAL VE SAADETİNİN BEYANI HAKKINDADIR. Her kimin Esma-i hüsnadan nasibi, sadece lafızlarını işitmek, lügat bakımından tefsir Ve vazını bilmek ve manasının Allah-ü Teala hakkında sabit olduğuna kalbi ile inanmaktan ibaret kalırsa, şübhesiz o insan talihsizdir ve derecesi düşüktür. Halk arasında övünecek bir şeye sahip olduğu söylenemez. Çünkü lafızları
işitmek, şeşleri işitmeye yarayan kulak vasıtasının selametine bağlıdır ki, bu meziyet hayvanda bile mevcuddur. Lafızların mana ve istimalini anlama keyfiyetine gelince, bu, Arab lisanına vakıf olmaya bağlıdır M, bir lugatçı ve hatta geri zekalı bir bedevi bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Bir lafzın manasının Allah-ü Teala hakkında sabit olduğunu keşiisiz olarak itikad etme keyfiyetine gelince bu, lafızlarınmanalarını anlayıp onları tasdik etmekten üstün bir meharet gerektirmez. Avamdan biri ve hatta bir çocuk bile bu mertebeyi onunla paylaşır. Sözü anlamaya başladıktan sonra bu manalar çocuğa telkin edilirse kabul y e telakki eder, kalbi ile inanır ve gönlünü kesin olarak o manalara bağlar. Alimlerin ekserisinin mertebesi de işte budur. Tabii ki onlar, bu üç mertebede kendilerine ortak olanlardan daha üstündürler. Fakat bu, olgunluğun zirvesine nazaran apaçık bir naksıyettir: Zira ebrar (iyiler) in hasenatı mukarrabin (ermişler) in seyyia-ıdır. Nitekim ermişlerin Esma-i hüsnadan nasibi üçtür: a — Bu manaları mükaşefe ve müşahede yolu ile bilirler. Bu manaların hakikatleri, kendisinde hata ihti-bulunmayan bir burhanla onlara açıklanır. Al-ı-ü Tealamn bu manalarla muttasıf olduğunu keşif lyolu ile bilirler ki, bu keşif, vuzuh ve açıklık bakımın-jdan insanda batını sıfatlan sebebiyle hasıl olan yakin I mesabesindedir. Maddi ihsas ile değil, ancak batini mü-jşahede ile idrak edilir. Bu çeşit imanla baba Ve öğretmenlerden taklid yolu ile abnıp kesin olarak gönül bağlanan itikad arasındaki fark cidden büyüktür. İsterse bu taklidi itikad, ilm-i kelama dair bir takım ce-deli delillere dayalı olsun. b — Keşif tarikiyle erdikleri celal sıfatlarını çok büyük bulurlar; mekan bakımından değil, sıfat bakımından Hakka daha yakın olmak için imkanları nis-betinde o sıfatlan takınmaya çalışırlar. O sıfatlara bürünmeleri neticesinde kendileri için Allah-ü Teala nezdinde melaike-i mukarrabiine benzerlik hasıl olur. Gönül, bir sıfatın büyüklük ve cazibeliği ile dolduktan sonra artık o sıfata karşı sürükleyici bir arzu duymaması, o celal ve cemale aşık olmaması, nefsini o sıfat ile tezyin hususunda titizlik göstermemesi tasavvur edilemez. O sıfatın kemaline ermek mümkün olmasa bile müiakün olduğu kadarına ulaşmak arzusu onu harekete geçirir. Bu arzu herkeste vardır. Ancak İM şey onu önler. Ya bilinen vasfın, celal ve kemal vasıflarından olduğuna dair marifet ve ykinin zayii oluşu veya gönlün başka bir arzu ile dolu ve o arzunun içine gömülü olması. Talebe, hocasının ilimdeki kemalini müşahede ettiği vakit ona benzemeye ve iktida etmeye kendisini sevkeden şiddetli bir arzu belirir. Fakat o talebenin gönlü açlık duygusu ile dolu ise iç alemini kaplayan yemek arzusu, ilim arzusunun harekete geçmesini önleyebilir. Bu itibarla Allah-ü Tealanm sıfatlarını mütalaa eden kişinin kalbi, masivadan tamamen arınmış olmalıdır. Çünkü marifet arzunun tohumudur; nefsarü duygulardan boş olan bir kalbe rastlayınca derhal yeşerir ve eğer kalb, bu duygulardan hali olmazsa tohum da başarılı olamaz. c — O sıfatlardan mümkün olanı elde etmeye, onunla ahlaklanmaya, onun güzellikleri ile nefsini tezyin etmeye çalışırlar. Kul böylece Rabbani, yani Rabb Teala Hazretlerine yakın ve melaikeden meydana gelen mele-i alaya refik olur. Nitekim onlar yakınlık bisatı (yaygısı) dırlar. Her kim onların sıfatlarından bir benzeyiş kaparsa onları Hak Teala Hazretlerine yaklaştıran sıfatlarından ne miktar elde etmiş ise o miktar yakınlık kazanmış olur. Hak Teala Hazretlerine sıfat yönünden yaklaşma nıri kapalı bir mana olduğunu ve kalblerin, bu hususu kabul ve tasdikten istinkaf etmeye meyyal bulunduklarını ileri sürerek, meseleyi, inkarcıların inkar gücünü kıracak şekilde vuzuha kavuştur; meselenin hakikati izah edilmedikçe bir çoklarının bu meyandaki tutumları inkara yakındır dersen, cevaben derim ki: Sen ve sarıklı cahiller mertebesinin biraz ilerisinde olan da bilir ki; varlıklar, kamil ve nakıs varlıklar olarak ikiye ayrılır. Kamil, kemal dereceleri her ne kadar mütefavit (birbirinden farklı) olursa olsun, na-kısdan daha üstündür. Kemalin münteha (en son mertebe) si Bire mahsustur; hatta mutlak kemal sahibi ! sancak Odur. Diğer varlıklar mutlak kemal sahibi değillerdir. Her biri, izafet sebebiyle değişen kemalata sahiptir. Onlarin ekmel (en kamil)i, mutlak kemal sahibine en yakın olanlarıdır. Mekan ve mesafe yakınlığım değil, rütbe ve derece yakınlığını kasdediyorum. Sonra varlıklar, canlı ve cansız olarak da ikiye ayrılır. Biliyorsun ki, canlı cansızdan daha üstün ve daha kamildir ve canlıların dereceleri üçtür: Meleklerin derecesi, insanların derecesi ve hayvanların derecsi. Hayranların, sayesinde üstünlük kazandıkları hayat (canlılık) daki dereceleri en geridedir. Çünkü canlı demek idrakli ve faal demektir. Hayvanın idrakinde noksanlık ve filinde de noksanlık vardır. İdrakindeki noksan-Ilık, onun idrakinin sadece duygulara münhasır oluşun-dan ileri gelmektedir. Duyguların idraki ise kaasırdır. j Çünkü eşyayı ancak el değdirmek veya yakınında ol-1 inak suretiyle idrak eder. Şayet elle tutma veya yakınlık olmazsa duygu işlemez. Nitekim elle tutma ve tatma duyguları değmeye muhtaç görme, işitme
ve koklama duygulan da yakınlığa muhtaçtır. Kendisinde temas ve yakınlık tasavvur edilmeyen bir varlık olursa, duygu, bu durumda o varlığı idrak edemez. Hayvanın filin-deki noksanlık ise, şehvet (istek) ve öfkenin iktizasına münhasır oluşundan ileri geliyor. Bir hayvanı istek ve öfkeden başka harekete geçiren bir amil yoktur. Hayvanın aklı yoktur ki, onu istek ve öfkenin icaplarına muhalif (aykın) olan işlere çağırsın. Meleklere gelince, onların derecesi en yüksek de-Tecedir. Çünkü melekler, idraki yakınlık ve uzaklığın i tesiri altında bulunmayan varlıklardır. Hatta onların idraki, kendisinde yakınlık ve uzaklık tasavvur edilenlere münhasır değildir. Çünkü yakınlık ve uzaklık ancak cisimler üzerinde tasavvur edilir. Cisimler, mevcu en değersiz kısımlarıdır. Ayni zamanda melek, şehvet ve öfkeden münezzehtir. Onların fiilleri şehvet ve öfke icabı, değildir. Fiil ve amelleri, şehvet ve öfkeden yüce bir gayeye dayanır. Bu gaye, Allah-ü Teaiaya yakın olma isteğidir. İnsan ise, iki derece arasında orta mertebede bulunmaktadır. Sankf insan, hayvaniyet ve melekiyet-ten mürekkeb (terkib edilmiş) bir varlıktır. Başlangıçta (çocuklukta) hayvaniyet ciheti daha galiptir. Çünkü önceleri yürümek ve kımıldamak suretiyle mahsus (duyulanca yaklaşıldığı zaman ancak idrak edebilen duygulardan başka bir idrake sahib değildir. Beden hareketine muhtaç olmaksızın ve eşyayı idrak etmek için temas ve yakınlık aramaksızın göklerin ve yeryüzünün alemlerine, hatta mekanda yakınlık ve uzaklıktan münezzeh olan hususların idrakine nüfuz eden akim nuru ile aydınlanıneaya kadar bu durum devam eder. Ayni zamanda önceleri onun varlığına hakim olan şey, şehvet ve öfkesidir. Kendisinde olgunluk arama isteği, sonuç ve akıbet düşüncesi, şehvet ve öfkenin icaplarına karşı isyan belirinceye kadar bu iki unsurun tesiri altında kahr. Şayet şehvet ve öfkesini yener, onlara malik olur ve onlar, kendisini kumanda ve idare edecek gücde olmazlarsa, bu bakımdan meleklerden bir benzeyiş almış olacaktır. Keza nefsini hayalat ve mahsusat-tan keser, hiç bir his ve hayalin erişemiyeceği hususla-nn idraki ile ünsiyet peyda ederse, meleklerden bir benzeyiş daha almış, .olacaktır. Çünkü hayatın hususiyeti idrak ve akıldır. Noksanlık, itidal ve kemal bu iki şeye racidir. Bu iki hususiyette ne derece meleklere uyarsa o nisbette hayvaniyetten uzak ve meiekiyete yakın olur. Melek ise Allaha yakındır. O halde yakına yakın olanın da yakan olması gerekir. Diyeceksin ki, bu sözden anlaşılan zahir mana kul ile Hak Teala Hazretleri arasında benzerlik bulunduğunu gösterir. Çünkü kul, Allahın ahlakı ile ahlaklandığı vakit Ona müşabih (benzeyen) olur. Oysa şeran ve aklen bilinmektedir ki, Allahın eşi ve benzeri yoktur. Allah hiç bir şeye benzemez ve hiç bir şey de Ona benzemez. Buna cevaben derim ki: Allah-ü Teala hakkında menfi olan mümaseleün manasını her ne şekilde anlarsan anla, Onun eşi ve benzeri bulunmadığını bileceksin. Şöyle ki herhangi bir vasıf da ortak olmanın mümaseleti gerektireceği zannedilmemelidir. Birbirine benzemeyen ve birbirinden son derece uzak olan iki ziddın bir çok sıfatlarda ortak oldukları görülmektedir. Nitekim siyah, araz olma, renk olma, gözle görünme ve diğer bazı hususlarda beyaza ortak olmuştur.- Bu durumda bir kimse Allah-ü Teala mahalle muhtaç olmayan mevcuddur ve o, Semi, Basir, Alim, Mürid, Mütekellim, Hayy, Kadir ve Faildir der ve insanın.da böyle olduğunu söylerse, onu müşeboihe fırkasından mı görecek ve misil isbat ettiğine mi hüküm vereceksin? Heyhat.. Durum zannettiğin gibi değildir. Eğer böyle olsaydı bütün insanların müşebbihe olmaları gerekirdi. Çünkü en azandan vücud sıfatında müşare- . ket vardır. Vücud ise müşabeheti, hatta neviyet ve mahiyette müşareketten ibaret olan mümaseleti andıricı-dır. At, zeyreklikte her ne kadar üstün olsa da insana örnek olamaz. Çünkü at, neviyette insandan .ayrılmaktadır ve yalnız zeyreklikte ona benzemektedir ki bu zeyreklik, insanın zatiyetini teşkil eden mahiyetten hariç bir arizdir. Tanrılık hususiyeti ise, bizatihi Vacibüivü-cud olup var olması mümkün olan her şeyi muntazam ve mükemmel şekilde yaratan bir varlık olmasıdır. Bu hususiyette ortaklık ve ortaklıkdan hasıl olan rnümase-let elbetteki tasavvur edilemez. Kulun rahim, sabur ve-şekur olması mümaseleti gerektirmez. Nitekim semi basir, alim, kaadir, hayy ve fail oluşu mumaseleti gerektirmiyor. Hatta diyebilirim ki, tanrılık hususiyetini ancak Allah-ü Teala ve.Onun eşi ve benzeri olan bilir.. Pa-kat Onun eşi ve benzeri olmadığına göre Ondan başkası zinhar bilemez. Bu sebeble Allahı ancak Allah-ü Teala bilir! diyen Cüneyd (Rahimehullah) hakikati ifade etmiştir. Nitekim en üstün kuluna bile bir isim vererek o ismi arada perde kılmıştır; Allahdan başkası bilmez. Zinnun ölüm yatağında iken kendisine ne arzu edersin? diye soruldu. Cevaben bir lahza bile olsa ölmeden evvel Onu tanımayı dedi. Bu söz şimdi bir takım zayıfların kalblerini karıştırmakta ve bu nevi sözleri anlayacak kudrette olmadıklarından inkar ve tevile gitmektedirler. Halbuki Allahı çok iyi bilirim diyen de bence sözünde doğrudur ve Allahı bilemem diyen de sözünde doğrudur. Bilindiği üzere nefy ve isbat, ikisi birden bir arada sıdka hamledilemez; ancak sıdk ve kezibi paylaşırlar. Yani nefy doğru olursa isbat yalan ve isbat doğru olursa nefy yalan olur. Fakat sözün vechi değişirse sıdk,
Tıer iki kısımda tasavvur edilir. Şöyle ki, Ebu Bekir Es-Sıddikı tanır mısın? sorusu iki kişiye sorulsa ve onlardan biri, Ebu Bekir Es-Sıddik, bilinmeyecek ve tanınmayacak bir şahsiyet midir? büyüklüğü, şöhreti ve adının her tarafa yayılmış olması yanmda, dünyada onu tanımayan kimse tasavvur edemem, minberlerde sözü geçer, camilerde adı anılır, övgü ve meziyetleri bütün dillerde söyleniri) diye cevab verse, öbürü de, ben kimim ki Sıddikı tanıyabileyim! heyhat, heyhat! Sıddkı ancak kendisi gibi veya daha. üstün olan tanır; onu. tanıdığımı nasıl iddia edebilir veya onu tanımaya nasıl gözdikerim; ben gibiler, onun adını ve vasfını işitirler ki, onu tanıdıklarını iddia etmeye haklan yok dese her ikisi de doğruyu söylemiş olmaktadırlar var ki, bu ikinci sözün vechi başkadır ve o tazim ve ihtirama daha layıktır. İşte Allahı bilirim veya bilemem diyenlerin sözle-Tini bu şekilde anlamak gerekir. Hatta düzgün bir yazıyı anlayışlı bir insana göstersen ve bu hattın sahi-bini tanır mısın? diye sorsan, hayır! dese doğru söylemiş olur. Evet! bu hattın sahibi yaşıyan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve hattatlık sanatına vakıf bir İnsandır; hakkında bütü bunları bildiğim halde kendisini tanımaz olur muyum? diye cevab verse gene doğ-:ru söylemiş olur. Şu farkla ki, tanımam sözü daha doğru ve uygundur. Çünkü hakikatte o hattın sahibini tanımamaktadır. Sadece düzgün bir yazının yaşayan, muktedir, işiten, gören, eli sağlam ve yazı sanatını bilen bir hattata muhtaç olduğunu bilmiş, hattatın kendisini tanımamıştır. Bütün inslar da böyledir. Bu muntazam ve muhkem kainatın müdebbir, hayy, alim ve kaadir bir yapıcıya muhtaç olduğunu bilirler. Bu ise iki taraflı bir marifettir: Bir tarafı alem ile ilgilidir ve buradan alemin bir müdebbire muhtaç olduğu biliniyor. Öbür tarafı ise Allah-ü Teala ile ilgilidir ve buradan da zatın hakikat ve mahiyetine dahil olmayan sıfatlardan müştak olan isimler biliniyor. Nitekim bir kimse, bir şeyi göstererek o nedir? diye sorarsa, bu soruya karşı bir takım müştak (türemiş) isimlerin zik-Tedilmesinin zinhar cevab sayılmayacağını yukarıda açıklamış bulunmaktayız. Mesela bir hayvanın şahsını işaret ederek bu nedir? dese ve cevab olarak da ya uzundur veya beyazdır veya kısadır dense, yahud suyu işaret ederek bu nedir? dese ve soğuktur cevabı verilse, yahud ateşi işaret ederek bu nedir? dese ve ısın-dıncıdır cevabı verilse, şübhe yok ki bütün bunlar maliyetin cevabı değillerdir. Bir şeyi tanımak, ancak o şeyin hakikat ve mahiyetini bilmekle kaabildir; müştak isimleri tanıyıp bilmekle değil. Evet bir şeyi tanımak, o şeyin hakikat ve mahiyetini tanımaktır. Isındınci ise, hararet vasfına sahip mübhem bir varhktjr. Alim ve k?adir sözümüz de böyledir. Alim, ilim vasfına sahib mübhem bir varlık, kaa-dir de kudret vasfına sahib mübhem bir varlıktır. Eğer sen, var olması mümkün olan her şeyi var eden Vaci-bülvücud sözümüzün Onun hakikatinden ibaret olduğunu söylersen; heyhat! derim. Çünkü Vacibül-vü-cud sözümüz, Onun illet ve faile muhtaç olmamasından ibarettir, bu da, Ondan sebebin selbi hususuna raci-dir. Bütün varlıklar Ondan vücud bulur sözümüz ise, fiilerin Allah-ü Tealaya izafeti hususuna racidir. Bu durumda bize bu şey nedir? şeklinde bir soru tevcih edilse ve biz faildir desek, cevab olmaz. İlleti bulunan, bir varlıktır desek, gene cevab olmaz. Ya illeti bulunmayan bir varlıktır desek nasıl cevab olur? Bütün bunlar Onun zatının gayrisinden ve nefy veya isbata mevzu olmak üzere zatına izafe edilen bir husustan haber vermektedir. Bütün cevablar isimlerde, sıfatlarda ve izafetlerde kalıyor. O halde Onu tanımanın yolu nedir? diye sorarsan cevaben derim ki: Bir sabi veya bir innin (iktidarsız, puluç), bize çiftleşmenin tadını duyma ve hakikatini idrak etme yolunu sorsa, bu meselede iki yolun bulunduğunu söyleriz. Ya onu kendisine vasfederek tanıtacağız veya şehvet garizesine ulaşıncaya kadar sabret; o zaman çiftleşmeyi kendin yapar ve tadını öğrenirsin! diyeceğiz.. Gerçek marifete ulaştıran tahkik yolu bu ikinci yoldur.. Birinci yol ise bir tevehhüm yaratmaktan ileri geçmez.. Çiftleşmeyi tad diye adlandırılan bir nesneye benzetmekten ibaret kalır. Fakat kendisinde şehvet meydana gelir ve tadarsa, onun şekerin tadına benzemediğini ve .gerçek tadın, tevehhüm ettiği şekilde olmadığını kesin olarak anlayacaktır. İsmi ve sıfatı hakkında bütün duydukları ve onun lezzetli ve güzel olduğu doğru olmakla beraber. Böylece Allah-ü Tealayı tanımanın da iki yolu vardır: Biri kaasır (kusurlu) ve öbürü mesdud (kapalı) dır. Kaasır, isim ve sıfatların zikredilmesidir ki, bunun yolu, nefislerimizden öğrenip bildiklerimize benzetmektir. Biz kendimizi kaadir, amil, hayy ve mütekel-lim olarak biliyoruz. Sonra bunların, Allah-ü Tealanın vasıflarından olduğunu işittik; delil ile öğrendik; kaasır (kusurlu) olarak da fehmettik. Tıpkı ınninin, şekerin tadına benzetmek suretiyle çiftleşmenin tadını anlaması gibi. Oysa bizim hayatımız, kudretimiz ve ilmimiz, Allahın hayat, kudret ve ilminden alabildiğine u-zaktır; hatta iki uzaklık arasında münasebet yoktur. Allah-ü Tealayı bu evsaf ile tarif etmenin faidesi ise iham, teşbih, kendisine benzemediği halde isimde müşarekettir. Gayemiz, çiftleşmenin tadını ınnine an-latmak olunca, onu kendisine, duyduğu tatlardan biri,
mesela tatlı bir yemeğin lezzeti ile temsil ederek, ona şekerin tatlı olduğunu, şeker yediğin zaman ağzında tatlılık ve içinde hoş bir raiha hissettiğini biliyor musun? deriz ve o, evet! der. Bunun üzerine cima (cinsi münasebet) de içte böyledir! deriz. Fakat ona çiftleşmenin gerçek tadını hakikatine uygun şekilde anlatmış olduğumuza ve ınninin bu tadı filen zevke-den ve duyan kişinin durumunda olacağına kani misin? Heyhat! Gerçek şu ki bu vasıf bir iharh, yanlış bir teşbih ve tefhim ve isimde müşareket olmaktan ileri geçTnez. İhamdır; çünkü umumiyetll güzel bir iş olduğu vehmini uyandırır. Teşbihdir; çünkü çiftleşmenin tadı .-sadece isimde şekerin tadına benzetilmiştir. Fakat hiç bir. şey Onun misli gibi değildir; diridir, diğer diriler gibi değil, kaadirdir, diğer kaadirler gibi değil diyerek teşbihi keseriz. Nitekim çiftleşme,. şeker gibi tatlıdır, fakat o lezzet elbette bu lezzete benzemez ve aralarında yalnız isimde müşareket vardır! deriz. Sanki biz, Allah-ü Tealamn hayy, alim ve kaadir olduğunu bilince önce kendi sözümüzün manasını bilmekte ve Onu ancak kendimizle tanımaktayız. Şöyle ki kulağı işitmeyen insanın, Allah-ü Teala semidir! sözümüzün manasını anlaması tasavvur edilemez. Anadan doğma kör de, O basirdir! sözümüzün manasını anlayamaz. Nitekim bize, Allah eşyayı nasıl bilir? diye sorulsa, senin eşyayı bilmen gibi! deriz. Nasıl ka-adir oluyor? diye sorsa, senin kaadir olmaklığm gibi! deriz. Bizim bu cevabımızdan bir şey anlayamaz. Ancak, kendisine münasib olan bir vasıf ise önce onunla kendisinin muttasıf olduğunu ve sonra kendisine-mukayese etmek suretiyle başkasını bilir. Allah-ü Te-alanın, bizde münasibi bulunmayan bir vasıf ve hususiyeti olursa bu durumda bizdeki vasıf sadece isimde ona ortak olur. Şekerin tadının çiftleşmenin lezzetine müşareketi olmasaydı anlaşılması elbette imkansız olurdu. Her insan önce kendini tanımakta ve sonra Allah-ü Tealaiyn sıfatlan üe kendi sıfatlan arasında mukayese yapmaktadır. Oysa Allah-ü Tealanm sıfatlan yücedir ve bizim sıfatlarımıza benzemekten münezzehdir. İşte bu marifet kaasır (kusurlu) ve kendisinde iharh ve teşbih ciheti galibdir. Bu itibarla müşabehetin aslen menfi olduğunu ve isimde müşareket olmakla beraber ikisi arasında münasebet bulunmadığını bilmek gerekir. Mesdud (kapalı) olan ikinci yola gelince, bu, kulun tanrılık sıfatlarının tamamını elde edinceye kadar beklemesi ve nihayette tanrı olması yoludur. Tıpkı Sübyanın çiftleşmenin tadını duymak için buluğ çağını. beklemesi gibi. Ne var ki bu yol kapalı ve yasaktır. Çünkü tanrılık hakikatinin Allahdan başkası için hasıl olması müstahildir. Bu yol, tahkiki marifetin yegane yoludur amma, o, Allahdan başkasına mutlak ve kati surette kapalıdır. O halde Allahı, hakikati üzere Allahdan başkasının bilmesi muhal (imkansız) dır. Hatta diyebilirim ki. Peygamberi bile ancak Peygamberin kendisi bilir. Nübüvvet mertebesine ermemiş olan nübüvvetin sadece adını ve onun insanda Peygamberi Peygamber olmayandan ayırdeden bir hususiyet olduğunu bilir. Fakat o hususiyetin mahiyetini ancak o hususiyete sa-hib olan peygamberin kendi bilir. Peygamber olmayan asla bilemez. Ancak kendindeki sıfatlara benzetmek: suretiyle anlar. Hatta daha ileri gidecek ve diyeceğim-ki: Hiç kimse ölümün hakikatini, cennetin hakikatini ve cehennemin hakikatini bilemez. Bu hususlar ancak ölümden sonra, cennet ve cehenneme girdikten sonra bilinir. Çünkü cennet esbabı melezzettir. Ömründe lezzet duymayan bir insan farzedelim, cenneti ona çekici ve cazib bir şekilde anlatabilmemize imkan yoktur. Cehennem de acı veren sebeblerden ibarettir ki, ömründe acı çekmeyen bir insan farzedelim, cehennemi ona anlatabilmemiz mümkin değildir. Ancak acı çektiği en büyük acıya benzetmek suetiyle cehennemi kendisine anlatabiliriz ve lezzetlerden bir kısmını tatdığı vakit de yemek, cinsi münasebet, manzara ve benzeri le-zaizden tatdığı en büyük lezzete benzetmek surtiyle cenneti kendisine anlatmaya çalışırız. Şayet cennette dünyadaki lezzetlere benzemen bir lezzet varsa onu anlatmaya aslen imkan yoktur. Ancak teşbih yolu ile an-latüabilir. Tıpkı çiftleşmenin lezzetinin şekerin tadına benzetilmesi gibi. Şübhe yok ki cennetin lezzetleri, dünyada tatdığımız her çeşit lezzetten, cima lezzetinden, şeker lezzetinden çok uzak ve başkadır. Nitekim cennet lezzetlerinin en doğru tabiri göz görmemiş, kulak işit-:memiş ve insan hayalinden geçmemiş lezzetler olarak tavsif edilmesidir. Eğer. dünya yiyeceklerinden birinin tadına benzetirsek, onun dünya yiyecekleri gibi olmadı-:ğını ve mesela cinsi münasebetin lezzetine benzetecek olursak, onun dünyada bildiğimiz cinsi münasebet gibi olmadığını söylemek zorundayız. Bütün bunlardan sonra artık yer ve gök halkının, Allahı- ancak isim ve sıfatları ile tanıdıklarını söylememizin hayreti mucip olacak tarafı var mıdır? Niteldin cennet hakkmdaki bilgilerin de isim ve sıfatlardan ibaret olduğunu söylemekteyiz. işte insanın isim ve sı-latını işitip de tanımadığı, idrak edemediği. zStma erişemediği, hali ile hallanamadığı her şey de böyledir.
Ariflerin Allahı tanımalarının neticesi nedir? diye sorarsan deriz ki: Allahı (gerçek manada) tanımaktan aciz olduklarını bilmeleridir. İşte Onu tanıya-mıyacaklarını ve tanımanın zinhar mümkün olamıya-cağıni bildikleri zaman hakikati bilmiş olurlar. Zira tanrılık sıfatlarının künhüne vakıf olarak hakiki marifetle Allahı bilmek, Allahdan başkası için muhaldir. Marifet, yukarıda zikrettiğimiz gibi keşif ve burhan tarikiyle olursa, bir mahluk için mümkin olan marifetin son haddine erişilmiş olur. Nitekim Sıddikı Ekber (R.A.), derk-i idrakden acziyet idraktir. sözü ile bu gerçeği işaret etmiştir. Hatta kainatın efendisi Rasulüllah (S.A.V.) de, sen kendini övdüğün gibi ben seni övmeye muktedir değilim! sözü ile bu hakikati kasdediyor. Bu sözün manası şudur: Ey Allahımi Sana mahsus olan övgüleri ve tanrılık sıfatlarım ihata edebilecek güc-öe değilim; onları ancak ve ancak sen ihata edersin. Yoksa bu sözden, dil ile tabiri mümkün olmayan hakikatlere erdiğini kasdetmiş değildir. Marifetin genişlemesi meselesine gelince bu genişleme, Onun isim ve sıfatlarına dair olan marifette o-lur. Eğer Onu bilmek mümkin değilse o halde melekler, nebiler ve velilerin marifet babındaki derecelerinin ne ile birbirinden farklı olacağını sorarsan cevaben derim ki: Marifetin iki yolu olduğunu öğrenmiş bulunuyorsun. Birisi hakiki olan yoldur ki, bu yol, Allahdan başkasına kapalıdır..Bu yolu kazanmak ve idrak etmek isteyen bir mahluku celal tecellileri hayrete düşürür ve başını kaldırıp bakmak istediği an, duyduğu dehşetten gözleri kapanır. Sadece isim ve sıfatlan tanımaktan ibaret olan ikinci yol ise halka açıktır. Mahlukların me-ratibi işte bu yolda değişmektedir. Allah-ü Tealanın alim ve kaadir olduğunu icmali olarak bilenle Onun krer ve gök alemlerinde ruhların ve cesedlerin yaratılışında akıllara hayret veren eserlerini müşahede eden, jmemleketinin eşsiz ve emsalsiz güzelliklerine ve harika (sanatlarına vakıf olan, bunları bütün ayrıntıları ile inceleyen, herbirinde gizli olan hikmeti arayan, letaif-i tadbiri müstevfi ve Allah-ü Tealaya yaklaştıran me-lekiyet sıfatlarının tamamı ile muttasıf olan, o sıfatları bilfiil yaşayan bir olur mu? Hatta bu iki kişi arasında erişilemiyecek derecede uzaklık vardır. Mamafi nebilerin ve velilerin meratibi arasındaki farkı, ancak bir misal ile anlayabileceksin. Mesela İmam Şafii (Rahimehullah) gibi takvi sahibi ve kamil bir alimi, malum olduğu üzere kapıcısı da tanır, talebesi ElMüzeni de tanır. Kapıcı, onun. bir hukuk alimi ve yazarı olduğunu ve halkı Allaha irşad ettiğini icmali olarak bilir. El-Müzeni ise, kapıcısının tanıması gibi değil, onu sıfat ve malumatının teferruatını ihata edecek şekilde tanır. Hatta on çeşit ilim sahibi olan bir alimi, o ilimlerden yalnız birini tahsil etmiş olan talebesinin, tanımış olmasına imkan bulunmadığı halde o ilimlerden hiç birini tahsil etmeyen hizmetçi nasıl tanısın?. Hatta on ilimden birini tahsil eden talebe, eğer o ilimde hocasına müsavi olursa onun onda birini tahkik yolu ile tanımış olur. Şayet o iiimde de hocasının seviyesinde değilse, geri kaldığı hususlarda hocasını tahkik. . yolu ile değil, ancak icmali olarak bildiği söylenir. Bu icmali bilgi ise, hocasının kendisinden daha çok malumatlı olduğunu bilmesinden ibarettir. İşte mariietüllahda meratibin değişik olması da buna benzer. Allah-ü Tealanın malumatına, kudretinin harika eserlerine, dünya, ahiret, mülk ve melekut alemlerini süsleyen eşsiz ve benzersiz sanatlarına vu-kufiyet arttıkça Allah-ü Tealaya olan marifeti o nis-bette artar ve tahkiki marifete o nisbette yaklaşır. Eğer zatın hakikatini bilmediklerine ve bunun müstahil olduğuna göre isimleri ve sıfatlan gerçek ve tam marifetle bilmişler midir? diye soracak olursan, deriz ki: Hehatl. Bunu da ancak tam ve hakiki olarak Allahü Teala bilir. Çünkü bir zatın alim olduğunu bildiğimiz vakit, hakikatini anlayamadığımız mübhem bir varlığı tanımış olmaktayız. Sadece o zatın ilim sıfatına sahip olduğunu biliriz. Sonra ilim sıfatını gerçekten ve hakikatine uygun şekilde bilirsek, o zatın alim olduğuna dair bilgimiz tamdır; yoksa değildir. Allah-ü Tealanın ilminin hakikatini ancak o iime S2 ° olan bilir ve o ilme AUahdan başkası sahip olamıyacağina göre O ndan başkası bilemez. Ne var M, kendi ilmin e tpshih yolu üe anlar. Yukanri OlduğU ALLah-ü Tealanın ilmi, halkın ilmine benzemez ve bu itibarla halkın Allah-ü Tealanın ilmine olan marifeti tam ve hakiki marifet değildir. İlhamı ve teşbihidir. Bu söz, hayretini mucip olmasın. Ben ayni zamanda bir sihribaza ancak o sihribaan kendinin veya onun ettiğixniz şeker gibi veya onun üstünde olan başka bir sihribazın bilebileceğini söylemekteyim. Sihir nedir bilmeyen, sihrin hakikat ve mahiyetini tanımayan kişi, sihirbazın sadece vücud yapışım ve onun, mahiyetini bilmediği bir ilim ve hususiyete sahib olduğunu bilebilir. Sihribazın malumatına ve taşıdığı hususiyetin mahiyetine vakıf değildir. Gerçi o hususiyetin, mübhem de olsa ilmin bir şubesi olduğunu ve semeresinin de gönüllere tesir etmek, cisimlerin zahiri evsafını değiştirmek ve kan kocayı birbirinden ayırmak olacağını bilir. Fakat bu, sihrin hakikatini bilmiş olmak değildir. Sihrin, hakikatini bilmeyen de sihribazın hakikatini bilemez. Çünkü sahir (sihribaz), sihir hususiyetine sahib kişi demektir ve sihir sıfatından müştak bir isimdir ki, sıfat bilinirse ancak isim bilinir ve sıfat bilinmezse isim de bilinmez. Bu itibarla sihirden başkasının sihir hakkındaki bilgisi, mahiyetten uzak
bir umumi vasıfdan ibarettir; yani sihrin ilmin bir şubesi olduğunu ve kendisine ilim isminin intibak ettiğini bilmekten ileri geçmez. Allah-ü Tealanın kudretine dair malumatımız da böyledir. Kudretin bir vasıf ve semeresinin de eşyayı yaratmak olduğunu, kendisine kudret adı verildiğini, çünkü cima lezzetinin şeker lezzetine münasib olması gibi onun da kudrete münasib olduğunu biliriz. Bütün bunlar, kudretin hakikatinden uzak ve ayrı şeylerdir. Ne var ki Allahın kudretinin şümulü altına giren eşyanın tafsilatı ve kainattaki üstün sanat eserleri hakkında malumat bakımından kulun ihatası arttıkça kudret sıfatını anımaktan nasibi de o nisbette artar. Nitekim bir meyve bir meyvalığı göserir. Hocasının ulum ve maarifi hakkında talebinin ihatası arttıkça onu daha iyi tanır ve ona karşı saygısı bütünlenir. Ariflerin marifetinin birbirinden farklı oluşu da bu hususa racidir. İşte meratibin nihayeti yoktur. Çünkü kulun, Allah-ü Tealanm nihayetsiz malumatından bilebildiklerinin ve bilemediklerinin de nihayeti yoktur. Vücud bulan şey mü-tenahi ise de insanın ilimler üzerindeki kudretine nihayet tasavvur edilemez. Garçi vücud alemine intikal eden eşya, kesret (çokluk) ve kıllet (azlık) bakımından birbirinden farklı olurlar ve insanların da marifetde birbirinden farklı oldukları bununla bilinir. Bu durum, mai zenginliği ile hasıl olan kudrette insanların birbirinden farklı olmalarına benzer. Bir kuruşa vş bir liraya malik olan var; binlerce liraya malik olan da vardır. İlimler de böyledir. Hatta üimlerdeki farklılık daha büyüktür. Çünkü malumat sonsuzdur. Malların maddeleri cisim ve cisimler de mütenahidir ki, kendilerinde sonsuzluk tasavvur edilemez. Artık yaratıkların marifet denizlerinde birbirinden nasıl farklı olduklarını, marifetin de nihayetsiz olduğunu anlamış oldun. Ve artık bildin ki. Allahı Allah-dan başkası bilemez diyen doğruyu söylemiştir; yalnız Allahı tanıdım diyen de doğruyu söylemektedir. Çünkü vücud aleminde yalnız Allah ve Onun efali vardır. Allahın fiillerine Onun kendi fiilen olması yönünden bakıp bu yönde karar kılar veya Allahın fiillerini gök veya yer veya ağaç olarak görmez de sırf Onun sunu ve eseri olarak görürse, bu şahsın marifeti rububiyet sahasını geçmez ve bu şahıs için yalnız Allahı tanıyorum!) veya yalnız Allahı görüyorum! demek mümkün ve caiz olur. Yalnız güneşi ve onun ufuklarda intişar eden ziyasını görebilen bir şahıs tasavvur edilse, bu şahsın, yalnız güneşi görüyorum!)) demesi doğrudur. Güneşten taşan ışık, güneşin cümlesinden olup, bu cümleden hariç bir varlık değildir. Vücud aleminde bulunan her şey de, ezeli kudretin nurlarından bir nur ve asanndan bir eserdir. Güneş, bütün eşyayı aydınlatan ışık kaynağı olduğu gibi böylece ibarenin tam olarak ifade edemediği mana da zaruret icabı ezeli kudret olarak tabir edilir ki, varlık aleminde hakim olan bu ezeli kudrettir ve bu manada vücud aleminde yalnız Allahın bulunduğu ve arifin de yalnız Allahı tanıyorum! demesi caizdir. Hayreti mucib olan hallerden biri de, Allahdan başka bir varlık bilmiyorum! diyenin doğruyu söylemiş ve ayni zamanda Allahı bilemem! diyenin de doğruyu ifade etmiş olmasıdır. Ne var ki bu sözlerin vecihle-ri değişiktir. Nitekim vecihleri değişik olan rnütenakız-ları tekzib etmek gerekseydi, Aiiah-ü Tealanm attığında sen atmadın; ancak Allah attı- (1) Kavl-i Şerifi doğru olmazdı. Oysa doğrudur. Çünkü rami (atıcı), iki itibarla ramidir. Birinde kula, öbüründe ise Allaha nis-bet edilmiştir ki, bunda tenakuz yoktur. Artık bu kadarla iktifa edelim; sahili bulunmayan bir denizin enginlerine açılmış olduk. Bu çeşit sırların, kitablara tevdi edilmek suretiyle tebeddüle uğramaması gerekir. Bunların burada arz ve beyanı kasıtsız gelmiş olduğundan bu bahsi kapatarak Esma-i Hüsnanın mufassal olarak izahına dönelim. BİRİNCİ BÖLÜMÜN SONU (1) Enfal Suresi, 17. ayetin bir kısmı. İkinci Bölüm GAYELER ve MAKSADLAR İKİNCİ BÖLÜM (GAYELER ve MAKSADLAR BÖLÜMÜ) ÜÇ KISIMDAN MÜTEŞEKKİLDİR. BİRİNCİ KISIM ALLAHIN DOKSANDOKUZ İSMİNİN MANALARININ ŞERH ve İZAHI HAKKINDADIR. Ebu Hüreyre (R. A.) rivayet ediyor. Resulüllah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurdular: Şüphe yok ki, Allahm doksan dokuz İsım vardır. -Yüzden bir eksik.. Çünkü o, tektir; teki sever.. Bu emleri her kim sayarsa Cennete girer Lafza-i Celal bu manayadır. Onun asü kökü hakkında yani (Allah) kelimesi hangi kelimeden meydana gelmiştir hususundaki ileri, geri fikirlerin serd edilmesi insana, beyhude çabalamaktan ve yorulmaktan başka bir şey kazandırmaz. FAİDE :
Şunu iyi bil ki, bu isim, (Allah) Allahın doksan dokuz isminin en büyüğüdür! Çünkü bu, içinden hiç bir şey müstesna, olmaksızın, bütün ilahi sıfatlan cem eden zate delalet etmektedir.. Diğer isimleri ise, ilim, kudret, fiil gibi yalnız ifade ettikleri mana birimlerine delalet etmektedir.. Ve yine bu isim, Allahdan başkasına, ne hakikat ve ne de mecazen delalet etmiyeceği cihetiyle, bütün isimlerinden daha ahasdır. Yani daha özellik ve hususiyet ifade etmektedir.. Diğer isimler ise, böyle değildir. Ondan başkasına da itlak edilip çağınlabilir: Kadir, Alim, Halım gibi.. İşte bu iki sebebdendir ki, Allah ismi, bütün isimlerin en büyüğü olmuştur. BİR İNCELİK : Diğer isimlerin manaları, kula sübutu itibarila da . tasavvur edilebilir. Hatta merhametli kişiye rahim, bilgin olan kişiye alim, sabırlı olana sabur, çok şükredene şekur denebüir. Tabii Allaha denmesiyle kula denmesi arasında farklar vardır. Lakin Allah ismi ise her ne suretle olursa olsun Allahdan başkasına itlak edilemez.. Yukanda arz ettiğimiz gibi, ne hakikat cihetinden ve .ne de.mecaz cihetinden. Bu ismin bu özelliği itibarı iledir ki, Essabur, Eş-şektr, elcebbar, elmelik gibi isimler Allaha izafe edilerek: Bunlar Allahın isimlerindendir denilmiştir de. Allah ismi, Sebur ve Şekurün isimlerindendir denilmemiştir. Zaten denemez de. Neden mi? Çünkü, bu isim (Yani Allah ismi) üahi manaların hepsini içine alma itibarı ile daha şümullü ve daha kuvvetli olduğundan, başka isimle tarif edilmesine hacet kalmamıştır. Diğerleri ise ancak Ona (Laf-.zaı Cellale) izafetle tanımlanmıştır. TENBİH:Kulun bu isimden nasibi, son derece teabbud olmalıdır. Yani Allaha bütün kalbi ile bağlanmalıdır. Hem de öylesine ki, gözü ondan başkasını görmemeli, ondan başkasına iltifat eylememeli, ondan başka hiç kimseden bir dilekte bulunmamalı (yani kimseye boyun eğme-.meli), ondan başkasından korkmamalı. Bu niçin olmasın ki, O bu isimden, Onun (Allahın) gerçek varlık olduğunu, Ondan başka ne varsa, bütün herşeyin fani, boş ve yokluğa mahkum olduğunu anlamıştır. Evet kişi, her şeyden önce kendisinin de yok olacağını her fani gibi hayata gözlerini yumacağını bilmelidir. Nite-lum Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem kendisini yok saymış da şöyle buyurmuştur: Arabın söylediği beyitlerin en doğrusu Lebidin şu sözüdür: Allahdan maada herşey boştur. ErBAHMAK, ErBAHİM Eubule, kasd etmeden, murat etmeden muhtacın ihtiyacı, (ihtiyarı olmadan) karşılanır. Öyleyse muhtaç olan kişiye Rahim denemez! Bir ihtiyacı karşılamak isteyen kimse, eğer o ihtiyacı- karşılamaya gücü yettiği halde karşılamazsa ona. Rahim denmez, çünkü iradesi tamam olsaydı mutlaka o ihtiyacı karşılardı. Eğer ihtiyacı karşılamaktan aciz. ise, içinde şefkat ve merhamet duygusu taşıdığından dolayı kendisine Rahim denebilir.. Lakin ne var ki onurv merhameti noksan sayılmış olur. Zira tam rahmet merhamet iyiliğin muhtaçlara izafesiyle ve onlara gerçekten istemesiyle mümkün olur. Umumi Rahmet (Esirgeme) ise, hak edene de, etmeyene de şamil olan bir merhamet (esirgeme) dir. Allahın Rahmeti (Esirgemesi) hem tamdır, nemde: şümulüdür. Tamdır: Çünkü muhtaçların ihtiyaçlarını gidermek istemiştir ve bizzat tam manasiyle gidermiştir. Şümullüdür; Zira, O Rahmeti hak edene de, ermeyene de şamil olmuş, dünya ve ahirette duyulacak her türlü zaruret ve ihtiyaçları kapsamıştır. Şu halde mutlak ve gerçek Rahim (esirgeyici) Odur. BİR İNCELİK : Rahmet (esirgeme), merhamet eden kimseye arız. olan hüzün verici bir duygu olmaktan hali değildir, Rabsa şüphesiz ki bu gibi şeylerden münezzehtir. Bu. sebeble belki bunun rahmet anlamında bir noksanlık olduğunu sanırsın. Oysa bu; Onun hakkında noksanlık değil, bilakis kemal (mükemmellik) dir. Noksan değildir. Çünkü, Rahmetin (esirgemenin) mükemmelliği; semeresinin kemaliyledir. Muhtacın. ihtiyacı tam manasıyla karşılanınca, esirgenen kişinin, .asıl merhamet edenin elem duygusunda herhangi bir rolü olamaz!. Merhamet eden kimsenin elem duyması, kendi şahsının zaafına ve noksanlığına delalet eder. IMuhtacm ihtiyacı gerçek manada karşılanınca bu bir şey ifade etmiş olamaz. Bunun esirgeme anlamında mükemmel olmasına .gelince: Esirgeyici, hiç şüphe yok ki, kendi nefsinde duyduğu bu acıma hissini, muhtaç durumda olana yardım etmek suretiyle bertaraf etmek ister. Bu, her ne
kadar zahiren ona-noksanlık iras edeceği hissini verirse de, asıl gaye muhtaç durumda olan kişinin ihtiyacını karşılamakdır. Yoksa kendi vicdani üzüntüsünü dindir-lek değildir. Öyleyse, esirgeyici için böyle bir noksan-k kabil-i tasavvur değildir.. FAİDE : RAHMAN (ismi) Rahim (isminden) daha hususu-llik ifade eder. Bu sebebledir ki, Allah1 dan gayrisine bu isim konamaz. Rahim ismi ise, Allahdan başkasına da litlak edilebilir. Bu yönden Rahman ismi Allahın Alem (Zat) ismi olan Allah ismi ne yakındır. Her ne kadar bu isim Rahmet kökünden gelme ise de gerçek budur. İBu sebebledir ki Cenab-ı Hak. her iki ismi şu ayette bir Sarada zikr etmiştir: De ki: Gerek Allah diye ad verin, gerek Rahman diye ad verin, hangi adı verirseniz niha-.yet en güzel isimler onundur (1) İşte bu yönden ve birde sayılan Allah isimlerinde teradüfü önleme keyfiyetinden dolaydır ki, her iki isonin arasını ayırd etmek gerekmektedir. Rahman ismixin ifade ettiği mana Rahim isminin ifade ettiği naa(1) İsra Süresi, 110. ayet. nadan mutlaka farklı olmalıdır. Yalnız Ahiret saadetini vermek (Müminlere) anlamında olan Rahim isminden Rahman ismi şu bakımlardan farklıdır: Rahman ismi icabında Allah insanları önce yaratmıştır, sonra müminleri imana ve mutluluk sebeb-lerine hidayet etmiştir. Daha sonra da onlan ahirette mutlu kılmıştır. Dördüncü olarak da onları, kendi Ce-mal-i İlahisini müşahade etmek şerefine nail ve maz-har etmiştir. TENBİH: Müminler bu isimden ne elde edebilirler? Müminler bu isimden şunu elde edebilirler. Önce-AUarTın gafil kullarına merhamet edip onları olanca güçleriyle Allah yoluna vaaz ve nasihat etmek suretiyle çevirirler. Böyle bir teşebbüsde bulunduklarında şiddet yolundan ziyade yumuşaklık ve şefkat yollarını tercih ederler. Asilere de merhamet gözü ile bakarlar, eziyet ve zulüm nazan ile değil. Müminin başlıca gayesi, insanlardan sadır olan her masiyet sanki kendi nefsinden sadır oluyormuş gibi, o masiyeti onlardan bertaraf etmeye olanca gücüyle çalışmak ve bu suretle onları Allahın gazabına uğramaktan kurtarmak olmalıdır. Müminin Rahim İsminden istifade edeceği husus da şudur: Gücü yettiği iadar muhtaç durumda olan kimselerin ihtiyacını karşılar, yanında ve memleketinde ihtiyacını karşılamadığı hiç bir fakir bırakmaz. Muhtaçların ihtiyaçlarını ya para ile, ya da nüfuzu ile veyahut bayra delalet etmekle, daha olmazsa zengin ve söz sahibi olan kişilere baş vurmak suretiyle karşılar. Bu say(faklarımızdan aciz olursa, o zaman ona hayırlı dualar yapmak suretiyle onun hüzün ve kederini paylaşır. BİR SUAL VE BİR CEVAP : SUAL: Allahın Rahim ve Erhamerrahimin (merhamet edicilerin en merhamet edicisi) olmasının manası nedir? Mademki Rahim, zarara uğramış, hasta, işkenceye maruz kalmış, bela ve musibetlerle karşı karşıya gelmiş kişilerin imdadına koşup kurtarmaktır. Mademki Hak Teala her belayı, her fakr-ü zarureti önlemeye, her hastalığı bertaraf etmeye kaadirdir. Öyleyse neden dünya hastalarla, muhtaçlarla doludur? Kullarını neden böyle işkenceler içerisinde kavranır bir halde bırakmakladır?. CEVAP : Bu suali bir misalle cevablandıralım. Bir küçük yavruyu ele alalım, hastadır. Ameliyat edilmesi gerekmektedir. Annesi acıdığı için bir türlü onu ameliyat masasına, cerrahi müdahalede bulunacak operatöre teslim etmek istemiyor. Babacı ise ameliyat olmasında kararlı. Cahil zanneder ki, anne babadan daha merhametlidir. Bak anne evladı için nasıl telaşlanıyor ve ameliyata kıyamıyor, der. Akıllı kişi ise hiç de böyle düşünmem. O, babanın daha merhametli olduğuna inanır. Çünkü baba onu devamlı sancıdan kurtaracak.. Bunun için de muvakkat acılara tahammül etmesine göz yumacaktır.. Çünkü az ve geçici acılar sancılar ilerde gerçek sıh-hata vesile olacaksa nazar-ı itibare alınmaz. Onlara kötü hazar ile bakılmaz. Bilakis iyidir gözü ile bakılır. Çünkü onlar iyiye bais olacaklardır. Rahim (merhamet edici) ye gelince, hiç şüphe yok ki, merhamete muhtaç olan kişiye merhamet etmek ister. Sonra varlık aleminde hiç bir şer yoktur ki Hayrı içinde bulundurmasın. Şer, büsbütün ortadan
kaldırılmış olsaydı, içinde bulundurduğu hayrı da beraberinde alıp götürecekti, içinde bulundurduğu hayırla beraber ortalardan kaybolmasıyla şüphe yok ki daha büyük serler ve zararlar ortalığı dolduracaktı. Mikrop almış bir eli düşünelim. Bu eli kesmek, zahiren her ne kadar kötü görünürse de, bütün bedenin selameti gibi büyük bir mutluluğa vesile olacağından onda sonsuz hayırlar gizlidir. Çünkü eli öyle kendi haline terk etmek bütün bedenin helakına sebeb olur. Böylelikle şer, olduğundan daha da zararlı ve yaygın bir hal alır. Şu halde bütün bedenin selameti için bir elden olmak şer değil, bilakis hayrdır. EH kesmek bizzat bedeni kurtarmak için murat edilmiştir. Elin kendi uzviyetini kurtarmak için değil de bedenin selameti için kesilmiş olması, asıl gayenin eli değil de bedenin kurtulması olduğunu ortaya çıkarmıştır.. Netice olarak her ikisi de iradede yer almıştır. Ancak şu farkla; birisi kendi zatı için arzu edilmiş, diğeri ise başkasını kurtarmak için istenmiştir.. Kendi zatı için murat edilen, her zaman için başkası için murat edilenden önce gelir. Bu sebeble Cenab-ı Hak Rahmetim gazabımı sebk etmiştir buyurmuştur. (1) Şimdi bu Kudsi Hadisi inceliyelim: Allahın gazabı, (1) Bu Hadisi Kudsi Müslimdedir. Ayrıca Diyanet İşleri Bşk. ligi yayınlarından Kırk Kudsi Hadis Aliyy-ül Kari. Mütercim H. Hüsnü Erdem isimli kitabın 25. sayfasındaki 18 No.lu Hadis. -Şerri murat etmesidir. Çünkü şer de (kötülük de) Onün iradesiyle meydana gelir. Rahmeti ise Hayrı (iyiliği) murat etmesidir. Hayır da onun iradesinin bir neticesidir. Lakin hayrı, bizzat hayrın kendisi için murat etmiştir. Şerri, bizzat kendisi için değil, içinde bulundurduğu (insanlara meçhul ve kapalı olan) hayr için murat etmiştir. Demek ki, şer (kötülük) bizzat kendisi için maksud değil, içinde sakladığı hayır için kasd edilmektedir. Şu halde hayr, kendisine vusul için bazı arazları gerektirmektedir. Böyle, olan bir şey, rahmete engel olabilir mi hiç? İmdi içinde hiç bir hayır saklamıyan bir şer aklına gelirse veyahut hayrı serde değil de başka yönden tahsil edilmesi mümkündür dersen, o zaman bu iki vehmi.sana ilham eden cüce aklını suçla! (Neden mi? ) Şerrin içinde hayır yok demen, daha doğrusu böyle bir hükme varman, cüce aklının gerçek marifete nü-iuz edememesinden ileri gelmektedir. Çünkü sen böyle düşündüğünde, ya ıztıraptan kurtulmak için ameliyatı kötü ve tehlikeli gören sabi, veyahut da maktulün ölümünü şer kabul ettiği için kısasla öldürülen kişinin idamını şer kabul eden ahmak gibi olursun. Ahmak kısasda olan umum mcnfn.aU, insanlığın selamet ve saadetini düşünememiştir. Tek şahısda görülecek bir şerin kaldırılmasıyla, umumun hayrına vesiyle olacak genel bir hayra tevessülün sırtını anlayamamıştır. O öyle düşünüyor veyahut öyle olmasını isUyor diye hayr olan şey ihmal edilir mi hiç. Hayrı şerrin dışında tahsil etmek mümkündür. gibisinden aklını kurcalayan vehme gelince. Bu da ince, her aklın idrak edemiye-ceği gayet muğlak bir keyfiyet arz etmektedir. Zira her muhal veya mümkün olan şeyin imkanlılığı veya imkansızlığı, ne bilbedahe ve ne de azıcık bir düşünce bir nazarla anlaşılmaz, bilakis bu, derin ve geniş düşünce leri gerektirir ki, bir çok kimselerin içinden çıkabileceği iş değildir bu. Öyleyse bu iki vehmi sana ilham eden aklını suçr la da Allahın merhamet edicilerin en merhamet edicisi olduğu ve Rahmetinin de gazabını sebk ettiği hususunda asla tereddüte kapılma. Şerri murad eden kimse hakkında, bunu bizatihi şer için murad ediyor, öyleyse o, Rahmet ismine müstahak değildir diyerek şüphecilik yollarını arama! Şerrin ifşasını engelliyen örtüyü kaldırdığımızda mahz-ı hayrın su yüzüne çıkacağını söyledik. İman et (yeter) beni ifşaya zorlama! Ben sana şifreyi verdim, eğer işaret ve şifreden anlıyorsan bu kadan sana yeter. BEYİT : Eğer diriye çağırsaydın mutlaka duyururdun; lakin ne yazık ki çağırdığın kişide hayat yoktur. Bu bir çok kimselerin düşündüğüdür.. Onun için böyle bir açıklamada bulundum, Yoksa Allahın kader hakkındaki sırra vakıf olan kardeş bu söz sana değildir. Sen zaten bu gibi açıklamalara ve tenbihlere muhtaç değilsin. ElMELİK O, öyle bir varlıktır ki, ne zatında ve ne de sıfatında hiç bir varlığa ihtiyacı yoktur. Bilakis herşey zatında, sıfatında, mevcudiyetinde ve bekasında ona muhtaçtır! . Ş14 halde ondan başka herşey Onun memlukudür.. Onun ise hiç bir şeye ihtiyacı yoktur! İşte Melik-i mutlak Odur. TENBİII: Kulun mutlaK melik olması hiç düşünülemez. Çünkü onun her şeyden müstağni olduğu söylenemez.. Allahdan başkasına ihtiyacı olmasa bile, mutlaka daima Allaha muhtacdır. Sonra ona herkesin, her şeyin
muhtaç olduğu da düşünülemez. Zira ona muhtaç olmayan bir çok varlıklar vardır da o farkında değildir.. Lakin kendisinin bazı şeylere muhtaç olmaması düşünülünce onun Melik olduğu zannı hakim olur. Kullardan gerçek Melik o kişidir ki; Allahdan başka kimsesi olmaz.. Allahdan gayri her şeyden alakasını keser. O, bununla beraber asker ve halkının kendisine itaat ettiği boyun eğdiği ülkeye sahib olur.. Nasıl mı Şöyle: Çünkü onun öz ülkesi kalbi ve kalıbıdır. Askerleri ise, gazabı, şehveti, hava hevesidir. Halkı ise; dili, gözleri elleri ve sair azalarıdır.. O, bütün bunlara hakim olup da kendisine boyun eğdirirse, işte kendi iç dünyasında sultanlık derecesine yükselmiş demektir.. Bir de buna insanlara Karşı olan ihtiyaçsızlığı ve herkesin – gerek dünya hayatında ve gerekse ahiret hayatında – kendisine, muhtaç olduğu hususu eklenirse işte o zaman yeryüzünün sultanı olmuş demektir ki bu, Peygamberlerin (Allanın selamı üzerlerine olsun.) rütbesidir. Çünkü Onlar, ahiret hayatına hidayet etme hususunda Allahdan başka hiç kimseye ihtiyaçları yoktur, herkes kendilerine muhtaçtır.. Meliklik hususunda; Peygamberleri, onların varisleri olan alimler takib ederler, onlann sultanlık derecesi de, kullan irşat edebilmek yeteneğiyle ölçülür. Evet, bu niteliklerle kul melekler derecesine ulaşır ve Allaha yaklaşabilir. Bu mülk – hakimiyet – kendilerine gerçek melik olan, mülkünde ortağı bulunmayan Allah tarafından ihsan edilmiştir. Emirlerden biri, ariflerden birine: — Ne ihtiyacın varsa söyle. Dediği zaman, arifin kendine verdiği cevab ne de arifanedir. — Ben senden ne istiyeceğim ki, benim iki kölem vardır ki onlar senin efendindir. — Neymiş onlar bakalım? — Biri hırs, diğeri heva ve heves. işte ben bu ikisinin sırtını yere getirip onlara hakim oldum, sen ise bunlara yenildin. Onlar sana hakim oldular. Demiştir. Adamın biri, bir şeyhden kendisine nasihatta bulunmasını rica edince Şeyh ona dedi ki: — Dünyada da, ahirette de melik ol. Adam bu sözü duyunca şaşırdı ve tekrar sordu: — Nasıl yani? — Dünyaya karşı olan hırs ve şehvetini kesersen, hem dünyada hem ahirette sultan olursun. Çünkü sultanlık hürriyet ve ihtiyaçsızlıkta görülebilir; esaret ve zillette değil. ElKUDDUS O, hissin idrak ettiği, hayalin tasavvur ettiği, vehmin ileri atılıp tahayyül ettiği, vicdanın ihtilaç ettiği tefkirin tasarladığı her vasıf (nitelik) den münezzeh ve nıüberradır. Onu vasf ederken; o, ayıp ve noksan sıfatlardan münezzehtir demedim, çünkü böyle bir söz edebe aykın düşer.. Zira böyle bir ifade, ülkenin kiralını vasf eden kimsenin: ülkemizin kiralı, mühür kazıya, kan alıcı değildir! sözüne benzer. Şurası da muhakkaktır ki, bir şeyin mevcut olmasını nefy etmek (yoktur demek) o şeyin var olmasının mümkün olduğunu vehm ettirir. Böyle bir vehim de -Vacib-i Tealaya- noksanlık is-nad etmeye yol açar. Onun için Onu vasf ederken deJdim ki: O, bir çok kimselerin mükemmel olarak kabul ettiği veya sandığı vasıflardan münezzehtir.. Çünkü o insanlar, önce kendilerine bakıp niteliklerini tanıdılar.. Tabii ki, bu nitelikler içinde mükemmel olanı mevcud olduğu gibi noksan olanlar da mevcuddur. Onlar, ilim, kudret, duyma, görme, konuşma, irade gibi vasıflannı manalarının hizasına koyarak işte bu kemal sıfatlardır, dediler. Kendilerine göre, cehalet, acizlik, körlük, sağırlık, dilsizlik gibi noksan olan sıfatlan da manalarının hizasına koyarak noksan saydılar. Sonra Allahı övmek istedikleri zaman kendi ölçüleri dahilindeki mükemmel sıfatlarla tavsif ettiler ve noksan sıfatlardan tenzih ettiler. Oysa Allah kendi nefislerinde kemal sıfatlar olarak tanıdıkları sıfatlardan da, kendi haklarında noksan kabul ettikleri sıfatlar-, dan da münezzeh ve müberradır. Hatta yaratıklar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü sıfatlardan da münezzehtir. Çünkü O, onların hiç birine benzemez, hiç bir şey de Ona menend olamaz. Bu konuya dalma ve izah etme olmasaydı zaten bu konuya girmezdim, teeddüp ederdim. Bunu, mukaddimeler bölümlerindeki dördüncü bölümde gayet açık olarak izah ettim, tekrarına lüzum görmüyorum.. TENBİH : Kulun takdisi, ilim ve iradesini tenzih etmesidir İlmine gelince: Onu, bütün muhayyelat, mahsusat (his edilenler), Mevhumat (vehm edilenler) ve behimi sıfatların iştirak ettiği her şeyden tenzih etmesidir.
. İradesine gelince, onu, şehvet, öfke, yemek, içmek, evlenmek, giymek, dokunmak, bakmak gibi beşeri lezzet ve sıfatlara müncer olan her türlü sıfatlardan tenzih etmektir. İşte kul, böyle olunca ancak Allaha yaklaşabilir. Onun kalbi her zaman için Allahla beraber olabilir. O-nun Allahdan başka hiç bir şeyde hazzı, Allaha kavuşmaktan başka hiç bir şeyde şevki, Allahdan gayri hiç ; bir nesnede sevinç ve neşesi kalmaz. Ona Cennet bü- tün nimetleri ile verilse, hiç birine iltifat etmez. Sahipsiz evi ne yapsın o. Hülasa: Kul, hissi, hayali ve hayvanı olan temayüllerden kurtulduğu gün ruhen kemale ermiş olur. Müridin celaleti, muradının celaletiyle ölçülür. Bütün gayesi karnına giren şey olursa, kıymeti de ondan çıkan şey kadar olur. Allahdan başka gayesi olmayan kişinin derecesi, himmetine göredir.. İlmi, mahsusat, mütehayyilat derecesini geçerse, iradesi şehvet icablarmdan arınırsa Hazretil – Kudsun sevgisine mazhar olmuş demektir. EsSELAM tün selamet ve emniyetler ondan sadır olmuştur ve yi-:ne ona rucu edecuKtir. Yukarıda anlatmıştık: Vacib tealanın fiilleri şerden (yani mutlak serden) salim olmuştur. Şerri hiç bir zaman bizatihi murat etmemiştir. A-ma içinde hayr saklı olan şerri murat etmiş olabilir. Çünkü böyle olan şer aslında, yukarda da işaret ettiğimiz gibi şer değildir. TENBİII : Hile, kin, hased, kötülüğü istemek gibi şeylerden uzak, günah ve yasaklardan beri olan her kul, Allaha selamet bulmuş bir kalple gelecektir. İşte kulun bu gibi huylardan arınması Selam-ı Mutlakdan istifade etmesiyle mümkündür. Kulun her bakımdan selamet bulması, ayrıca intikas ve inikasdan da beri olmasına bağlıdır. İntikas: Aklın şehvet ve gadaba esir olması demektir. Gerçekse bunun tam aksidir. Yani şehvet ve gazabın aklın esiri olmasıdır. Bunun aksi olunca intikasa maruz kalmış olur. Böyle olunca da emir memur; kıral köle olmuş olur.. Şu halde selam ve islamla, ancak müs-lümanlarin dilinden ve elinden kurtulmuş olan kimse nitelenebilir. Henüz kendi nefsini kurtaramıyan kişi, bu ulvi vasıfla nasıl nitelenebilir. ElMÜMİN O öyle bir varlıktır ki, bütün emniyet ve eman ona racidir. Çünkü emniyet sebeblerini o açıklamış, korku .yollarını o kapatmıştır. Korku mahalli olmadan emniyet, helak olma tehlikesi olmadan da korku tasavvur edilemez. Mürnini mutlak o varlıktır ki, bütün emniyet ve emanın kaynağı asla ondan başkası olamaz. İşte o da Allahdır. Şurası da bir gerçektir ki, kör görmediği yerden kendisine bir felaketin gelebileceğinden endişe eder. İşte gören göz, sahibini böyle bir tehlikeden kurtarır. Eli olmayan kişi de el ile savunabileceği yerden tehlike geldiğinde böyle bir korkuya kapılır. Ama eli olursa o tehlikeyi rahatlıkla önler. İşte insan oğlunun bütün organ ve duyulan da. böyledir. İsimlerinden biri Mümin olan Allah onları yaratmış, şekillendirmiş, kuvvetlendirmiştir. Şimdi düşmanları tarafından aranan bir insanı düşünelim: Çembere alınmış, halsiz olduğu için organları hareket edemiyor. Hareket etse bile, kendisini koruyacak silahı yok. Veya silahı da var ama, düşman çok, tek başına üstelerinden gelemiyor. Kendini koruyan insanlar da var ama, mutlaka hep beraber sığınacak bir kaleleri olması gerekiyor.. Tam o sırada biri yetişiyor ona silah, asker veriyor. Üstelik onu ve askerlerini muhafaza ede cek bir de kocaman kale yapıyor. Ona emniyet ve eman nimetini tattırıyor. İşte böyle olan kişiye şimdi rahatlıkla biz mümin diyebiliriz.. İmdi kul, yaradılış itibarı ile gayet zayıftır. Hastalık, açlık, susuzluk, gibi şeylere maruz olduğu gibi; yanma, boğulma, yaralanma, kırılma tehlikeletiyle de her saman karşı karşıyadır. Onun hastalık hakkındaki korku ve endişelerini, ancak hastalığa çare bulan doktorlar bertaraf edebilirler. Yemekler de açlığını, su da susuzluğunu giderebilir. Azaları (organları) da bedenin muhafazası için elverişli olabilir. Duyulan da felaketten haber verecek birer casuslarıdır.. Bütün bunların yanında kulun asıl büyük korkusu vardır ki, o da ahiret korkusudur. Onu bu korkudan kurtaracak yegane siper ise Kelime-i Tevhiddir, Allah-da işte kullarına en büyük bir reçete olarak ve en güzel koruyucu kale olarak bu Kelime-i Tayyibeyi ihsan etmiştir. Ve şöyle buyurmuştur: — La ilahe illellah, benim kalemdir. Her kim benim kaleme girerse, azabımdan emin olur..
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; Kainatta, esbaba tevessül etmeden emniyet tasavvur edilemez. Bu sebetn lerin halikı; onların göstericisi ve nasıl kullanılacağının öğreticisi hiç şüphe yok ki (Allah)dır. Odur herşeyi yaratan, Odur yol gösteren. Evet, Odur gerçek ve mutlak MÜMİN. TENBİI! : Kul, bu isimden şunu elde edebilir: Yanında bulunan herkesi şerrinden emin kılar. Hiç kimseye zararı dokunmaz, ona baş vuran her korkan kişiyi, gerek kendi nefsi ve gerekse dini hakkında duyduğu korku ve endişeden kurtarmaya çalışır. Nitekim Resulüilah Sal-lallahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuşlardır: Allah ve ahiret gününe iman eden, komşusunu kendi kötülüklerinden emin kılsın Kullar arasında bu isme en çok hak kazanan, halkı, kurtuluş yoluna, Allah yoluna irşad ve hidayet, ederek Allahın azabından kurtaran kişilerdir.. Bunu da-hiç şüphe yok ki, Peygamberler ve alimler yaparlar. Bakınız Peygamberimiz (S.A.V.) ne buyurmuşlar: Şüphesiz siz, ateşte kelebekler gibi dolaşacaksınız, ben gelip sizi bir tarafınızdan tutarak kurtaracağım.. HAYAL VE TENBİH : Korku, şüphesiz ki AUahdandır. Kullarını korkutan Odur. Korku sebeplerini de o yaratmıştır.. Öyleyse emniyet Ona nasıl izafe edilir? CEVAP: Korku ondandır. Emniyet de ondandır. Korku sebeblerini ve emniyeti yaratan hiç şüphe yok ki Odur! Onun korkutucu olması, Mümin olmasına mani teşkil etmez. Nitekim kullarından bazılarını zelil kılması Onun Muiz (Aziz) kılıcı olmasına mani değildir. O, Hem Muiz (Aziz kılıcı), hem de Muzil (Zelil) kılıcıdır.. Ve yine Onun kullarından bazılarını alçaltıcı olması; yükseltici olmasına mani değildir. O bazı kişileri alçalttığı gibi,, bazılarını da yükseltebilir.. Demek ki, Mümin (Eman veren) de Odur, korkutan da Odur.. Lakin güzel isimlerinden biri Mümin olmuştur da Muhavvif (Korkutucu) olmamıştır. ElMÜHEYMİN Bu ismin, Allah hakkındaki manası şudur: O (Allah), yaratmış olduğu mahlukatının amelleri, rızıkları, ecellerini bilip muhafaza eder. Her muhafaza ile memur olana müheymin derler. Bir şeye göz kulak olan kişi o şeyin koruyucusu ve müheymindir demektir. Şu halde israf (gözlem) ilme, istila ise Kudretin kemaline, muhafaza ise akla racidir. İşte bu manaların hepsini ancak (Müheymin) ismi içine alır. Bu manaları tam manasiyle ve kayıdsız şartsız ancak Allah tahakkuk ettirir, başkası değil. Bu sebebledir ki, (El-Müheymin) ismi, kadim kitablarda da Allanın isimlerinden sayılmıştır. TENBİH : Kendini mürakaba eden, kendi kusurlarını anlayan ve düzeltmeye çalışan, kendisini iyi hal üzere devam ettirmeyi başaran her kul kalbine hakim olma itibari ile müheymindir. İsraf ve ittilaı daha da genişletip Allahın kullarına yol gösterme imkanına sahib, feraset ve istidlal tariki ile iç ve dış yüzlerine de vakf olup da onları irşat edebilirse tabii ki bu manadan nasibi son derece fazla olmuş olur. ElAZİZ O, öyle bir kıymetli isimdir ki, emsali az bulunur. Ona çok ihtiyaç duyulur. Ona ulaşmak güç olur. Bu üç manayı üzerinde bulunduramayan kişiye Aziz ismi verilemez! Çünkü çok nadir olan şey var ki, kıymetli ve faydalı değildir.. Bunun için de hiç bir zaman (Aziz) olamamıştır.. Nice kıymetli ve yararlı, misli bulunmayan şeyler var ki vüsulü güç değildir: Güneş gibi.. Onun emsali yok. Yer de öyle. Bunların faydası pek çoktur. Onlara olan ihtiyacımız da son derecededir.. Lakin (bütün bunlara rağmen) her ikisine de (Aziz) diyemiyoruz. Çünkü, onları müşahede etmek onlara vasıl olmak güç değildir.. Onun için bir şeyin aziz olması için mutlaka yukarıda arz ettiğimiz üç mana (Vasf) m bulunması gerekmektedir.. Sonra bu üç manamn her birerleri için kemal ve noksanlık söz konusu olabilir. Mesela nadir olmasındaki kemal, bir olmasına bağlıdır. Çünkü birden az hiç bir şey tasavvur edilmez. Tek olan misli ve menendi bulunmayan varlık ancak Allahtır. Ondan başkası için böyle bir şey düşünülemez.. Güneş mevcut olma bakımından her ne kadar tek ise de lakin onun gibisinin bulunması da mümkündür. Yani mümkün olma bakımından o, tek değildir. Kemal, nefasette onun gibisi bulunabilir. Şiddetli ihtiyaç meselesine gelince:
Bu, herşeyin -varlığında, bekasında, sıfatında- kendisine ihtiyaç duyulan varlık olarak kabul ettiğimizde Hakkında kemal sözü doğru olabilir.. Böyle bir varlık Allahdan başka var mıdır? , — Bütün varlıklar Ona muhtaçtır. Hemde herşey-lerinde. Yukarıda açıklamıştık. Allahı kendisinden başka tam manasiyle kimse bilemez! (Künhünü..) Kayıtsız şartsız gerçekten Aziz olan Odur. Azizlikte Ona hiç bir şey benzeyemez. TENBİH Kullardan aziz olan, uhrevi hayatlarında ve ebedi saadetlerindeki önemli işlerinde kendilerine ihtiyaç duyulandır. Şüphesiz ki, bu evsafta olanlar yok denecek kadar azdır. İşte bu ancak Peygamberlerin rütbesidir. (Allahın rahmeti üzerlerine olsun.) Şeref ve izzet, bakımından onlara ancak, asırlarında yaşamış halifeleri ve kendilerine varis olacak ümmet alimleri yaklaşabilir.. Tabii bunların her birerleri, halkı irşat hususunda gösterebilecekleri basan nisbertinde onlara yaklaşma imkanına kavuşabilir. ELCebbAr O, öyle bir varlıktır ki, dilediğini cebir yolu ile her- kesde icra edebilir. Hiç kimse Ona bir şey yapamaz. Hiç kimse Onun elinden (kudretinden) kurtulamaz. Bütün .eller Ona karşı aciz kalır. Mutlak (kayıdsız şartsız) Cebbar hiç şüphe yok ki Allahtır. O herkese cebr eder, hiç kimse Ona cebr edemez. Bu hususta hiç kimse Orta eş olamaz. TENBİH : Kullardan bu isme layık olan, uymaktan uyulmak derecesine, yükselen, rütbe itibarı ile herkesden yüksek olan, heyeti ve suretiyle her bakımdan halka cebr eden kendisine uymaya onları mecbur kılan, onlara faidesi dokunan, onlardan faydalanmaya lüzum ve ihtiyaç duymayan, tesir edebilen, hiç kimsenin tesirinde kalmayan, kendisine uyulan ve fakat hiç kimseye uymak I mecburiyetinde olmayan, herkes tarafından delicesine . sevileri bir kimse, onu gördüğ-r:de, bir daha görmek isteyen ve fakat onun gibi olma temennisinde bulunmayan, kimsedir ki bu vasıf ancak insanlığın Önderi Haz-ret-i Muhammede (S.A.V.) nasib ve müyesser olmuştur. Nitekim bir hadisinde bu hakikati şöylece tebarüz ettirmişlerdir: — Musa sağ olsaydı, bana uymaktan başka çaresi olmazdı. Ben Adem oğullarının efendisiyim (ki bunun-lla) gururlanmıyorum. EIMÜTEKEBBİR O. zatına nisbetle herkesi hakir gören, azamet ve kibriyayı ancak kendi nefsine layık gören, başkalarına meliklerin kölelere karşı takındığı bir nazar misali bakandır. Bu bakış ve görüş doğru ise (gerçeğe muvafık ve vakıa mutabık ise) tekebbür de doğru ve sahibi gerçekten mütekebbir olmuş olur. Ne varki bu nitelikteki isim kayıtsız şartsız ancak Allahındır. Eğer bu büyüklenme ve böbürlenme batıl ise, yani göründüğü gibi değilse, o zaman tekebbür boş ve üstelik mezmum olur. Her kim, kendini başkalarından üstün görüp de kibirlenirse onun bu davranışı boş ve mezmumdur. Çünkü büyüklük azamet ancak ve ancak Allaha mahsustur. TENBİH : manada mütekebbir, zahid ve Kullardan gerçek arif olandır. Arifin zühdü ne demektir? Onun manası nedir? Manası, kendisini o ulvi düşüncesinden ve yüce sırrından alıkoyacak yaratıklardan tahliye etmesi, Allah-dan başka herşeyden kendisini üstün görmesi, dünyayı – hatta – ahireti küçümsemesi, kendisini Hakdan ırak edecek her şeye sırt çevirmesidir. İşte Arifin zühdünün manası budur. Arif olmayanın zühdü; bir nevi alışverişten ibarettir. Ahiret metaını dünya metaı ile satın alır.. Veresiye alışverişteki kar ve kazanca tama ederek peşin ahş verişi terk eder. İşte buna selem ve mubayaa derler. Yemek ve kadın şehvetlerinin köleleştirdiği kişiler, gerçekten hakirdirler. Hiç bir zaman gerçek manada mütekebbir olamazlar. Çünkü gerçek manada mütekebbir, her şehveti hakir gören, hayvanların bile nasibi olan her zevke sırt çevirendir. HALİK ElBARİ ElMUSAVVİR Belki bu isimlerin eş manalar ifade eden isimler-olduğu akla gelebilir. Hepsinin de manası (Yaradıcı) olduğu zan edilir. Ama mesele hiç de öyle sanıldığı gibi değildir. Çünkü her yokluktan varlık alemine çıkan şey, önce takdir, ikinci defa takdire göre icad, icaddan sonra da tasvire muhtaçtır.
Cenab-ı Hak, takdir edici olarak da haliktır. İcad edici olarak da halıkdır. Nihayet müsavvir (şekillendirici) olarak da haliktır. Yaratıklara en güzel şekli O vermiştir. Onları gayet güzel nizam ve intizam içinde o, yaratmıştır. Bu tıpkı bir bina gibidir. O binanın, tuğla, taş, çimento, kerpiç, gibi malzemelerin ne kadar gideceğini, eni boyu – metre karesi – ne kadara, kaça mal olacağını hesablıyacak birine ihtiyaç vardır. İşte bu işleri yapana; projeyi çizene, hesap ve kitabını yapana biz mühendis diyoruz.. Bunlardan sonra binayı asıl yapacak ustaya lüzum görülür. Daha sonra binanın iç ve dış tezyinatını üstüne alacak başka bir usta aranır. İnsanlar hakkında da bu böyledir. Çünkü her işi bir insan yapamaz, herkesin ihtisası ayrı ayrı konularda olur. Lakin Allah hakkında biz bunu böyle düşünemeyiz. Çünkü takdir eden, icad eden ve tasvir eden de Odur. Şimdi Allahın yaratmış olduğu mahlukatmdan birini ele alalım. Mesela insanı. İnsanoğlu Allahın yarattıklarından bir cinsi temsil eder.. İnsan varlığının vücuda getirilmesi için evvela nasıl yaratılacağı hakkında takdir yapılmalı. Çünkü onun, belirli bir cisim olması gerekmektedir. Bazı sıfatları alabilmesi için önce cismi lazımdır. İnşaatçının bina kurabilmesi için bazı alet ve edevata ihtiyacı olduğu gibi.. İnsanın bünyesi ancak su ve toprakda vücut bulabilir. Yalnız toprak kafi gelmez. Çünkü kurudur; tutmaz dağıhverir. Yalnız su da kafi gelmez. Çünkü tutmaz dökülüverir. Öyleyse kuru ile yaşı birbirine katıştırmak ki, çamur haline gelebilsin. Sonra pişirici bir hararet (fırın) lazımdır ki, su ve toprak karışımı muh-kemleşip ayakda durabilsin. Demek ki, insan serapa çamurdan yaratılmış, olmuyor. Bilakis su ile yoğrulmuş, kurutulmuş ve pişirilmiş bir topraktan (balçıktan) yaratılmış oluyor. Ama o toprağın ve suyun da belirli ölçüde olmaları gerekiyor.. Eğer takdir edilen ölçüden az olursa zerre, ya da karınca gibi küçük olur ki, insan işlerini yapamaz, rüzgar vurduğu gibi savurur ve en küçük şey onu telef eder. Sonra dağlar kadar büyük çamur yığınından da olmaz.. Çünkü bu miktar ihtiyaçtan fazladır. Öyleyse ne az ve ne de çok tam ayar ve karar olmalıdır. Evet O, takdir edilen ölçüyü geçmemelidir. İşte bütün bunlar, takdirle olur. O (Allah), bütün bu işleri takdir etmesi ve takdire göre icad etmek itibariyle yaratıcıdır. İcad edip yokluktan varlığa çıkarması itibariyle bari oluyor. Sadece icad etmek ile, bir takdire göre icad etmek, ayrı ayrı şeylerdir.. Lugatta bu iki kelimenin ayn ayrı manalar ifade ettiğine şahit vardır. Arablar hazık ve herşeyi ölçü ile yapan insana halik ismini verirler. Nitekim şair: Sen halk ettiğin (yaptığın) şeyi güzel yaparsın. İnsanlardan kimisi yar ki yapar ama güzel yapamaz! demiştir. El-MUSAVVİR İSMİNE GELİNCE : Bu isimde eşyaya en güzel şekil vermek ve onları en biçimli tarza sokmak itibariyle Ona mahsustur. Bu, fiilin vasıflarıdır. Bunun hakikati ancak kainatı tam olarak bilen, sonra ayrı ayrı yaratan Allaha mahsustur. Evet kainatın tamamını bir çok organdan teşekkül tek şahıs olarak mütalea edebiliriz. Onun azaları ve eczası gökler, yıldızlar, yer, su ve [havadır. Bunlar gayet tertipli şekilde yaratılmışlardır. Hem öylesine muhkem bir tarzda ve tertip de ki, bu tertip, azacık bozuluverecek olursa bütün nizam altüst olur. Üste konması gereken, üste; alta konması icab eden de alta konmuştur. Tıpkı bir bina gibi. Temel taşları alta ve kereste kısmı üste konmuştur. Bu, tesadüfi değil, bilakis önceden tasarlanıp da öyle yapılmıştır. , Bunun aksini düşünüp de taşları üste, ağaç kısmını alta koysalar, bina yerinde durabilir mi? Duramaz, şeklini kaybeder. İşte yıldızların yukarda, yer ve suların (deniz ve nehirlerin) aşağıda yaratılmasındaki hikmet ve sebeb-leri böyle anlamalıyız. Kainatın yarısına kadar gitsek, nizam ve intiza-mındaki hikmetleri sayacak olsak bitiremeyiz.. Ayrı ayn herşeyin hikmetini bilen, El-Musavvir isminin manasını daha iyi anlar ve bilir. Bu tasvir ve tertip, alemin her parçasında mevcud-dur. Hatta karınca ve zerre de bile mevcuddur. Hatta ve hatta karıncanın organlarında bile bu akla durgunluk, kalbe heyacan veren nizam ve intizam, mevcuttur. Canlı varlıklarda en küçük bir organ olarak bilinen gözün yapısını anlatacak olursak bitiremeyiz. Gözün tabakalarını, şekillerini, miktarlarını ve onda olan renkleri ve bu renklerde gizli olan yüce hikmetleri bilmeyen, gözü ancak zahiri görüşündeki şekli ile bilmekten öteye bir adım bile atamaz.
Her canlı hayvan ve bitkide hatta onların her parçasında da aynı şeyi söyliyebiliriz. TENBİH : Bu isimden kuiun nasibi şu olmalıdır. Önce kendi nefsinde bütün alemin şeklini ve suretini görmelidir. Derin derin düşünüp tafsilata geçmelidir: Önce (Eşrafi mahlukat) oian insana bakar. İnsan vücudunu iyice inceler, vücudda bulunan cismani organları gözden geçirerek, nevilerini, adet ve terkibini, yaradılışında ve tertip edilişindeki hikmetleri öğrenir, sonra, onunr idrak, irade gibi manevi niteliklerine bir göz atar, düşünür, düşünür. Bunu takiben, gücü yettiği kadar hayvanat ve nebatatın suret ve şekillerini inceler ta hepsinin şekli kalbinde yer edinceye kadar. Tabii bütün bunlar, varlıkların cismani olan nevilerin şekil ve suretlerini bilmeye matuf şeylerdir.. Bir de bunun ruhani tertibi vardır ki; bu melekleri ve mertebelerini, yıldızlarda, göklerdeki vazifelerini bilmek demektir. Ondan sonra beşeri kalblere tasarruf etmeye başlar, onları doğru yola irşad etmeye koyulur. Sonra hayvanlara karşı tasarrufa girişir ve onları ihtiyaçlarına doğru sevkeder. İşte bu isimden kulun nasibi bu olmalıdır. Yani vücudi şekle mutabık ilmi suret kazanmalıdır kul. Çünkü nefsin şeklini bilmek, I malumun şekline mutabıktır. Allahın suretleri bilmesi, suretlerin ayanda mevcut olmasına sebebdir. Ayanda hnevcut olan suretler ise ilmi suretlerin insan kalbine hasıl olmasını sağlar. Böylece kul, Allahın isimlerinden olan (El-Musavvir) isminden istifade ederek, kendi ruhuna şekillendiricilik vasfını kazandırmış olur. Hatta öylesine ki kendi de bir Musavvir (şekillendirici) durumuna gelir. Tabii bu, mecaz yoluyladır. Çünkü o suret, yani kulun ruhuna gelen suret, gerçekte Allah tarafından halk edilmiştir. Kulun bunda en ufak bir jroiü yoktur. Lakin kul. Allahın, Rahmet pınarlann-jdan istifade etmeye koşar. Bir kavim özlerindeki (gü-jzei hal ve ahlak) i değiştirip bozuncaya kadar Allah jşübhesiz onun (halini) değiştirip bozmaz. (1) İşte bundan dolayıdır ki Resulüllah (S.A.V.) şöyle I buyurmuşlardır: (1) ErRad Suresi, 11. ayetin bir kısmı. — Şüphe yok ki, Babbinizin ömrünüz boyunca nefhalan vardır. Ona koşuşun! (1) EMIalik. Ve El-Bari isimlerine- gelince; Kulun bu isimlerde hiç bir rolü yoktur. – yani kullara bu isimler verilmez ve onlara yaradıcı denilmez ancak çok uzak bir ihtimalle mecazi anlamda denilebilir. Çünkü yaratmak ve icad etmek, ilmin gerektirdiği şekilde gücü kullanmaktır. Allah, kula ilim ve kuvvet vermiştir. O (kul) kendisi hakkında takdir edilenleri ilmi ve kabiliyetine göre (yine Allahm izni ile) tahsil edebilir. Aslında mevcut varlıklar iki kısma ayrılır: 1 — Var olmalarında kulun hiç bir rolü yoktur: Gök, yıldızlar, yer, hayvan bitkiler vesair kainatın diğer yaratıkları gibi. 2 — Meydana gelişinde kulun rolü bulunan varlıklar. Bunlar kulların, sanat, siyaset, ibadet ve cihad gibi, kulların amelleridir. İnsan, nefsani mücahede (çalışması) sayesinde,-bazı şeyleri icad edebilecek dereceye yükselirse ve bu hususta herkesden faik olursa o, o şeylerin muhteri (Mucidi) sayılır. Çünkü o şeyler onun icadından evvel mevcud değildiler. Mesela satrancın mucidine, satrancı filan kimse icad etmiştir diyerek satrancın mucidini belirtirler. Aslında satranç övülecek ve onu keşf eden kimseden siteyişle bahs edilecek bir meta değildir ya Hayr ve iyiliklerin kaynağı olan diğer riyazi, sınai ve siyasi icadlar hakkında da aynı şeyi söyleyebiliriz.. Bu hususta başarı gösterenlere bir şeyler icad edenlere (1) Bu hadisi Taberani. Muhammed bin Mesleme (R.A.)dan şu lafızla rivayet etmiştir: Zaman günlerinde Allahın nefhaları vardır. Ona koşuşun! Belki biriniz ondan bir nefha alır da bir daha şaki olmaz. mucid diyebiliriz, lakin ne var ki bu isim ona mecazen itlak edilebilir, hakikat yönünden değil. Allahm bazı isimleri vardır ki, bunların kullara mecazen nakli mümkündür.. Bazı isimler de var ki, kul hakkında bu isimler hakikattir; Allah hakkında ise mecazdır: Sabır, şekur (isimleri) gibi. Aradaki farkı anlamadan hiç bir zaman bu isimler-I de ortaklık düşünülemez. ElGAFFAR O, iyilik yapan ve çirkini örtendir.. Günahlar, Allahm dünyada örttüğü ve ahirette cezalandırmaktan (Kullar) hakkında vaz geçtiği çirkinliklerdendir.. El-Gafr, örtmek manasmdadır.. Allahm kullar hakkında birinci örttüğü ve meydana çıkarmadığı şey, bedeninin, insan gözleri tarafından tiksinilecek ayıplarıdır. O ayıplar içeri de gizlenmiş ve yüzüne vurulmamıştır. İnsanın iç yüzü ile dış yüzü arasındaki fark cidden büyüktür.
İkincisi; bütün çirkin duygu ve temayüllerin karargahı olarak kimse görmesin diye kalb_i_seçmiştir. Eğer kulun hatırından geçen kötü duygularına, kalbindeki çirkefliklerine başkaları muttali olacak olsalar ona hücum edip helak ederler. Allah onu bu durumdan da kurtarmıştır. İçindekileri dışa vurdurmamıştır. Üçüncüsü, kullar arasında rezil olmasına sebeb olacak günahlarını da örtüvermesidir. Sırf günahlarının çirkinliklerini örtmek için, imanda sebat ettiği müddetçe, günahlarını sevablara tebdil edeceğini bile vaad eTmistir.. TENBİH : Kulun bu isimden alacağı ilham şudur: Oda başkalardan sadır olan hataları örter.. Kimsenin ayıbını yüzüne vurmaz. Allahın elçisi bunu Allahın kullarına öğretmişlerdir: — Her kim bir müminin aybını örterse, Allah da kıyamette onun aybını örter.. Gıybet eden, mütecessis olan, intikam seven, uğradığı cezayı mutlaka ödetmek isteyenler tabii ki bu vasıftan uzaktırlar.. Bu güzel vasıfla bezenecekler hiç şüphe yok ki, ayıpları ifşa etmeyen, kulun ayıplarını araştırmak için arkası sıra gitmeyendir.. Hiç kimse kusurdan hali değildir. İnsanlar arasında kemale ermiş olgun kimseler olduğu gibi zayıf karekterli kimselerde vardır. Çirkinliklere göz yumup da ayıbına muttali olduğu kişinin iyiliklerinden bahs eden kimse bu vasfa layıktır.. Aşağıdaki rivayet bizim bu görüşümüze ne güzel rşık tutmaktadır: Bir defasında İsa (Aleyhisselam) havarileri ile birlikte ölmüş bir köpeğin yanından geçerler. Havariler dayanamaz: — Bu leş ne fena kokuyor. Derler. Hazreti İsa (A.S.) bu sözü duyunca: (Bu gibi hallerde insanların iyi taraflarını anlatmak gerektiğini öğretmek için) şöyle mukabelede bulunur: — Zavallı hayvanın ve güzel dişleri var.. ElKAHHAR O, öyle bir varlıktır ki, düşmanlarının belini kırar, -onları öldürmek suretiyle kahreder. Hayatta hiç bir varlık yoktur ki, onun kahrı ve kudreti altında kıvran-.masın. Satveti karşısında aciz kalmasın. TENBİH : Kullardan kahhar, düşmanlarını kahr edene denir. Kulların en büyük düşmanı iki yanı (sağrısı) arasında bulunan nefsidir. O, kendisini aldatan şeytandan daha düşmandır. Kul, her ne zaman nefsinin şehvetlerini kahr ederse, şeytanı kahr etmiş olur. Çünkü şeytan onu, ancak şeyvetleri vasıtasiyle helaka sürükleyebilir. , Şeytanın insanları aldatmak için alet olarak kullandığı şeylerden biri de kadınlardır. Kadınlara karşı şehvet ve isteğini kahr eden kişi, bu tuzağa düşmez.. Din kuvveti; aklın işareti ile şehvetlerini kırıp parçalayan da böyledir. Nefsani aralarını yenen kişi mutlaka kendisini aldatmak isteyen insanları da yenmiş demektir. Çünkü insanların gayesi, onun vücudunu ortadan kaldırmaktır. Onun gaye ve çalışması ise ruhunu ihya etmektir. Birer düşman mesabesinde olan şehvetleri öldüren kişi ruhunu ihya etmiş ve ölümünde do ölmemiş olur: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri katında diridirler. (1) (1) Ali lmran Suresi, 169. ayet. ElVAHHAB Hibe, karşılığı olmayan ivezsiz ve garazsız bir bağıştır.. Bu sıfatla bağışı çoğaltan kişiye cömert ve Vahab (ziyadesiyle veren ve bağışta bulunan) denir. Gerçek Cömertlik, karşılığında hiç bir şey beklemedenvermek ve bağışlamak ancak Allahdan beklenir. Bu, ancak Allaha mahsustur. Çünkü O, her muhtaca verdiği zaman karşılık beklemeden vermiş ve halen de vermektedir. Hem de peşin verir, vereceğini sonraya bırakmaz.. Bir kimse, bir bağışda bulunduğunda, karşılığını hemen beklerse ve yahut zamanla insanlar tarafından övülmesini veya en azından kınanmaktan kurtulmasını isterse o insan bağışda bulunmuş bir insan değildir. Cömerd olmak şerefini bile ihraz etmiş sayılmaz. Çünkü her verilen şeyin karşılığı mutlaka para veya mülk olamaz. Bazan da bunların cinsinden olmayan, elle tutulmayan manevi değerler de olabilir verdiği şeyin karşılığı. Her kim şeref kazanmak veya övülmek için bir ba-ğişda bulunursa o sadece bu bağışı meydana getiren bir işçi olabilir. Çünkü gerçek bağışlayıcı o kimsedir ki, herkes ondan karşılıksız faydalar görür, yani herkese ivezsiz ve garazsız faydası dokunur.
Hatta bazen öyleleri de olabilir ki, sırf hayrı (bak ne cimri adamdır, hiç hayr yapmıyor) demesinler için sırf korkusundan yapar, işte böyle bağışlarda bulunanlara da bağışda bulunan insan denemez. Çünkü bu da bağışını ötekiler gibi karşılık için yapmıştır.. Kuldan, hiç bir zaman gerçek manada cömertlik ve bağışlayıcılık beklenemez. Çünkü o, yapılacak bir işin, yapılmaması evla olunca o işi yapmaya katiyen yanaşmaz. Fakat, bütün varlığını hatta en aziz varlığı olan ruhunu Allah yolunda, Cennetine tama etmeden veya azabından kurtulmak gibi bir gaye beklemeden feda edese o kişi şüphe yok ki gerçekten Vahhab (Bağışta bulunan) ve Cevad (son derece cömert olan) ismine layık olmuş olur. Böyle olmayıp da sırf Allahın cennetine kavuşmak veya azabından kurtulmak gayesiyle yaparsa veyahut insanlar tarafından övülmek, beğenilmek dolayısıyle nam ve şöhret kazanmak için bir bağışta bulunmuşsa, o kişi her ne kadar zahiren karşılıksız bir bağışta bulunmuş hissini vererek, insanlar tarafından Cevad (son derece cömert) kabul edilirse de aslında böyle değildir. Çünkü insanlar karşılığın yalnız madde olduğunu sahırlar oysa maddi olmayan, manevi olan karşılıklar da vardır. — Pekala sadece Allah rızası için bir manevi nasib bekliyerek bütün varını bağış olarak veren kişi nasıl Cevad (fazla cömert) olma vasfına mazhar olamaz? db ye bir sual varid olursa deriz ki: Bu tip kimselerin hazzı yalnız Allahtır, nzasıdır,. ona kavuşmaktır.. İnsanoğlunun ihtiyari olan fiilleri ile,kazanabileceği en büyük mutluluktur bu! O öyle bir haz ve saadettir ki bütün mutluluklar onun yanında hiç kalır.. Şu halde Arif-i Billah o kişidir ki, Allaha yalnız Allah için ibadet eder. Yoksa karşılığında herhangi bir beklemek için değil sözünün manası nedir? Ayrıca Allaha karşılıksız ibadet edenle, ondan birşeylei bekleyen kişinin ibadeti arasında ne gibi farklar vardır? dersen, cevabım şu olur: — Haz, insanlarca yapılan herhangi bir işin karşılığı demektir. Kul, ibadeti esnasında bu gibi niyet ve arzudan tamamen tecerrüt ettiğinde, Allahdan başka gayesi ve maksadı kalmamış demektir. Ona, insanların haz kabul ettiği şeylerden tamamen tecerrüt etmiş derler.. Mesela bir köle, efendisine, efendisi olduğu için değil de, ondan bir ikram beklemek için hizmet eder.. Efendi de kölesini, kölesi olduğu için değil de ondan hizmet ve hürmet beklemek için korur.. Bir baba böyle mi ya?! Bir baba, çocuğunu, çocuğu olduğu için korur, on- elan menfaat beklemek için değil.. Hatta, oğlu ona gereken hürmeti göstermese bile t yine onu düşünür, onun iyiliğine çalışır.. (Adama sende. ) diyemez! Bir kimse, bir şeyi (o şeyin kendisi için değil de) l:aşka şeye ulaşmak için talep ederse, sanki onu talep etmemiş demektir. Çünkü istemesinde o gaye değil, başka şeydir. Altın isteyen kimse gibi. Altın isteyen kişi, onu bizatihi istemez, bilakis onunla yiyecek ve giyecek almak için ister. Hatta yiyecek ve giyecek de bizatihi murat değildir; lezzet elde edip, elem ve kederi gidermek için arzulanmışlardır.. Lezzet (zevk) bizatihi murat edilmiştir.. Ardında başka gaye yoktur! İnsanoğluna arız olacak elem ve kederin önlenmesi de öyle. İşte altın, yiyecek elde etmek için bir vasıtadır. Yemek de şehvet ve lezzet elde etmek için bir köprü. Lezzet ise gayedir, vasıta değil. İşte çocuk da bir baba için vasıta değildir.. Babanın onu arzulaması (sevmesi) onun selameti içindir. Çünkü çocuğun kendi, bizatihi pederin hazzıdır. Allaha Cennet için ibadet eden de böyledir: Allah onu (Cenneti) kendisinin aranması ve istenmesi için bir vasıta kılmıştır; gaye değil.. Vasıtayı şöyle anlayabiliriz: Şayet gayeye onsuz (vasıtasız) ulaşılacak olursa o aranmaz. Dünyevi istekler eğer altınsız elde edilse hiç şüphe yok ki, altın aranmaz. Kimse ona iltifat etmez.. Şu halde gerçekte mahbub olan ulaşılmak istenen gayedir, altın değil.. Eğer Allaha ibadet edilmeden cennet elde edilseydi, kimse Allaha ibadet etmezdi.. Şu halde Abidin (İbadet eden kişinin) mahbubu ve matlubu cennetti, başkası değil.. Lakin Allahdan gayri mahbubu olmayan, bütün hazzı ve gayesi Allaha kavuşmak olan kişi böyle değildir. Onun bütün gayesi ve arzusu Allaha kavuşmak, Mele-i Ala da mukarreblerde beraber olmaktır.. İşte bu niteliği taşıyan kişiye O, sadece Allaha ibadet ediyor, yani Allaha Allah için ibadet ediyor; başka bir gaye güderek değil.. derler.. Bu demek değildir ki, onun hiç bir hazzı yoktur.. Onun hazzı vardır ve o hazzı yalnız Allahtır, Ondan başkası değil.
Allaha kavuşmak, onu müşahede etmek, onu bilmek sevinç ve neşesine inanmıyan, ona müştak olamaz.. Ona müştak olmayan hakkında, Allahın onun gayesi olduğu düşünülemez. Bu sebebledir ki, o kişi yaptığı ibadet babında, sadece maddiyatı düşünen kötü bir iş-çi gibi olur. Ne yazık ki insanların çoğu, bu zevki tatmamışlar-dır, tıu zevki tanımamışlardır, Allahın cemaline bakmanın lezzetini anlayamamışlardır.. Bu tip kimselerin, imanı yalnız dilledir.. İçlerine işlememiştir.. Çünkü içlerinden biran evvel Cennette Müminlerin emrine verilecek hurilere kavuşmak isterler. Bütün bu anlattıklarımızdan şu neticeyi elde ediyoruz: Kazlardan hali olmak muhaldir. Allaha kavuşmak nazların en büyüğüdür.. Eğer insanların kabul ettiği, yapılan herhangi bir işin karşılığı olan maddi veya. manevi menfaati bir haz olarak kabul ederseniz ben buna (Haz) demem.. Kul hakkında elde edilmesi, ondan mahrum olmasından daha iyi ise tabii ki bu onlarca haz kabul edilebilir. ErREZZAK Rızıkları, ve nzik verdiği varlıkları yaratan, rızık-larını onlara ulaştıran, rızıklaıia faydalanmalarına temin eden hiç şüphe yok ki, Odur! Rızık iki kısımdır: 1 — Beden için olan, azıklar ve yemekler gibi zahiri nzık, 2 — Batıni rızık. (Yani ruhun rızkı). Batıni rızık, marifetler ve mükaşefelerdir ki, bunlar kalbler için hazırlanmış en şerefli rızıklardır.. Çünkü bunun semeresi, ebedi hayattır; zahiri olan rızkın semeresi ise belirli bir zamana kadar bedenin kuvvetini sağlar. Bu iki rızık çeşitini yaratan ve erbabına isal eden (ulaştıran) şüphe yok ki, Allahtır.. Lakin onu, dilediğine bolca verir, istediğine karşı da azaltır. TENBİH : Bu vasıftan kulun hazzı (nasibi) iki şey olabilir: 1 — Bu vasfın gerçek sahibi Allah olduğunu bilmesi, Ondan başka kimsenin müstahak olmadığını iyiden iyiye anlarnasıdır. Böylece rızkı ancak Ondan bekler. Bu hususta Ondan başkasına itimad ve tevekkül etmez. Hatemül – Esemden (1) rivayet edilmiştir: Bir adam ona sordu: — Nerden yiyorsunuz? — Onun hazinesinden. — Sana gökten ekmek mi yağdırıyor? — Yeryüzü o un olmasaydı, elbette ekmeği gökten yağdırırdı. — Siz sözü tevil ediyorsunuz! — Çünkü o, gökten ancak kelamı indirmiştir. — Anlaşıldı sizinle baş edemiyeçeğim! — Çünkü batıl, hakla hiç bir zaman başa çıkamaz. 2 — Ona kılavuz bir ilim, öğretici bir dil, sadaka verip, de menfaat sağlayan bir el verdiğini bilmesidir.. Bunlar, söyliyeceği güzel sözler, ve yapacağı güzel işler vasıtasıyla kalbler için şerefli rızkın temin edilmesine yol açarlar.. (1) Ebu Abdurrahman Hatim bin Unvan ElEsen. (Vefatı H. 237 de) Birinci tabaka evliyadandır. Belh ehlindendif. Şakik Belhtriin talebesi ve Ahmed bin Hidraveyhin üstadı idi. Yüksek halleri tabakat kitaplarında yazılıdır. Bak. Risale-i Küşeyri sf: 56, Nefabat-ül Ons sf: 130, Tabakat ı Siilemi sf: 91 – 97, Tabakat-ı Şaranl C. 1. sf: 93 v.s. Allah bir kulu sevdimi, halkın ona olan ihtiyacını artırır. Rızıklann halka ulaşılması babında, Allah ile kul arasında vasıta olduğu müddetçe, vasıftan bir nasip-almış olur. Peygamberimiz (S.A.V.) buyurmuşlardır: Allahın emrettiğini, isteyerek veren emin haznedar,. hiç şüphe yok ki, tasaddukta bulunanlardan biridir. Kulların elleri, Allahın hazineleridir.. Ellerini bedenlerin nzıklanmasi için, seferber eden, dilini kalblerin rızıklanması rçin ayakta tutan kişi, bu sıfatın sevabına. nail olacakların en şereflisidir! ElFETTAH O, öyle bir varlıktır ki, onun inayeüyle bütün kapa-1 (kapılar) açılır, hidayetiyle her müşkül hal olur da. peygamberlerine ülkeler feth edip düşmanlarının ellerinden çıkarır de şöyle buyurur: Biz hakiykat sana (Hüdeybiyye müsalehası ile) apaşikar bir feth (-ü zafer yolu) açtık. (1), Velilerinin kalblerinden perdeyi
kaldırıp onlara, Semasının melekütüne, kibriyasınm cemaline giden kapıları açar. Ve şöyle buyurur: Allahm insanlara açacağı herhangi bir rahmeti tutacak yoktur. (2) Gayb anahtarlarını ve rızık anahtarlarını elinde (kudretinde) bulunduran o (yüce varlık) hiç şüphe yok. ki, (Fettah) olmaya en layık olur. (1) El-Feth Suresi. 1. ayet. (2) El Falır Suresi, 2. ayet. Kulun silkinmesi lazımdır ki. yapacağı güzel nasihatlerle müşkülat kilitleri kırılsın, vereceği güzel öğütlerle de halkın anlayamadığı dini ve dünyevi meselelerine bir çözüm yolu bulunsun. Bu sayede o, El-Fettah. isminden gereği gibi yararlanmış olabilir.. ElALİM Bu ismin manası açıktır. Bunun kemali; herşeyi tam manasiyle bilmekle, yani dışını, içini, inceliğini, açıklığını, önünü, sonunu, başlangıcını ve bitimini bilmekle olur.. Bu açıklanması bakımından, malumat (bilinen şeyler) den istifade edilmiş değil de, malumatın kendisinden istifade edilmiş olması gerekir. Aksi halde o ilme tam ilim denilemez.. TENBİH : Alim vasfından kulun no ;?-malum. Lakin onun ilmi ile Allahın ilmi üç hususta ayrılır: i — IviSİUrnürt (bilinenler) in çokluğunda. Kulun malumatı (bildikleri) ne kadar çok olursa olsun yine de mahduddur, azdır. Namütenahi ilimler nerde, o (kul) nerde. 2 — Kulun bilmesi, veya anlayışı, her ne kadar vuzuh bulsa da, asıl gayeye vasıl olamaz. Bilakis onun .eşyayı müşahade etmesi, ince bir perdenin ardından görmesi gibi bir şeydir.. Keşif derecelerindeki farkı inkar edemezsin. Sabahın alaca kararilığıyla günün or-;tasındaki aydınlık bir olabilir mi? 3 — Allahın ilmi, eşyadan istifade edilmiş değildir, büakis bütün eşya onun ilminden istifade edilmiştir. Kulun,eşyayı bilmesi, eşyaya tabidir ve onun sayesinde meydana gelmiştir. Bu söz aklını, kurcaladı ise, satranç öğrenen kişinin ilmi ile asıl satrancı bulan kişinin ilmini bir karşılaştır. O zaman, satrancı bulan kişinin satrancın vücuduna (varlığına) sebeb olduğunu, satrancın varlığı da, öğrenen kişinin bilgisine sebeb olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin. Şu halde satrancı bulan kişinin ilmi, satrançdan önce gelmiştir. Santrana öğrenen kişinin bilgisi bu yüzden gecikmiş ve sonra elde edilmiştir. İşte Allahın ilmi de böyledir. Eşyadan öncedir, eşyanın varlığına sebeb olmuştur. Bizim ilmimiz işe, bunun aksine eşyadan sonradır. Kulun ilim sayesinde elde ettiği şeref; ilmin, Allah sıfatlarından oluşu sebebiyledir. Lakin en şerefli ilim, malumu (bilineni) en şerefli olandır. Bilinmişlerin en şereflisi şüphe yokki, Allah-ü Zülcelaldır. Bunun için marifetullah, marifetlerin en efdali olmuştur. Hatta sair eşyayı bilmek de, Allahın işlerini bilmeye yahut kulu Allaha yaklaştıracak yolu bilmeye veya da mari-fetullaha ulaştıracak herhangi bir hususa sebeb veya vesiyle olduğu için şeref sayılmıştır. Bunun dışında kalan her bilgi bu kadar şerefi haiz değildir. ElKABIZ ElBASIT Ölüm anında varlıkların ruhunu kabz eden, hayat vereceği zaman onlara ruhları veren, zenginlerden sadakaları (zekatları) alan, fakirlere rızkı veren, zenginlere bolca ihsan da bulunan, fakirlerden rızkı kısıp onları darda bırakan, kalbleri kabz edip onları cemalinden mahrum bırakan, yahut kalblere inşirah verip lütfü ihsanına boğan hep Odur. TENBİH: Kullardan bu vasıflara mazhar olan o kişilerdir ki, kendilerine hikmetli sözler ve mükni bilgiler ilham edilmiştir. Bu ulvi istidat ve kabiliyetler sayesinde, insanların kalblerini, gönüllerini kah Allahın çeşitli nimetlerinden, bitmez ihsan ve lütüflarından söz ederek ferahlatırlar; kah Allahın Kibriya ve Celal sıfatlarından, düşmanlarına karşı reva göreceği çeşitli . azablarindan söz ederek onların kalplerini kabz ederler (yani daraltır ve sıkarlar..) Mesela; Allahın Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sel-lerh önce sahabenin kalbini ibadetten, Allah, kıyamet günü Ademe (A.S.) ateşe göndereceklerini gönder, diyecek.. Adem soracak: — Ne kadar Yarab? Allah, her bin kişiden dokuz yüz doksan dokuzunu, gönder, emrini verecek.. diyerek soğutmuştur. Onların kalblerinin kırıldığını ve ibadete karşı o-lan şevklerinin zayıfladığını görünce yeniden kalplerini yapmış ve şöyle buyurmuşlardır: — Siz, o gün, sizden evvel gelen ümmetlerin içinde beyaz öküzdeki siyah bir benek gibisiniz! ElHAFİD ELRAFİ Kafirleri, felakete duçar etmekle alçaltan; Müminlere saadetler bahş ederek yükselten Odur!
O, velilerini kendisine yaklaştırarak yükseltir; düşmanlarını kendinden uzak ederek alçaltır! Mahsusat (his edilenler) ve mütehayyilat (Hayal edilenlere) önem vermeyip, iradesini şehveti kamçılayan hususlardan arıtan kimseyi, şüphesiz ki mukarrep meleklerin yanına yükseltir.. Her kimde şehvetinin zebunu olur da hayvanlar gibi her şeyin zevk ve safadan ibaret olduğuna inanırsa onu da esfele saf iline alçaltır. (indirir). İşte bu güce sahib olan ancak Allahtır.. Çünkü O, hem Hafiddir, hem Rafi. TFNBİH : Kul, bu isimden şöyle istifade edebilir: Hakkı görünce kaldırır, batılı görünce yerin dibine indirir.. Bu da ancak, haklıya arka çıkmak, haksızı haksızlıktan menetmekle olur. Allanın düşmanlarını alçaltmak gayesiyle, onlara. saldırır; dostlarını da yükseltmek için yardımlarına koşar. Bazı dostlarına hitaben; Allah buyurmuştur: (Bu hadis, Hadis-i Kudsidir.) Dünyadaki zühdün kendi rahatlığın içindir; beni anlaman, benimle teşerrüf etmen içindir. Benim için, dostuma dost; düşmanıma düşman oldun mu? (sen ondan haber ver!) ElMUİZ ElMUZİLL Mülkü, dilediğine veren, dilediğinden alan şüphesiz ki Odur! Gerçek mülk, ihtiyaç zilletinden kurtulmakla, şehveti kırmakta, cehaleti bertaraf etmektedir. Herkimin kalbinden perdeyi kaldırıp Cemalini mii-şahade ettirirse ( kanaat nimetine gark ederek mahlukatından kimseye muhtaç bırakmazsa), kuvvet ve teyid bahşederek nefsine onu ezdirmezse, işte onu aziz kılmış ve daha dünyada iken ona mülkü vermiş olur. Ahiret-te de hiç şüphe yok ki onu kendisine şu ebedi: Ey it-minana ermiş ruh, dön Rabbine, sen ondan razı, o senden razı olarak. (1) hitabla yaklaştıracaktır. Kimi de gözlerini halkın ellerindekine diktirmiş ve onu aşın bir hırsa bürütmüş, azla kanaat etmez bir hale sokmuş ise onu zelil kılmıştır. (Ona kim karışabilir?) İşte bu Onün işidir. İstediğini aziz, dilediğin r-111 kılar.. BU zelil kişi şü İlahi hitaba maruz kalan kişidir. Fakat kendinizi, kendiniz yaktınız (hep müminlerin felaketini) gözettiniz. (İslam dini hakkında) şüphe ettiniz. Sizi kuruntular aldattı. Sizi o çok aldatan (şeytan veya dünya), Allaha karşı bile aldattı. Nihayet (işte) Allanın emri gelip çattı. (2) (1) El Fecr Suresi. 27. 28. ayetler. (2) El-Hadid Suresi. 14. ayet. Bu ne büyük zillettir yarab. Gerek dili ile ve gerekse eli iie aziz olma yolunu tutan kişinin bu vasıftan haz ve nasibi olmalıdır elbet. EsSEMİ Ne kadar gizli olursa olsun, O, her şeyi duyar. Hatta karanlık bir gecede, insiz bir kaya üzerinde sessizce,, yürüyen simsiyah karıncanın ayak seslerini bile işitir.. Hamd edicilerin hamdini duyar, mükafatlandırır, dua edenlerin yalvarışlarından haberi olur, dualarını kabul eder.. Duyar amma bizim gibi kulakla değil, yapar amma bizim gibi eli yoktur, konuşur amma bizim gibi dille değil.. O bütün insanlarda olan aza ve hadisatın her şeyinden her çeşitinden münezzeh ve müberradır. Bizim gibi alet ve edevattan münezzeh kıldığımız zaman anlarız ki, Onun duyuşu bizimkine benzemez, bambaşkadır.. Duyuşu sonsuzdur. Bu hususu ince düşünmeyen kişi, teşbih gibi, af-vedilmeyeeek bir hataya düşebilir.. Onun için çok düşünmelisin ve pek dikkatli olmalısın. TENBİH : His (duyma) yönünden, kulun bu sıfattan nasibi vardır lakin kısadır. Çünkü o, bütün duyulan şeyleri idrak edemez (duyamaz) o ancak yakın olan sesleri duyabilir. Sonra duyu organı her zaman hastalanabilir.. Ses gizli olursa duyma kabiliyeti hemen hemen işe yaramaz. Ses uzakda olursa hiç duyamaz. Ses çok ve son derece tiz ve gürültülü olursa büsbütün duyusunu kaybeder. Yahut ona bir halellik gelir de duyamaz olur.. Bu vasıfdan kulun alacağı dini haz iki çeşittir: 1 — Allahın herşeyi duyduğunu ve Allaha gizli kapaklı hiç bir şey tasavvur edilemiyeceğini bilir ve ona göre dilini muhafaza eder kötü niyet ve teşebbüslerde bulunmaz.
2 — Kendine kulağın yalnız Allah kelamını dinlemek için verildiğini bilir.. Allahın kitabını dinler, ondan istifade eder, Allana ulaştıracak hidayet yolları bulmak için canla ona sarılır. ElBASİR Herşeyi gören, yerin altındakileri de, üstündekileri I de hülasa bütün kainatı gören Odur! Onun gözleri bizim gözler gibi değildir. Yaratmış olduğu insan ve hayvan ve sair eşyanın gözleri gibi olmaktan münezzeh ve müberradır. İş böyle olunca Onun görme sıfatı en mükkemmeldir. Noksan Sıfattan tamamen beri ve azadedir. TENBİH : Kulun bu vasıfdan hazzı meydanda. Lakin (yukarıda arz ettiğimiz gibi) kulun görmesi zayıftır.. Çünkü I uzağı görememektedir. Hatta çok yakınında ve içinde olan çöpü de, gözünü döndürüp göremez. Kul ancak yakında görünen ve aydınlıkta olan şeyleri görebilir. Karanlıkta olanları da göremez.. Kulun bundan istifade edebileceği dini fayda iki şeyden ibarettir: 1 — Onun gözlerini Allah yaratmıştır, Allanın a-yetlerini, melekuttaki akılları durduracak garaip ve acayiplerini, gökteki çeşitli ayetlerini görmesi için.. Tabii bunlara bakışları ders ve ibret almak için olmalıdır.. İsa Aleyhisselama sordular: — Mahlukat arasında senin gibisi var mıdır? — Kainat bakışı ibret, sükütü tefekkür, sözü de zikir Olan kişi benim gibidir. Cevabını aldılar. 2 _ Şunu iyi bilmelidir ki, onu Allah görmekte ve yaptıklarını bilmektedir. Yaptığı kötülükleri Allahdan başkasından gizleyip de Allahdan gizlememek Allahın murakabesini hiçe saymaktır. Cenab-ı Hakkın bu sıfatını bilmek ve ona göre hareket etmek, imanın verimli semerelerinden biridir.. Allahın; kendisini mürakebe ettiğini bildiği ve gördüğü halde, bile bile masiyete yaklaşan kimsenin cesaretine diyecek söz yok doğrusu! Allanın, kendini (yaptıklarını) görmediğini zannederse küfre girmiş olur. ElHAKEM Gerçek ve tam manasiyle hükmeden Odur! Onun verdiği hükmü kimse bozamaz, (niçin böyle hüküm verdin diye?) Ona kimse soramaz. Onun kullan hakkında verdiği hükümlerdendir: Hakiykaten insan için kendi çalıştığından başka (bir şey) yoktur. Hakiykaten çalıştığı ileride görülecek.. (1) İyiler hiç şüphesiz Naim (cennetin) de, kötüler ise elbette alevli ateştedirler.. (2) İyilik saadete, kötülük ise şakavete sebeb olur. Zehir ile ilaç gibi.. Biri öldürür, diğeri ölecek durumda o-lan hastalan iyileştirir. Mademki hikmetin manası, sebebleri düzenleyip müsebbebata yöneltmektir. Öyleyse o, mutlak hikmet ve hüküm sahibidir. Zira özet olarak da ve tafsilatlı olarak da bütün sebebleri yaratan ve onlara yön veren Odur! Kaza ve kader de Allahın hükmünün birer neticeleridir.. (Yani bunlar da ilahi hükümden meydana gelmişlerdir..) Onun tedbiri, sebeblerin, müsebbebata tevcih edilmesi, yer, gökler, gezegenler ve diğer belirli zamana kadar hareket edecek eflaki tedvir etmesi babında bir e-sastır. Kazası şu Ayette belirttiği gibidir: Bu suretle onları, yedi gök olmak üzere iki günde vücuda getirdi. Her gökte ona ait emri vahyetti. (3) Bu sebeblerin tevcihi, ondan doğacak Müsebbeblere doğru yavaş yavaş, belirli ölçülerde hareket ettirmektir.. İşte bu da Onun kaderidir.. Demek ki, hüküm ilk külli tedbir (göz açıp yumun-caya kadar zaman alan) ilk emirdir. Kaza; daimi ve külli sebeblerin külli olarak vazıdır, (konulmasıdır). (1) En-Necm Suresi. 29, 30. ayeüer. (2) El lnfitar Suresi. 13, 14. ayetler. (3) Fussilet Suresi, 12. fiyet. Kader ise; Külli sebebleri, takdir ve hesab edilmiş hareketlerle, yine ne fazla ve ne de noksan olan, belirli bir ölçüde olan müsebbeblere doğru yöneltmekten ibarettir. Bu sebebledir ki, varlıkda (Kainatta) ceryan e-den hadisat hep onu kaza ve kaderiledir.. Bunu bir misalle anlatmağa çalışalım:
Belki namaz vakitlerini bildiren zaman sandığını (2) görmüşsündür. Belki de görmemişindir. Sana anlatayım: Bu sandığın yapılması için önce üstvane (direk) şeklinde içinde biraz su bulunduran bir alet gerekmektedir. Suyun üstüne konulmuş başka içi boş bir aletin, de bulunması lazımdır. Bir tarafı bu alete diğer tarafı üstüvanın üstüne-konmuş küçük bir kaba bağlı bir ip bulunacaktır. O küçük kapda bir yuvarlak top ve altında da tas bulunacak. Top düşünce, tasa (Kaseye) vuracak ve bir ses çıkaracak. Sonra üstüvane dediğimiz aletin altından, belirli ölçüde azar azar su inmesi için bir delik açılacak. Su alçalmca, su yüzünde olan içi boş alet de alçaiacak. Bu suretle kendisine bağlı olan ipi çekecek topun bulunduğu aleti harekete geçirecek öylesine harekete geçirecek ki, topun tasa vurmasını sağlıyacak. Tasa düşecek ve Tan! diye ses çıkaracak. Her saatin sonunda bir düşecek. İki düşüş arası, suyu çıkış ve alçalışı ile hesabianıp takdir edilecek. Bu da tabii ki, suyun boşandığı deliğin genişliğini hesablamakla olacak ki bxx ancak hesab yolu ile bilinir. Suyun, belirli bir ölçüde inmesine bir sebeb olma(1) Bir nevi saat. lıdır ki bu deliğin belirli genişlikte açılmasını sağlasın. Bu sayede suyun üstünün alçalması o ölçüye göre olur. O sayede içi boş aletin alçalması ve her iki tarafı hareket ettirecek ipin çekişi ölçülebilir. İşte bütün bunlar çoğalıp azalmıyan bir ölçü dahilinde olmaktadır: Topun tasa düşmesi diğer bir harekete sebeb oluyor, diğer hareket de üçüncü bir harekete sebeb oluyor.. Bunları acayip, ölçülü hareketler takip ediyor.. Bunun birinci sebebi suyun belirli miktarda inmesidir. Şimdi şu anlattığımı bir düşünürsen. Bu sandığı icad eden kimsenin üç şeye muhtaç olduğunu anlamakta güçlük çekmiyeceksin: 1 — Tedbir: Arzu edilen şeyin meydana gelmesi için, alet ve sebeblerden nelerin icab ettiğini düşünmek. İşte bu, hükümdür! 2 — Bu sandığın esasını teşkil eden yukarda isimleri geçen aletleri edinmek. İşte buda Kazadır. 3 — Sonra bu aletleri yerli yerine koymak ve her aletin vazifesini yürürlüğe sokmak.. Bu suretle o alet çalışır. Açılan delikten su dökülür, o su, suyun hareketini sağlar, o da su yüzünde olan içi boş aletin hareketini temin eder. O da ipin hareketini, ip de topun bulunduğu kabın hareketini, temin eder. Böylece top tasa düşer ve bir ses çıkarır. Bu ses halk tarafından duyulur, namaz vaktinin geldiğini anlarlar, namazlarına koşarlar. İşte bütün, bunlar, belirli ölçü dahilinde olur. İşte buna (kadar) denilir. Bu misalimizi iyice anladıktan sonra, şimdi şunıv da iyi anla: Allah tarafından takdir edilmiş ve belirli bir ölçü verilmiş hadiseler de böyledir. Bir santim ne ileri gider, ve ne de geri kalır, Allah nasü takdir ve tayin etmiş ise öyle olur. Her şeyi belirli bir ölçüdedir. Şurası da bir gerçektir ki, Allah işini bilmiş ve her şeye belirli bir ölçü vermiş de öyle yaratmıştır. Gökler, felekler, yıldızlar, yer, deniz, hava ve kainattaki o muazzam cisimler, tıpkı o aletler gibidir. Bütün feleklerin, yıldızların, yerin, göklerin, güneş ve ayın hareketi bir hesaba bağlıdır. Tıpkı, suyun belirli bir ölçüde dökülmesini sağlayan delik gibi.. Güneş, ay ve yıldızlardaki hal ve hareketin, yeryüzünde bazı hadiselere sebep olması yukanki misalde geçen su hareketinin, üstteki topun düşmesine sebep olması gibidir. Gökteki varlıkların hareket etmesinden meydana gelen olaylar malum.. Mesela bugün çıplak gözle baktığımızda güneşin hareket edip doğuya gelmesiyle bütün dünya aydınlığa boğulmakta ve herkes işine gücüne gitmektedir. Batıya gidip batınca da her tarafı karanlık basmakta ve herkes evine çekilmektedir. Belirli bir menzilde olduğu zaman da havalar ısınmakta, meyveler olgunlaşmaktadır. Oradan başka yöne çekilince bu sefer, kış gelmekte soğuk artmaktadır. Ortalara gidince bu defa da ilkbahar başlar, her tarafı yeşillik kaplar. Bu bilinen şeyler.. Ya bilmediklerimiz?! Akıllara durgunluk, kalbe heyecan veren nice hadisat vardır ki bilgimizin çok ötesine düşerler. Mevsimlerin değişmesine ne dersin? (Tesadüf eseri midir?) Hayır; onlar da Allahın takdiri ile değişmektedirler. Onların değişmesindeki ölçü de belirlidir. Güneş ve Ayın hareketine bağlıdır (1). İşte ayet: Güneş de, Ay da hcsabladır. (2) Yani onların hareketleri de belirli bir hesaba bağlıdır. (Öyle kendiliklerinden tesadüfi hareket etmezler. ) İşte bu takdirdir, (Kaderdir). Külli sebeplerin vazı ise Kaza, birinci tedbr ise Hükümdür. İşte bütün işlerin böyle olmasında, Allah adil bir hüküm ve hizmet sahibidir.
Nasıl ki, az evvel arzettiğimiz misaldeki aletler, yapıcısının, iradesi, dışına çıkamazlar, onun istediği gibi çalışırlarsa, işte kainatta vukua gelen bütün hadisat iyi-kötü, faydalı – zararlı ne varsa; bütün bunlar Allahın iradesi ile olmaktadır. Onun için sebeplerini iyi anla. (İşte onları bunun için yaratmıştır!) kavlinin manası budur! Allahın işlerini adi misallerle anlatmak güç bir şeydir.. Misaller, teşbih için verilir.. Öyleyse sen misali bırak, maksuda karşı uyanık ol, her türlü temsil ve teşbihden uzak dur. TENBİH : Yukarıdaki misalden, tedbir, kaza ve hükürn babında kulun faydalanacağı hususları anlamış bulunuyorsun. Bu, kolaydır. Asıl güç olan iş; nefisle mücadele (1) Gazali bu sözü zamanımızdan dokuz asır evvel söylemiştir, liugiin itmen de sabit olan bu hususun o zaman bilinmesine ve bu gerçeklerin Avrupada ancak zamanımızdan dört asır evvel kabul edilmesine okuyucularımızın dikkatini çekeriz. (2) Erralıman Suresi, 5. ayet. etmek, din ve dünya İşlerini yoluna sokmak için gerekil: olan isabetli hareketleri tayin etmektir.. Cenab-ı Hak, sırf nasıl hareket edeceklerini görmek için kullarını yeryüzüne, bunun için istihlaf etmiştir. Dini bakımdan kulun bundan istifade edeceği hakikat şudur: Allahın dediği ve dilediği ne ise o olur. Kul buna böylece inanmalıdır. Olan, vaktiyle ne takdir edilmiş ise odur. Mutlaka1 olacaktır. Bunun önlenmesi imkansızdır. Öyleyse üzüntü boşunadır. Kulun yapacağı şey, rızkını gayet vakar ve sükunet içinde, endişeye kapılmadan, telaşa düşmeden aramasıdır. Biz bu anlattıklarına göre, iki müşkülle karşı karşıya kalıyoruz: 1 — Üzüntü, neye boşuna olsun. O da diğerleri gibi mukadder değil midir? Madem ki mukadderdir, mutlaka olacaktır! 2 — Madem ezelde ne takdir edilmiş ise o oluyor, öyleyse çalışmak neden? diye sorarsan, cevabımız şöyledir: Bizim üzüntü boşunadır, dememizden kasdımız o mukadder değildir anlamı taşımaz. Çünkü biz diyoruz ki, üzüntü makdur olan şey! önlemez. Çünkü olacak bir şeye üzülmek, serapa cehalettir. Çünkü olacak şeyi eğer olacaksa ondan kaçınmak ve ona karşı üzüntü duymak, onu önlemez. Bu henüz acı ile karşılaşmadan, acının geleceğinden korkmak gibi bir şeydir.. Olacak şey şayet mukadder değilse, o zaman üzülmenin hiç ma-nasıl kalmaz.. İşte bu iki cihetten üzüntünün boşuna olduğunu söylemiş olduk. Çalışma meselesine gelince: Bunun cevabını Peygamber Sallailahü Aleyhi ve Sellemin şu mübarek hadisi vermiştir: Çalışın, her biriniz kendisi için yaratılan şeye mü-jesserdir. (1) Bu hadisden şu kasdedilmiştir: Kendisine mutluluk takdir edilen kimseye bu mutluluk mutlaka bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir. O sebepleri elde etmek, kul için zor değildir: İtaat etmek suretiyle elde edebilir. Kendisine bedbahtlık takdir edilen kişiye de bu, bir sebebe mebni olarak takdir edilmiştir ki o sebep hiç şüphe yok ki tembelliğidir. Belki tembelliğine sebep şöyle bir düşünce olabilir: Ben mutlu olacaksam, zaten çalışmaya lüzum yok, mutsuz olacaksam, zaten mutsuz olacağım ne diye çalışayım? Bu düşünce tarzı sakattır.. Çünkü böyle düşünen; bilmiyor mu ki, mutluluğu, ilim ve amel sayesinde gerçekleşiyor.. İlim ve ameli elde edemezse bilmelidi ki bu, onun mutsuz olmasının bariz bir alametidir.. Buna bir misal verelim: Mesela, imamet derecesinde bir fakıh olmak isteyen kişiye, çalış, ilim tahsil et denir. O da: — Eğer Allah ezelde benim imamlığımı takdir etmiş ise çalışmama ne lüzum var? Yok eğer cahil olmamı takdir etmişse, zaten cahil olacağım, çalışmak bana ne gibi bir fayda sağlayabilir? diye mukabele eder. — Sende bu fasid fikir hakim olduktan sonra mesele yok, zaten ezelde senin cehaletin takdir edilmiştir. Çünkü ezelde imamlığı takdir edilen kişi, —buna ancak sebeplerine tevessül etmekle ulaşılacağını bildiği için — esbaba tevessül eder ve üzerinden durmadan tembellik ve miskinlik telkin eden o yanlış düşünceyi atıverir. (1) Bıı hadisi Taberani. Kehirdr, tbni Abbas (R.A.) ile İmran bin Hüsryn (R.A.)dcn rivayet etmiştir.
Demek ki, çalışmayan imamet derecesine kati surette ulaşamamaktadır. Çalışan ve sebeplerine tevessül eden kişinin ise, önüne bir engel çıkmadıkça, doğru yoldan yürüdükçe, mutlaka imamlık derecesine yükseleceğine katiyetle hükmedebiliriz.. İnsanoğlu şunu da iyi bilmelidir: Kişi, saadete ancak selamet bulmuş bir kalble vasıl olabilir. Kalp selameti; nefsin tezkiye ve yetiştirilmesi çalışmakla elde edilir. Evet, hükmü müşahede babında kullar derece derecedirler: Kimi işin sonunu düşünür, acaba nasıl olacak sonum diye.. Kimisi önünü acaba ezelde hakkımda ne takdir edildi, diye düşünür. Bu, bir öncekinden daha iyidir. Çünkü, işin sonu önüne, yani ezelde ne takdir edilmişse ona bağlıdır. Kimisi de ne maziyi ve ne de geleceği düşünür: İşte bu anın adamıdır, Allahın kaza ve kaderine razı olmuştur. Allah tarafından ne gelirse gayet rahatlıkla onu kabul etmiştir.. Bu ise, önceki ikisinden daha iyidir. Kimisi de var ki: Ne hali, ne geçmişi, ve ne de istikbali düşünür. Kalbi ilahi hükme gömülmüş ve devamlı şu-hud halindedir. İşte en üstün derece budur. elADL Bunun manası adil (Adalet sahibi) demektir. Adalet sahibi demek, kimseye zulüm etmeyen, yaptığı işi adil yapan, verdiği hükümde adaletten ayrılmayan demektir.. Adil, ancak adaleti ile tanınır. Adalet ise yapılan, işte tecelli eder. Allah hakkında bu vasfı anlamak isteyenin, her şeyden önce yedi kat gökten al da, ta yerin dibine kadar olan varlıklarda cereyan eden Allahın işlerini iyice bilmesi gerekir. Allahın yaratmış olduğu mahlukatta hiç bir kusur göremeyince, tekrar bakar yine kusur göremez, yine bakar bu sefer yine kusur göremez. Çünkü Allahın güzel ve noksansız yarattığı kainatın, göz kamaştırıcı nizam ve intizam içinde olduğunu görünce adeta şaşkına uğrar, ne yapacağını, ne diyeceğini bilmez bir hale gelir.. Ancak o anda Allahın adaletinin bir çok anlamlarından belki bir kaçını anlamış olur.. (Allah), mevcudatı, ruhani ve cismani olmak üzere başlıca iki kısımda yaratmıştır. Yarattığı yaratıkların hakkını tam manasıyle vermiş, yerli yerine yerleştirmiştir. O, bu itibarla cevad (son derece cömert) olmuştur. Sonra onları gayet güzel ve göz alıcı bir şekilde tertip ve tanzim etmiştir. İşte bu itibarla da O, adil (adalet sahibi) olmuştur. Yer, su, hava gökler, yıldızlar, kainatın büyük cisimlerinden sayılırlar. Allah, bunları yaratmış ve gayet mükemmel bir şekilde nizam ve intizama sokmuştur.. Yeri (toprağı) en alta koymuş, onun üzerine de suyu koymuş, suyun üzerine de havayı, havanın üzerine ise gökleri yerleştirmiştir. Bu tertip tersine olsaydı dünyanın nizamı altüst olurdu. Bunun izahı herhalde biraz güç olacak; onun için halk (Avam) seviyesine inelim, de şöyle izaha çalışalım: Kişi önce kendi bedeninebaksın: O beden, tıpkı kainatın çeşitli cisimlerden meydana geldiği gibi,çeşitli azalardan meydana gelmiştir. Mesela insan vücudu, kemik, et ve deriden teşekkül etmiştir. . Allah evvela kemikleri yaratmış ve1 ona et giydir-miştir, sonra cildi (Deriyi) ete giydirmiştir. Bu, böyle olmayıp da tersi olsaydı ne olurdu? İnsan vücudunda görünen şu muazzam nizam ve intizam kalır mıydı? Bu misali anlamakta güçlük çekiyorsan sana bir misal daha vereyim: İnsan için çeşitli azalar yaratılmıştır. El, ayak, göz, burun ve kulak v.s. Cenab-ı Hak bu azalan yaratmakla Cevab (son de-ece cömert) olmuş, ve bunları yerli yerine koyup yerleştirmekle de son derece adil olmuştur. Çünkü O, gözü bedenin en münasip yerine koymuştur. Eğer onu kafanın üstüne veyahut ayağın üstüne yada elinin üstüne veyahut başının tepesine koysaydı, çok çirkin bir manzara arz ederdi ve devamlı olarak tehlikeye maruz kalırdı. Elleri de omuzlara asmıştır. Ya onları kafada, yahut dizlerin üstünde yaratsaydı, arz edeceği çirkinlik yüzünden ona bakılabilir miydi. Havassı Hamseyi (beş duyuyu) da başta yaratmıştır. Çünkü bunların her birerleri casusluk vazifesini görürler, Bunlar üstte değil de yanda veyahut alt kısımda yaratılmış olsalardı bir şeye yararmıydıiar. Her azayı böyle şerh edecek olursak konu uzar. Onun için şuna dikkatini çekerim: Allah her azayı yerli yerine yaratmıştır. Eğer yerli yerine değilde, biraz sağda veya solda, aşağıda veyahut yukarıda yaratılmış olsaydı, yetersiz, yahut boş, veya da çirkin olurdu.. Hatta bakılmıyacak kadar kötü bir manzara arz ederdi. Burunu görmüyor musun: yüzün tam ortasında yaratılmıştır. Ya başta veyahut alında, yahut da yanakta yaratılmış olsaydı nasıl olurdu acaba?. Ondan Eklenilen faydayı verebilir miydi?.
Allanın hikmetini idrak etmeye biraz daha gayret edebilirsin: Bak güneşi dördüncü kat gökte yarattığı zaman, beyhude yaratmamıştır. Çünkü O, bütün gökler arasında bir vasıtadır.. Onu gerçekten tam yerinde yaratmıştır. Lakin ne var ki sen onun hikmetini anlayamıyorsun! Çünkü Semavot ve yer hakkında pek az tefekküre sahihsin! Eğer onlara, hakkjyla bakabilsen,onlarda görecek olduğun acayip ve garalp-likler, bedeninde gördüklerini unutturur. Ah keşke kendi şahsında bulunan hikmetleri anlamayı tamamlasaydın da Afak-ı Semaya bakabilsey-din! İşte o zaman şu ayetin sırnna mazhar olanlardan olurdun: Gerek afakda, gerek kendi nefislerinde ayetlerimizi yakında onlara göstereceğiz. (1) Sonra, sen nerde, şu ayeti kerimenin sırrına nail lmuş kişi nerde: Biz İbralıimc, kesin ilme erenlerden İması için göklerin ve yerin büyük mülkünü de öylc-:e gösteriyordnk. (2) Bütün emeli ve gayesi dünya olan, hırsın koleleş-lirdiği kişiye, gök kapıları açılır mı hiç. O. ismi öğretecek başlıca yolu anlatan bir işaret-en ibarettir. Tam manr iy. – vçıklayanak olursak cild-jerle kitab yazmak gerekir. Bütün isimlerin manaları da böyledir. – Onlar da ıöyle izah ve şerh edilir. – Çünkü isimler, fiillerden tü-Iediği için, fiiller anlaşılmadan izah edilemez! Allahın varlıktaki efali tam manasiyle bilinmeden isimleri tam manasiyle anlatılamaz. Çünkü Allah fiilleri sonsuzdur! Ama mücmel olarak, kul bu isimlerin manalarını bilebilir. Bilgisine göre de bu isimlerden nasibini alır. Bu uzun uzun bahs edilmesi gereken bir mevzudur. Bu kitabın gayesi ise, sadece kişiye bir anahtar vermektir.. Cenab-ı Hakkın bu isminden kulun istifade edebileceği husus şudur: Herşeyden önce Kul, şehvet ve gadabını, akıl ve dine hizmetçi etmelidir. Eğer aklını, şehvet ve öfkesine esir edip de onların (Şehvet ve öfkesinin) dediğini yaparsa, adaletten ayrılmış ve kendi nefsine zulmetmiş olur. Bu kendi nefsi hakkında riayet etmesi gereken bir adalet anlayışıdır. Tafsilata gelince: Şerİ Şerifin çizdiği hududları aşmamakla adalete riayet etmiş sayılır. Şayet İlahi hududları aşarsa, hemcinsine karşı haksızlık ederse, o takdirde adaletten ayrılmış ve zulm etmiş demektir.. Sahibi bulunduğu her azaya karşı adaletine gelince; onları yerli yerinde yani Allahın emr ettiği şekilde kullanmaktır! Eğer söz sahibi bir kimse ise,, çoluk çocuğuna ve balkına karşı nasıl davranması icab ettiği meydandadır, izaha ]ı_V?U!T. yG tlir. Çokları zanneder ki, zülüm başkalarına eziyet etmekten; adaietse başkalarına yardım elmek ve onlara iyi davranmaktan ibarettir.. Oysa durum hiç de sanıldığı gibi değildir. Çünkü bir melik (idareci), silah, para, kitaban meydana gelen mallarını taksim ederken, biicun paralan zenginlere, kitabları askerlere, si-lahAarı da alimlere verse, belki böyle yapmakla faydalı bir iş yapmış olur, Lakin verdiği şeyler yerini bulmadığı için, yani taksimatı icab ettiği şekilde yerli yerine yapmadığı için adaletten ayrılmış olur. Bunun tersi, hastalara acı ilaçları vermekle iyileştirir, canileri de bir ceza vermek suretiyle öldürürse onlara belki eziyet etmiş olur. Fakat adaleti de yerine getirmiş olur. Çünkü yaptığı işler haksız değil, bil-akis Hakkın ve adaletin gerektirdiği işlerdir.. Din yönünden. kulun bundan istifade edebileceği hususa gelince: Herşeyden önce kulun, Allahın, yaptığı bütün işlerde, hükümlerinde, emir ve yasaklarında adil olduğuna inanması gerekir. Allahın emirleri, ister kendi isteklerine uygun, ister uymasın. İster kendi menfa-atieriyle bağdaşsın, ister bağdaşmasın.. Allah mademki emretmiştir, doğrudur. Onun emrini yerine getirmesi lazımdır. Madem ki yasak etmiştir yine doğrudur onun yasaklarından uzak durması lazımdır.. Allahın emrine sarılmazsa, mutlaka zarara girmiş olur. Çünkü o, Allah kadar bilemez. Onu, Rabbi kendisinden daha iyi bilir. Nitekim kanının alınması gerekli olan bir hasta, acıya dayanamam diyerek kan aldırmaktan imtina ederse, bu acıdan daha büyük zararlara girmiş olur.. İşte kulun, Allahın yaptığı bütün işlerde haklı ve adaletli olduğunu bilmesi ve buna böyle inanması gerekir. Çünkü iman, inkarı kökten keser, zahiren bütün itirazları süpürüp atar.. Kişi, zaman ve feleğe kabahat yüklememekle mükelleftir. (İşte ne yapalım bu yaptıklarımız zaman icabı.. Zalim felek geldi de bizi mi buldu?) gibi sözlerle zamanı ve feleği suçlamak – ki bu zamandaki insanlarını ekserisinin yaptıkları gibi-bir cehalet örneğinden başka bir şey değildir. Kul şunu iyi bilmeli ve aklına koymalıdır ki, herşey bir sebebe bağlıdır. O şekilde tertiplenmiştir. Allah tarafından nasıl tertip edümiş ise öylece vuku bulmaktadır. Allahın tertibinde haksızlık olamaz, Allanın her dediği doğru ve her yaptığı da adildir.
ElLATİF Bu isme ancak, maslahat ve menfaatlerin gizli tasarruflarını, herkesin anlayamayacağı inceliklerini bilen ve o menfaatleri yumuşak bir eda ile hak edenlere ulaştıran müstahak olur. Fiilde rıfk (yumuşaklık), ilimde lütuf bulunursa işte lütfün manası tamamlanmış olur. Gerek fiil ve gerekse ilimde bunun kemali (Mükemmel olması) ancak Allah için mevzubahis olabilir. İnceliklere, ince olandan daha ince olan şeylere Allahın vukufu bilinen bir şeydir. İzaha lüzum yok. Gizli ve kapalı olan hususlar, Ona göre apaçık meydanda olan hususlar gibidir. Arada en ufak bir fark yoktur. Yaptığı işlerdeki nfkı ve lütfuna gelince, bu da sonsuzdur. Allahın efaldeki rıfk ve lütfunu ancak, Allahın yaptığı işleri tam manasıyle bilen kişi bilir. Bizde o bilgi nerede?. Cenab-ı Hakkın bu isminin (Latif İsm-i Celilinin) manasını kul, yukarıda arz ettiğimiz gibi, ancak bilgisi miktarınca anlayabilir.. Bunun izah ve şerhi de hayli vaktimizi alacağı gibi, büyük ciltli kitaplara da sığdıranlayız. Onun için bazı rhühim yerlerine işaret etmekle yetineceğiz: Allahın lütuflarından birisi de, anne karnında Çocuğu karanlıklarda yaratması, onu (bir zarar gelmeden) hıfz etmesi, doğuncaya kadar, gıdasını göbeği va-sıtasıyle almasını temin etmesi, doğduktan sonra ağzı ile yemesini öğretmesidir. Ona o ilhamı vermeseydi çocuk doğar doğmaz annesinin memesini emmeyi nasıl ve nereden bilecekti. Çocuk gecenin zifiri karanlığında doğsa bile yine memenin yerini bulup emer. Kuluçkadan yeni çıkan civcive yerden taneleri toplama ve yeme kabiliyetini kim ihsan etmiştir! Belirli bir zamana kadar, rahatça meme emebilmesi için, yavrunun ağzını dişsiz yaratan, sonra rahatça yemek yiyebilmek ve yediğini serbestçe öğütebilmek için inci gibi dişleri ona takan kimdir? (Bunlar hep Allahın birer lutfu ve ihsanı değil de nedir?) Ağızdaki dişlerin taksimatına dikkat ettiniz mi hiç? Bazıları, rahatça öğütebilmek için geniş, kimisi kırmak için azı olarak, kimisi de kesmek için sert ve keskin olarak yaratılmıştır! (Bunlar kimin lutfudur?) En büyük gayesi konuşmak olan dilin bile. yemekteki faydası akla durgunluk verecek niteliktedir. Ağzımıza aldığımız tek bir lokmayı inceleyecek olursak, onu ne kadar rahatlıkla aldığımız hemen anlaşılır. Ya onun meydana gelmesindeki çalışmalar: O, önce ekilmiş, sonra biçilmiş, daha sonra öğütülmüş, pişirilmiştir.. Bunlar zor şeyler değil mi? Ya yemesi? (İşte bunda bile Allahın lutfunu görmek güç değildir. ) Demek ki, Allah, tedbir ve takdir bakımından Ha-dm (Her şeyi yerli yerine yaratan mutlak hikmet ve ıüküm sahibi olan), onları meydana getirme yönünden rCevat (ziyadesiyle cömert), onları tertip etme bakımından Musavvir (şekillendirici), her şeyi yerli yerine koyması cihetinden Adi (Adil), nfk ve mülayemetin en ince cihetlerini terk etmeksizin kullarına lütufda bulunması bakımından da Latifdir. Allahın efalini tam manasıyle bilmeyen insanoğlu, bu isimlerin manalarını hakkıyle nasıl bilebilir? Allahın kullarına karşı lütuflarından birisi de; onlara, güç ve takat getirmedikleri herhangi bir vazifeyi tahmil etmemesidir. Yine Allahın lutfu icabıdır: Kısa bir ömür içinde onlara ebedi saadeti elde etmek imkanına kavuşturmuştur.. Tertemiz- ve taptaze süt, çok değerli ve kıymetli cevherler, bal ve ipek gibi insanların faydalandıkları şeyler nereden gelmiştir düşündünüz mü? Ya insanın, tiksinti duyulan bir nutfeden meydana gelişine ne buyurulur? Mebdei bu olan insanoğlunun, ilim, marifetle teçhiz edilmesi, emanetin ona tahmil edilmesi, semavat ve melekutunun ona gösterilmesindeki sır ve hikmet, gerçek manada düşünülüp incelenirse, bütün bunların Allahın sayılmayacak kadar çok olan eltaf-ı Sübhanisinin birer parçası olduklarını anlamakta (doğru söyleyin!) güçlük çekilir mi? TENBİH : Bu isimden kul şunu elde edebilir: Allah yoluna çağırırken, Allah kullarına, karşı gayet yumuşak davranır, onlara karşı şiddet tavırları takınmaz, taassup yolunu seçerek onlan rencide etmez, hakkı kabul ettirme, doğru olana ikna etme usullerinin en iyisini seçer. Lütuf usullerinin en iyisi, salih amel, Allahın rızasına uygun hareketlerle, tam bir ihlas içinde Hakka koşmaktır.. Bu, süslü lafızlar söylemek ve laf ebeliğini yapmaktan daha iyi ve daha tesirlidir. cHIABtlt
O, öyle bir varlıktır ki, en gizli haberler bile, Onun malumu olur. Yerlerde, göklerde olup bitenlerden haberdardır. Hareket eden veya hareketsiz duran (giden, gelen) her şeyden Onun haberi vardır. Bu itibarla Allahın bu ismi aynı Alim (ziyadesiyle bilen) manasında olmuş olur. Ancak şu farkla: İlim, gizli ve batmi şeylere izafe edildiğinde o ilme Hibre (Haberdar olma), sahibine de Habir (Tam manasıyle haberdar) denilir.. TENBİ1I : Kulun bundan hazzı şu olabilir: Kul kendi aleminde cereyan edenleri bilmelidir. Kulun kendi dünyası hiç şüphe yok ki, kalbi ile bedenidir. Kalpte çöreklenen gizli şeyler de; kin, hıyanet, gış, dünyaya karşı aşın temayül, kötüyü gizlemek, iyiyi desırf gösteriş için izhar etmek gibi köksüz İlişlerdir.. İşte kendini bilen ve kendi iç dünyasından haberdar olan, kişi, iç aleminde cereyan edenlerden haberdar olur ve ona göre kollarını sıvar da olanca gücü ile o hislerle mücadele eder. Sırtlarını yere getirinceye kadar bu mücadeleyi elden bırakmaz. Bu suretle o kul, bu isme layık olur. ElHALİM O, kullannm isyanını, onların kendi emrine muhalif olan davranışlarını görür, bilir de öfkeye kapılıp hemen onları cezalandırmaya kalkışmaz. Onları yerden yere çarpmaya iktidarı olduğu halde onlara karşı Halım olur. Yoksa, insanları masiyetlerinden dolayı cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden bir tek canlı varlık bırakmazdı. Eğer Allah, insanları kazandıkları (günahlar) yüzünden (hemen) muahaza etseydi, (yerin) sırtında hiç bir canh mahluk bırakmazdı. (1) TENBİH : Kulun bu isimden istifade edeceği şey meydanda..-Hilim, kulun en güzel huylanndandır. Onun için genişçe izahına lüzum yoktur. ElAZİM Şunu iyi bil ki: (Azim) kelimesi ilk vazedildiğinde, cisimlere itlak edilip şöyle denilmiştir: Bu cisim büyüktür. Şu cisim bundan daha büyüktür.. Cisimlere göre tabii.. Büyük olan cisme büyük, ondan daha büyüğü görüldüğünde onun hakkında daha büyük cisimdir, tabiri kullanılmıştır. (1) Falır Suresi. 45. ayet. Sonra bu büyüklük, gözün çevreleyebileceği kadar olur, çevrelemiyeceği kadar olur. Yer, gök gibi. Mesela bir fil için (Fil büyüktür, bir dağ için de bvr dağ büyüktür) deriz ve göz onun büyüklüğünü çevreleyebilir. Ama yer (dünya) büyüktür dediğimizde göz onu ihata edemez. Gök de öyle. Çünkü bunlar gözlerin göremeyeceği kadar büyüklüğe sahiptirler. Sonra gözlerin görüp idrak ettiği şeyler de kısım kısımdır. Akılların künhünü (Hakikatim) idrak edebilecekleri vardır, idrak edemiyecekleri vardır. . İşte akılların künhünü idrak edemiyeceği, bütün büyüklerin ötesinde olan en büyük, ihatası imkansız olan Mutlak Büyük Allahtır. Bunun açıklaması birinci bölümde geçmiştir. TENBİH : İnsanlar arasında bu sıfata haiz olanlar, Peygamberler ve alimlerdir. Kişi, bunlardaki büyüklüğü bilmiş olsa, onların heybetinden kalbi titremeğe başlar, sinesine sığmaz olur. Ümmetine karşı Peygamber, müridine, karşı şeyh,, talebeye karşı hoca büyüktürler. Ne yazık ki, bazı kısa görüşlü olan insanlar bir türlü bunu kabul etmemektedirler.. Eğer büyüklükte ümmet, peygambere, mürid şeyhe, talebe de hocaya eşit olsaydı büyüklüklerinin manası kalmazdı. Allahdan başkasına izafe edilen her büyüklük hiç şüphe yok ki, küçüklüktür. Çünkü o (insan) mutlak azim değildir. Ancak kendisinin dününde (kendinden aşağı) olan kişilere izafetle (nisbetle) büyüktür. Allahın büyüklüğü böyle mi ya? O, mutlak azimdir. (Kayıtsız şartsız büyüktür), Onun büyüklüğü izafet tariki ile değildir! elGAFUR Bu kelime, Gaffar (Ziyadesiyle afv edici) manasınadır. Ancak şu farkla: Bunda olan mübalağahk (Ziyadelik), Gaffar kelimesinde yoktur. Niçin mi? Çünkü; Gaffar mağfiret bakımından çokluk ifade etmekte, yani mağfiretin tekrarlanması babında ziyadelik ifade eder. Lakin, faul vezninde olan Gafur gufranı tam olan, bütün mağfiretleri içine alan gayet şümullü bir mana taşımaktadır. Bunun hakkında geçmiş sayfalarda yeteri kadar izahat verilmiştir.
EşŞEKUR Bu, 07. taat karşılığında çok büyük dereceler veren, sayılı günlerde yapılan amel karşılığında ahiret aleminde sonsuz nimetler veren, demektir. Yapılan iyiliği, daha büyük bir iyilikle karşilayana (Şekere tilkelhasene.. = O, iyiliğe karşı teşekkür ederek kadrini bildi ve daha fazlasını yaptı.) derler.. İyilik yapan kimseyi öven kişiye de, bak filan adam ona teşekkür etti, derler. Bu bakımdan (Şekur) kelimesinin, iyiliği fazla-sıyle karşılayan, manasına geldiğini söylediğimizde, buna Allahdan başka hiç kimsenin layık olmayacağını itiraf etmiş oluruz. Çünkü Onun amellere karşı verdiği mükafatların hiddi hududu yoktur. Söyleyin bakalım, cennet nimetlerine payan var mıdır. Allah-ü Teala buyuruyor: Geçmiş günlerde takdim etliğiniz (iyi ameller) in karşılığı olarak afiyetle yeyin, için. (1) Sena (övgü) kelimesinin manasına baktığımızda anlarız ki, her öven kimsenin senası başkasınadır. Rab Teala kullarının amellerini övdüğü zaman, kendini övmüş olur. Çünkü onların amellerinin halikı Odur. Veren ve öven bu isme layık olduktan sonra, verene veren, vereni öven hiç şüphesiz bu isme daha çok layıktır! Allahın, kullarını sena ettiğini gösteren iki ayet: Allahı çok zikreden erkeklerle, çok zikreden ka tlınlar. (2) O, ne güzel kuldu! Hakıykat O, daima (Allaha) dönen (bir zat) idi. (3) İşte bütün bunlar Allahın bir atiyesidir.. TENBİH : Kul, bazan gördüğü bir iyiliğe karşı sadece teşekkür etmekle Şakir (şükredici) olur. Bazan da gördüğü iyiliğe karşı daha fazla iyilik yapmakla (şakir = şükredici) olur. Nasıl olursa olsun, bütün bunlar iyi huylardandır. Allahın Resulü Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır: İnsanlara şükr etmeyen Allaha da şükr etmez! (4). . O) F.VHakka Suresi. 24. ayet, 2) El-Ahzab Suresi. 35. nyrt. (3) Sad Suresi. 44. ayet. (4) Bu Hadisi İmam Ahıned, Müsnc 3inde. Tinnizi ve Ezziya da Ebi Said (R.A.)dan rivayet etmişlerdir. Allaha karşı şükretmesi mecazi yöndendir. Çünkü Ona karşı ne kadar şükretse yine de tam şükretmiş olamaz. Zira nimet ve ihsanları sayısızdır. Allaha itaat etmek suretiyle şükretmeye kalkışsa yine de şükretmiş sayılamaz, zira itaat etmesi bile, Allah tarafından kendisine bahşedilen başka bir nimettir. Hatta şükür nimeti bile, şükrü gerektiren bir nimettir. Öyleyse Allahın nimetlerine karşı yapılacak en iyi şükür: O nimetleri masiyet yollarında kullanmayıp, taat yollarında kullanmaktır. Çok düşün! Bu çok ince bir bahistir. Biz bunu İHYA isimli kitabımızdaki şükür bahsinde anlattık. Çünkü bu kitabın hacmi bu kadar uzun bahsi içine almaya yetişmemektedir. ElALİY Bu öyle bir rütbedir ki, bunun fevkinde rütbe yoktur, bütün rütbeler ondan aşağıdır. Çünkü bu kelime, Uluv (yükseklik) kelimesinden meydana gelmiştir. Bu ise esSüfl (Alçak) kelimesinin karşılığıdır. Bu, merdivenler gibi, basamaklı yerlerde ve şeylerde yani hissedilen hususlarda olur ya da tertibi akliden olan varlıkların manevi rütbeleridir. Yer bakımından olan yüksekliğe mekanı yükseklik denir. Öbür çeşit rütbe yüksekliğine de ulvi yükseklik denilir. Akli dereceler, aynı hissi dereceler gibi anlaşılmaktadır. Akli derecelere misal sebep ile müsebbip, illet ile malüi, fail ile meful, kabul edenle, kabul edilen, kamil ile nakıs, arasındaki derece farkları gibi. Bir şey, sebep olarak takdir edildiğinde o, ikinci bir şeyin sebebidir, ikinci bir şey üçüncü bir şeyin sebebidir. Üçüncü ise dördüncünün sebebidir. Mesela on sayısına kadar bu böyle devam eder. On, derece itibariyle en son olmuştur. Sebep olma bakımından bir, birinci derece sayılmıştır. Ve o ala, (yüksek)
İmdi birincinin ikinci üzerindeki üstünlüğü (yüksekliği) mana itibariyledir, mekan itibariyle değil. Demek ki, yücelik (yükseklik) üstünlük itibariyle olmuştur. Tedrici aklinin manasını anlamışsan şunu iyi bilmelisin: Kainat akli derecelere ayrılacak olursa, Allahın en yüksek derecede olduğunu kabul etmek lazımdır. Çünkü onun üstünde hiç bir derece tasavvur edilemez! Çünkü Mutlak yüce Odur, Ondan başka olan yücelikler (yükseklikler) madununa izafetledir ki, onun üstünde mutlaka bir yüce de bulunabilir. Aklın taksimine misal: Mevcudat, sebep ve müsebbip olarak ikiye ayrılır. Sebebin müsebbip üzerindeki üstünlüğü rütbe üstünlüğüdür. Mutlak üstünlük ise Müsebbibil-Esbaba mahpustur. Ve yine mevcudat, ölü diri olarak ikiye bölünür: Diri, yalnız hissi idrake sahip olan hayvan, hissi idrakle birlikte akli idrake de sahip olan bir varlık olmak üzere ikiye bölünür. Hissi idrakle birlikte, akli idrake sahip olan da, şehvet ve öfke taşıyan insan, şehvet ve öfke taşıması mümkün olduğu halde bunlardan salim olan melekler olarak ikiye bölünür. Bu anlattıklarımızın hepsi hakkında müstahil olan bir varlık vardır ki biz buna Allah diyoruz. Şimdi bu tedrici taksimattan şunu elde etmiş oluyoruz: Melek insandan üstündür, insan hayvandan üstündür. Allah ise bunların hepsinden üstündür Çünkü mutlak üstün ve yüce Odur! Çünkü O, diridir. Hayat veren O. Mutlak alim olan O. Ulemanın ilmini halk eden O. Her çeşit noksan sıfatlardan münezzeh olan O. Ölü, kemal derecelerinin en alt derecesinde kalmıştır. Diğer tarafta yani bütün bunların ötesinde ve fevkinde Allah vardır. Allahın üstünlüğünü ve yüceliğini böyle anlamak lazım.. Çünkü bu isimler, gözle görünen şeye nisbetle önce böylece vaz edilmişlerdir ki bu, avamın anlayacağı derecedir. Sonra havasda olduğu gibi bazı basiretlerin bulunduğu anlaşılınca, bu sefer ondan bazı mutlak lafızları istiare ettiler. Bu defa bunları havas anladı, avam anlamadı.. Çünkü onların idrak gücü, ancak o kadardır. Onlar azameti (büyüklüğü), mesafe, yüksekliği mekan itibariyle anlayabildiler de fevkiyet (üstünlük) ancak bundan ibaret sandılar. İmdi bu anlattıklarımı anladığın zaman, arşın ne demek olduğunu anlamakta güçlük çekmezsin! Çünkü Arş, cisimlerin en büyüğüdür. O, hepsinin üstündedir. Cisimler gibi ölçülmekten, tartılmaktan münezzeh olan Ulu varlığın yüceliği rütbe itibariyledir. Yoksa bir mekan üstündedir, anlamında değildir. Arşın zikredilmesi ise, çünkü arş bütün cisimlerin üstündedir, hepsinin üstündedir. Onun için onun üstünde olansa her şeyde üstün olacağı muhakkaktır. Mesela halife, sultandan üstündür. Derler ve bu sözle onun bütün insanlardan üstün olduğunu tenbih ederek anlatmak isterler. Fevkiyetten mutlaka mekanı anlamak isteyen ve bu anlayışta ısrar eden hululinin aklına şaşarım. Mahfilde yan yana oturarak iki büyük insanı göstererek bunlardan hangisi üstündür dersen şu cevabı verir: Şu adam, o adamın üstünde oturuyor. Halbuki onun, o adamın üstüı ie değil de yanında oturduğunu biliyor. Çünkü üstünde otursa başında oturması gerekir. Veyahut başının üstünde olan bir binada oturması icap eder. Tutup ona yalan söylüyorsun, adam üstünde değil, yanında oturuyor dersen, bu defa. da sana öfke ile bakmaya başlar ve ben üstünlükle rütbe üstünlüğünü (yüksekliğini) kasdediyorum, yer yüksekliğini değil, diyerek sana yan yan bakmaya başlar. Çünkü, gerçekten sadre (koltuğu) yakın olan, uzak olana nisbetle (rütbe) bakımından daha yüksek olduğunu kabul etmiştir. TENBİH : Kulun mutlak yüce olması asla düşünülemez. Çünkü onun üstünlde her bakımdan yüksek birinin bulunması mümkündür. Mesela Peygamberler v Melekler derecesi herhangi bir kuiun derecesinden yüksektir. Evet Belki kendi cinsinden olan bütün insanların üstünde olması bir kul için mümkün olabilir. Bizim Peygamberimiz Hazreti Muhammet Mustafa (S.A.V.) gibi. Lakin bu da, mutlak yücelik sahibine nisbeten noksandır. Çünkü Onun yüceliği, kendisinin dununda olan diğer mevcudata göredir. Bu ise vücup tarikiyle değildir. Zira ondan yüksek birinin bulunması da mümkün olabilir. Mutlak yüce olan, öyle bir varlıktır ki, onun üstü de. ne izafet tariki ile ve ne de nakızının mukarin OLduğu herhangi bir varlığın bulunmasıyle hiç bir üstünlük ve yücelik yoktur. ElKEBİR O, kibriya sahibidir. Kibriya; zatın kemalinden ibarettir. Kemal-i zat ile varlığının mükemmel olmasını kasdediyorum. Varlığının mükemmel olması iki şeye bağlıdır:
1 — Ezel ve ebed bakımından devam etmesi. Her varlık ki, önü veya sonu kesiktir o, nakıstır. Bu sebepledir ki çok yaşamış insana şöyle derler: O, büyüktür, yani yaşı büyüktür. Çok yaşamıştır. Ona azimüşşan (azim bir yaşa sahip) denilmez. Zira (Kebir = büyük) kelimesi ile (Azim = büyük) kelimesi ayrı ayrı yerlerde kullanılır. Hayatı mahdut olan bir yaratık, biraz fazla yaşamakla (kebir) vasfına layık olursa, varlığının evveli ve sonu olmayan bir varlığın kebir olması pek tabiidir ki evladır. 2 — Onun vücudu (variığı) öyle bir varlıktır ki, bütün varlıklar ondan meydana gelir. Kendi nefsinde varlığı tamam olan, kamil ve kebir olursa, bütün mevcudatın kendisinden sudur ettiği O yüce varlık haydi haydi kamil ve kebir olur. TENBİII. Kullardan bu vasfa layık olanlar, olgun kimselerdir ki, bunlar ahlak bakımından herkese örnek olurlar. Kimle otururlarsa ona maddi ve manevi yönden faydaları dokunur. Evet kulun kemali (olgunluğu) aklı, veraı -ve ilmi ile ölçülür. . Kullardan büyük o kimsedir ki, alim, muttaki olduğu gibi halkı da irşat eder. Etrafa saçtığı ilmi ve feyizleri ile herkese örnek olur. Hazreti İsa (A.S.) buyurmuştur: İlmi ile amel eden alimi sema melekutunda Azim büyük) diye çağırırlar. ElHAFİZ O, gerçekken Hafiz (Koruyucu)dır. Hıfz = korumak, kelimesinin manasını anlamak İki yönden olur. Birincisi, varlıkların devamını (belirli bir zamana kadar) sağlamak, muhafaza etmek ki, Allah, gökler, yerler gibi fazla yaşayan varlıkların da, hayvan, bitki ve insan gibi ömrü az olan varlıkların da hafızıdır.. İkincisi, birbirlerine zıt olan şeylerin, yekdiğerlerine saldırmasını önlemek, birbirlerinin şerrinden onları korumak. Mesela su ile ateş gibi.. Bunlar birbirlerinin zıddı-dır. Yekdiğerlerine saldırabilirler. Mesela su ateşi söndürür, ateş de çok ve önlenmiyecek durumda olursa suyun bulunduğu yeri yakıp kavurur. Su da buhar haline gelir. Tezad ve teaddi hararet ve bürudet arasında, birbirlerini yendikleri zaman elle tutulur derecesinde görülebilir. Rutubetle kuruluk da böyledir. Birbirlerine zıd unsurlardan teşekkül etmiş bütün varlıklar da böyledir. Canlı bir varlığı ele alalım: Mutlaka yaşaması içirt hararet lazımdır. Hararet olmazsa yaşayamaz. Kan gibi bedenine bir gıda olan rutubetli bir şeyin de bulunması lazımdır. Azalan birbirine kenetleyecek ve ayakta tutacak kemikler gibi kuru olan unsurlannda bulunması, lazım gelmektedir. Hararetin kuvvetini ve şiddetini azaltacak ve vücuda itidali sağlayacak bir bürudet (soğukluk)un da olması gerekmektedir. İşte bunlar birbirlerine zıt şeylerdir. Allah bunları insan bedeninde hatta her canlının vücudunda bir araya getirmiştir. Ve aynı zamanda, bunları, birbirlerine saldırmaktan da menetmiş, korumuştur. Öyle olmasaydı bir vücudda bulunan zıt şeyler (unsurlar) yekdiğerlerine saldırırlardı, dolayısıyle de vücud diye bir şey kalmazdı. Allah bunları, kah eşit kuvvette kılmakla, kah mağlup olan tarafın imdadına yetişmekle korumuştur. Bunu bir misal ile izah edelim: Mesela, hararet rutubeti yok eder, kurutur. Mağlup olduğu zaman, bürudet ve rutubet zayıflamaya hatta yavaş yavaş yok olmaya başlar. Hararet ve kuruluk faz-lalaşır. Bunu önlemek için Allah başka bir cisimle o rutubetin imdadına yetişir. Ona bir susuzluk verir, su içme ihtiyacını duyar. Su içtiği gibi harareti bertaraf edilmiş olur. Böylece vücudda gereken muvazene temin edilmiş olur. Şimdi Allahın, yiyecekleri, suları ve ilaçlan neden halk ettiğini daha iyi anlamış oluyoruz. insanlann sağlığını koruyacak ilaç ve aletlerin ya-radümasınm sırn da bir kere daha meydana çıkmış değil midir. İşte bütün bunlar, zıd unsurlardan meydana gelen canlı varlıkların bedenlerini korumak için yaradılmışlardır. İnsan varlığını helake sürüklenmekten koruyacak en belirgin sebeplerdir bunlar. Çünkü insanoğlu yırtıcı hayvanlar tarafından parçalanıp öldürülmeye her zaman maruz kalmaktadır. Allah ona, gören göz, işiten kulak, koruyan el, vurup öldüren silah vermekle korumuştur!. Bütün bunlara rağmen kendisini korumaktan aciz olabilir. Bunun da çaresini bahsetmiştir: Yürüyen hayvana ayak, uçan kuşa kanad vermiştir!.
(Konuyu biraz daha açıklayalım:) Kudreti yüce olan Allahın hıfzı (koruması) varlıktaki her şeyi kuşatmıştır, hatta yerden biten otu bile muhafaza etmiştir. Onun içini (özünü) korumak için ona kabuk vermiştir. Bir kutu gibi onu, kabuğunun içinde. saklamıştır. Yumuşak kalması için de ona rutubet bahsetmiştir. Mücerret kabukla korunmayacak şeyi, ona diken vererek korumuştur. Neden mi. Onu bazı mütecaviz hayvanlardan korumak için. Demek ki; bitkilere göre diken, hayvanlara göre boynuz veya pençe ne ise odur! Hatta ve hatta suyun her damlasına, zıddı olan bir unsurdan korumak için bir unsur ihsan etmiştir. İzah edelim: Mesela suyu bir kaba koysak orada uzun bir müddet kalırsa hava haline gelir. Hava onu su olmaktan çıkarır. O suya parmağım sokup çıkanrsan parmağına yapışan ve yere dökülmeyen bir madde hasıl olur. Oysa onun hemen yere damlaması icap ederdi. Öyleyse suyun her damlasını koruyan bir şey var-, dır. O, kendi kendini koruyamaz; muii&Ka bir koruyucuya ihtiyacı vardır. Haberde varid olmuştur: Gökten inen yağmtirll her damlasına, onu yerde kararlaştıran yerine rahatça inebilmesini sağlayacak bir melek verilmiştir. Bu, basiret erbabına gizli değildir. Basiret erbabı bunu rahatlıkla görmektedirler. Ben de size yolu gösterdim. Öyleyse Habere (Hadise) taklidi değil de basiretle (göre göre) inanın! Cenab-ı Hakkın eşyayı nasıl koruduğunu izah edecek olursak, söz çok uzar. Bu ismin manası, ancak Allahın yüceliğini ve kainatı koruma gücünü uzun uzun düşünmekle bilinebilir. Yoksa lugattaki iştikakı ve HIFZ kelimesinin manasını alelicmal tevehhüm etmekle değil.. TENBİH : Kullardan bu vasfa layık olan o kişidir ki, azalarını, kalbini, dinini ve ahlakını, öfke, şehvet, hücumlarından, nefis ve şeytanın entrikalarından kurtarır. Çünkü O, uçurumun tam kenarında sayılır, eğer sıkı durmazsa, daima yanında bulunan bu helak edici düşmanları onu iter ve uçuruma yuvarlarlar!. ElMUKİT Bunun manası; azıkları yaratıp beden ve kalplere gönderen demektir. Bedenlere gönderilen azıklar, yemek içmek gibi azıklardır, kalbe ulaştırılan azık ise marifettir. Bu itibarla El-Mukit, ErRezzak manasında olmuş oluyor. Ancak şu farkla: O, bundan daha ahastır (Daha özellik ifade etmektedir). Çünkü nzık, azık olanı da olmayanı da içine almaktadır. Azık, bedenin kıvamını (ayakta durmasını) sağlayan şey demektir. Bu kelimenin bir şeyi istila etmesi ve ona gücü yetmesi anlamına gelmesi, istilanın da ancak kudret ve ilimle tamamlanması meselesine gelince, buna Cenab-ı Hakkın şu ayeti delalet etmiştir: Allah her şeye, hakkıyla kadir ve nazırdır. (1) Görülüyor ki, bu kelime, kadir (her şeye gücü yelen) manasına gelmektedir. Bu ise hem ilme ve hem kudrete racidir. ilim hakkında bilgi yukarıda verilmiştir. Kudret hakkındaki bilgi ise ileride gelecektir. Cenab-ı Hakkın bununla vasf edilmesi, yalnız kudretle veya da yalnız ilim ile vasfedilmesinden etem (daha tamamlayıcı) dır.. Çünkü bu kelime, her iki ma-nanm bir araya gelmesini göstermektedir. Bu itibarla bu isim, eş anlam ifade eden isimlerden olmamıştır. ELHASİB Bu, kafi (yeterli) anlamına gelmektedir. Allah-ü Teaia herkese ve her şeye kafidir (yeterlidir). Bu öyle bir vasıftır ki, hakiki anlamı, Aliahdan başkası için katiyen düşünülemez!. Çünkü kifayet (Yeterlik) Mükeffinin (yeterlik sahibinin) varlığını, varlığının devamını, varlığının kemalini gerektirir. Varlık aleminde, Allahdan başka, yalnız basma her şeye kafi gelecek bir varlık var mıdır? (i) Nisa Suresi, 85. ayet. Evet Allah hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmadan yalnız başına her şeye yetmektedir. Eşya ancak onun sayesinde vücud bulmakta ve devam edebilmektedir (belirli bir zamana kadar). Sen, yemeğe, suya, yere, göğe, güneşe muhtaç olduğun zaman, sakın ondan başkasına muhtaç olduğunu sanmayasın! Çünkü bunları sana veren Odur! Zira yemeği, suyu, göğü, yeri ve güneşi senin menfaatin için vücuda getiren Odur. Sonra yavrunun annesine muhtaç olduğunu görerek, onun Allaha muhtaç olmadığını da sakın aklının köşesinden geçirmeyesin! Onu herşeyden önce düşünen yine Allah olmuştur. Zira annesini, annesinin
memesindeki sütü, annesinin ona karşı olan sevgi ve şefkatini yaratan Odur! Kifayet bu sebeblerle tezahür ediyorsa muhakkak ki, bu sebeblerin yaratıcısı yine Odur! Şimdi aklını belki şöyle bir husus kurcalayabilir: Çocuk anneye muhtaçtır.. Çünkü Anne ona süt vermektedir. Süt annenin memesinden gelme itibarı ile annedendir. Öyleyse çocuğun anneden başkasına ihtiyacı yoktur. Annesi ona kafi gelmektedir. Akimi kurcalayacak böyle bir şey karşısında uyanık olmalısın ve şunu iyi bilmelisin ki: Süt, anneden değildir. Bilakis o, ve Anne Allahdandır, yani Allahın lütfün! den ve ihsanındandır.. Allanın lütfü olmasaydı o anne o sütü nerden bulacaktı? Hatta o anne nereden olacaktı? Öyleyse yalnız başına herşeye yeten ancak ve ancak Allahdır. Eşyalar her ne kadar zahiren birbirlerine bağlı iseler de hemen hepsi aslında Allahın kudretine bağlıdır.. Kulun bu vasıfta hiç bir nasibi yoktur. Ancak bel-ki uzak bir ihtimal ile mecazi anlamda ve ilk görünüşte, işin derinine dalmadan onun rolü olduğu sanıla-bilir. Mecazi anlamda, çocuğuna bakması, hoca ise talebesine öğretmesi bakımından, onların bu babta yeterli oldukları, çocuk veya talebinin onlardan başkasına muhtaç olmadıkları anlaşılır; fakat aslında tam manasıyla yeterli olan Allahtır, kul bir vasıtadır. Allah, anneye veya babaya güç, hocaya da ilim vermeseydi, anne ile baba çocuğu nasıl bakacaktı, hoca da talebesine dersi nasıl verecekti. Çocuğa bakmak için anne bir yere ve bazı şeylere, muhtaçtır.. Hocada ilmini unutmamak için kalbe ve zekaya, istidat ve kabiliyete muhtaçtır. Allah böyle midir ya. O mekandan ve insanlar için tasavvur ve tahayyül edilen her türlü yer ve sıfatlardan münezzeh ve müberradır. Çünkü yapılan işin halikı Odur. O işe mahal teşkil eden yerin de yaradıcısı şüphe yok ki, yine Odur! Yerin o işi kabul etmesi için, lazım gelen şartların da yaratıcısıdır. Lakin ilk bakışta hatıra o işi yapan gelir, başkasını düşünemez. O işi yapan kişi onun sahibi ve kafi (yeterli) si olduğunu zanneder. Oysa durum, hiç de zannedildiği gibi değildir. Evet, Kulun bu vasıftan nasibi şu olabilir: O, Allahdan başka hiç bir şey düşünmez, Allahın ona yeterli olduğunu, anlar ve ona göre amel eder. İba-et ettiği zaman, Allahın cenneti için değil de bizzat Allah için, günahtan çekindiğinde de azabdan korktuğu için değil de bizzat Allah yasak ettiği için çekinir ve devamlı olarak Allahı düşünür. Allah, ona celalini gösterdiği zaman, işte bu bana yeter; bundan başka bir şey istemem, der.. ElCELİL O, Celal sıfatları ile Muttasıf olandır. Celal sıfatları, kimseye muhtaç olmamak, hakimiyet, Tekaddüs, ilim ve kudretten ibarettir. Bu sıfatla-nn hepsini birden ihtiva eden Mutlak celildir ki, o da Allahtır. Allahın Kebir olması, zatının kemaline, Celil ol-ması Sıfatının kemaline Azim olması ise her ikisinin (Zatının ve sıfatının) kemaline racidir. Sonra Celal Sıfatı, Onu idrak eden basirete nis-bet edildiğinde, ona Cemal denilir. Onunla muttasıf olana da Cemil derler. Cemil ismi aslında, gözle görür. nen zahiri şekle denilmiştir, sonra iç alemindeki güzel huya denilmiştir. Mesela Siretün, hasenetün, cemile-tün = iyi, güzel bir siyret derler, de bundan güzel ahlakı kasd ederler. İç alem, kendisine layık güzel sıfatlan cem eden, gayet mükemmel ve mütenasip olursa, ona her bakımdan münasip olan basirete göre güzeldir. Gerçekte güzel olan Allahtır. Çünkü alemde güzellik, cemal ve kemal namma ne varsa hepsi Allahın zatının nurlarından, sıfatının eserlerindendir. Varlık aleminde, Allahdan başka mutlak kemal ve cemale sahip olan hiç bir varlık yoktur, Onu bilen, Onun cemalini gören kişi ancak idrak edebilir bunun manasım.. Çünkü öyle bir behçet ve sevinç, neşe ve sürür kaplar ki içini bütün cennet nimetlerini unutur gider, Onun Cemali karşısında, Şurası da bir gerçektir ki, gözle görünen zahiri olan şekil güzelliği ile, kalb gözü ile görünen batıni mana güzelliği arasında hiç bir münasebet ve ilgi yoktur. Bu mevzuu, İHYA isimli Kitabımızda Muhabbet bölümünde derinlemesine işledik. Onun CELİL VE CEMİL olduğu, her Cemilin de mahbub olduğu sabit olunca, o, (Allah) kendisine inananların maşukudur! İşte bu sebebledir ki, Cenab-ı Hak Ariflerin mah-bubu olmuştur. Tıpkı zahiri suretlerin körler tarafından değil de gözleri gören kimselerce mahbub olduğu gibi. TENBİH : Kullardan celil ve cemil olan, gören kalblerin lezzet duyacağı güzel ahlakla muttasıf olandır. Dış görünüşe kulak asma.
ElKERİM O vaad ettiği zaman sözünü yerine getiren, verdiği zaman son derece çok veren, ne kadar verdiğine ve kime verdiğine aldırmayandır. Yine O başkasına muhtaç olduğunu söylediğinde razı olmaz. Başkasına boyun eğdiğinde hoşlanmaz. Kendisine sığınan ve gönül vereni boş çevirmez, rahmetine gark eder. Vesilelere ve şefaatçilere muhtaç bırakmadan doğrudan doğruya kendisine iltica ettirir.. İşte bu vasıflan kendisinde cemeden ve mutlak Kerim olan ancak Allahtır. TENBİH: Bu hisal (Huy)larla kul da süslenebilir ama, biraz uğraşmak ve çalışmakla.. Lakin Kerim-i Mutlaka nisbetle o, hiç mesabesinde olur tabii. Evet kul da bazı fedakarlıklar yaparak bu vasıfla vasıflanabilir. Nitekim Allahın Resulü (S.A.V.) bir hadislerinde bunu bize şöylece izah etmişlerdir: Üzüm ağacına kerem demeyin, çünkü kerem, müslüman adam (sıfat) dır. (1) Üzüme bu isimin verilmesi, güzel ağaç, meyvesi güzel, toplanması kolay, dikenlerden ve eziyet verici hususlardan arınmış olmasındandır.. Hurma ise böyle değildir, tabii.. O Bilici ve koruyucu anlamındadır. Bir şeyi koruyan ve devamlı kontrol altında bulundurana Rakib derler. Bunun tahakkuku tabii bilgi ve hıfza (muhafaza etmeye) tabidir. TENBİII: Kulun, murakaba ile vasf edilmesi, ancak Rabbi(1) Bu hadisi Müslim şu lafızla rivayet etmiştir: Kerem demeyin, üzüm ve hable deyin! ne kalble bağlandığı ve devamlı olarak murakaba halinde olduğu zaman mevzu bahis olabilir.. Bu da ancak, Allanın, kendisini devamlı olarak kontrol ettiğini ve onu gördüğünü, ne yaparsa yapsın, bütün yaptıklarından haberdar olduğunu bilmesiyle olur. Kulun, nefis ve şeytanın kendisinin başlıca düşmanı, insanları gaflete ve Allaha asi olmaya iten kötü birer varlık olduklarını bilip de onlardan uzak durması-, ve onlara yüz vermemesi, onlara tarafından açılacak bütün kapıları kapaması da Murakabedendir. ElMUCİB O isteyenlerin isteklerini, dua edenlerin dualarını hemen kabul edendir. Sıkıntıda ve muztar durumda kalanların imdadına, yetişen ve hatta kendisine müracaat edilmeden bile sayısız nimetler verir. ., Bunu ancak Allah yapar, Ondan başka hiç kimse yapamaz. Çünkü O, muhtaçların ihtiyaçlarını bilir. Bunu ezelde bilmiş, yemekler, azıklar, yaratmak suretiyle, ihtiyaç sebeblerini takdir buyurmuştur.. TENBİII : Kul her şeyden önce, Rabbinin; verdiği emirleri kabul edip nehiylerinden uzaklaşmak suretiyle Evet Kabul ediyorum! demesini bilmelidir, sonra Allahın kendisine ihsan ettiği mallardan veya yapabileceği iyiliklerden, isteyen kimselere de vermesini, onların istek ve ricalarını kabul etmesini bilmelidir. Şayet verecek durumu yoksa iyilikle, etrafı kırmadan onu savmasını başarmalıdır. Allah buyurmuştur: Saile gelince, (onu) da azarlayıp koğma (1) Allahın Resulü (S.A.V.) buyurmuşlardır: Hayvan bacağı (kemiği) yemeğe çağırılsanı bile icabet ederim, (koyun) kolu hediye edilirse, kabul ederim. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellemin davetlerde bulunması, hediyeleri kabul etmesi bile ikramları en güzeli olurdu. Nice hasis ve mütekebbir kimseler var ki, verilen hediyeleri kabul etmezler. Çağırılan yerlere, gururlarına yedirip gitmezler. Kendilerinden bir şey istenildiğinde de vermezler. Onun için bu ismin manasını, o hasisleri söz. önüne alarak iyiden iyice düşünmelisin. ElVASİ Bu isim, Essea (Genişlik) kökünden gelmedir. Es-sea, kah bir çok malumatı içine alan geniş bir ilme izafe edilir, kah bol ihsan ve ikrama izafe edilir. Bu yönden Vasi-i Mutlak hiç şüphe yok ki, Allahdır. Çünkü ilmine baktığımızda, Onun malumat denizinin sonu yoktur. Zira bütün denizler Onun sözlerine mürekkep olacak olursa tükenir de Onun ilmi bitmez. İhsan ve ikramına bakacak olursak yine oda sonsuz olmakta ve bitmemektedir. (1) Ed-Duha Suresi, 10. ayet.
Bütün geniş ilimler ve bütün ihsanlar, Onun ilmi ve ihsanı yanında hiç mesabesindedir. Bu bakımdan (biraz önce arz ettiğimiz gibi) Vasi-İ Mutlak ancak ve ancak Ociur!. . Çünkü, önden başka her vasi kendisinden ilimce ve ihsanca daha geniş olana nisbetle yetersiz durumdadır. Allanın ilmi ve ihsanı ise sonsuzdur. Binaenaleyh onun ilminin üstünde her hangi bir ilim, ihsanından çok her hangi bir ihsan kabil-i tasavvur değildir. TENBİH : Kuluun gerek bilgi ve gerekse ahlak bakımından geniş olması, her ne kadar çok olursa olsun yine de bir sonu vardır. Ahlak yönünden, fakirlikten korkmadan, kıskançların hasedine aldırmadan ve hırsa kapılmadan ne kadar ileri giderse gitsin, yine de zirveye vasıl olamaz. Ona her ne kadar Vasi denirse de bu denme mecazi manada olur. Çünkü Vası-i Mutlak ancak ve ancak .Allahtır. ElHAKİM Bu, Hikmet sahibi demektir. Hikmet, en üstün ilimlerle en üstün hususları bilmekten ibarettir. En üstün veen yüce şey Allahtır! Onun künhünü, kendisinden başkası tam manasıyle bilemez. Gerçek Ha-kim Odur. Çünkü en yüce şeyleri en yüce ilimlerle bilen Odur. Zira en yüce ilim, zevali tasavvur olunmayan daimi ve ezeli ilimdir. Gizlilik veya şüphenin uğrıyamadığı, tastamam maluma (bilinene) mutabık olan ilimdir.. Bu niteliği Allanın ilminden başka hangi ilim taşıyabilir? İnce sanatları iyi yapan, yaptığı işi temiz ve güzel yapana da her ne kadar mecazi manada hakim denirse de gerçek ve mutlak hakim Allahdan başka kimse olamaz. TENBİH : Bir kimse bütün şeyleri bilip de Allahı bilmezse, ona Hakim denilmez. Çünküü o, en üstün ve yüce olan şeyi bilememiştir. HİKMET ilimlerin en yücesidir. İlmin yüceliği, malumun yüceliği ile Ölçülür. Allahdan yüce varlık var mıdır? Allahı bilen kişi, diğer ilimlerde her ne kadar zayıf ise de, her ne kadar güzel konuşup konuyu etraflıca açıklayamasa da o Hakimdir. Lakin Kulun hikmetini Allahın hikmetine kıyaslayacak olursak, onun kendisini bilmesi iie Allahın kendi Zatını bilmesi arasındaki fark kadar büyük olduğunu görürüz. Evet bu iki hikmet arasındaki fark gerçekten büyüktür. Buna rağmen bu bilgi (Kulun Allahı biime-si) bütün bilgilerin en enfesi ve en hayırlısıdır. Çünkü kendisine hikmet verilen kişi, kendisine pek -çok hayır verilen kişidir.. Evet Allahı gerçekten bilen kişinin sözü, diğer insanların sözüne uymaz! Çünkü o, cüziyata temas etmez: Sözü külli ve özlü olur. Sonra peşin menfaatlerin ardından koşmaz, sonunda kendisine yarayacak: şeyin peşinde olur. Durum böyle açıklık arz edince, Allahı bilen ve hikmetli sözler söyleyen insanlara Hakim, söyledikleri sözlere de hikmet denilir: Peygamberlerin Ulusu Sallallahu Aleyhi ve Sel-lemin şu hadisleri gibi: HİKMETİN BAŞI ALLAH KORKUSUDUR! . YİĞİT O KİMSEDİR Kİ, NEFSİNE GALİP OLUP, ÖLÜMDEN SONRASI İÇİN ÇALIŞIR. ACİZ O KİŞİDİR Kİ, NEFSİNİN ÇİRKİN ARZULARINA RAM OLUP ALLAHA KARŞI BOŞ ÜMİDLERE KAPILIR. (ALLAH KERİMDİR! NASILSA BENİ AFV EDER DEYİP KENDİSİNİ AVUTUR.) AZ OLUP DA YETERLİ OLAN, ÇOK OLUP DA, (ALLAHA İTAATTAN KİŞİYİ) ALIKOYANDAN İYİDİR! (1) Sabahlayan kimse vücudunu sıhhat içinde, yolunu emniyet içinde bulursa bir günlük yiyeceği de olursa dünya bütünüyle onun olmuş demektir! (2) Allahdan korkar ol ki, insanların en çok ibadet edicisi olasın, kanaatkar ol ki, insanların en çok şükre-deni olasın (3) Gelen bela, insanın dilinden gelir. (4) Kişinin malayaniyi terketmesi Hüsn-ü İslamın-dandır. (5) Mutlu o kişidir ki, kendisini değil de başkasını örnek göstererek vaaz eder. (6) (1) Ebu Yala ve Ezziya, Ebi Said (R.A.)den rivayet etmişlerdir. (2) Buharı rivayet etmiştir.
(3) Bu Hadisi Beyhaki Ebu Hiireyre (R.A.)den rivayet etmiş(4) El-Kuzai Huzeyfeden rivayet etmiştir. (5) Tirmizi, Ebu Hüreyre (R.A.)den rivayet etmiştir. (6) Deylemi rivayet etmiştir. Sükut hikmettir, fakat susan azdır. (1) Kanaat tükenmez bir hazinedir! (Yine El-Ku-:zai Enes (R.A.) den rivayet etmiştir;) SABİR İMANIN YARISIDIR, YAKIN İSE İMANIN HEPSİ, (Bu hadisi, Ebu Nuaym, Hilyede, Bey-haki Şuabil-İmanda, İbni Mesud (R.A.) dan rivayet etmişlerdir.) İşte bu ve benzeri sözlere Hikmet; söyleyicilerine de Hakim denir.. ElVEDUD O, bütün mahlukatm haynnı isteyen, onlara ihsan edendir. Bu isim, (Rahim) isminin manasına yakın bir anlam taşımaktadır. Ancak şu farkla: Rahmet (kendisine merhamet edilene) i gerektirir. Kendisine merhamet edilense muhtaç ve muztardır. Rahim, ( Merhamet eden =, esirgeyen) in işleri, kendisine merhamet edilecek her bakımdan zayıf olan varlığı İcab ettirir. Vedudun efali ise bunu gerektirmez, esirgeme bir sevgi neticesinden ileri gelir. Cenab-ı Hakkın, esirgenen kimseye karşı merhamet murat etmesinin, insanların duyduğu (Hadis) bir duygu ile nasıl alakası yoksa, onlara karşı olan sevgisinin bir tezahürü olan keramet, nimet ve ihsanı murat etmesi de insanlar hakkında (Hadis olan) sevgi gibi hususlardan öyle münezzehtir. (1) Kuzai, Enes (R.A.)den rivayet etmiştir. Esirgenen kişi veya sevilen kişi hakkında bu iki mefhum (yani rahmet ile meveddet Sevgi) ancak onların yaran için kasd edilir; Allahm rikkat ve meyle ihtiyacı olduğu için değil.. Kullara vasıl olacak yarar, merhamet ve meveddet sevginin özüdür ki, İşte Allah hakkında tasavvur edilen de bundan başkası değildir. TENBİH : Kullardan bu isme ve bu vasfa layık olan o kişidir ki, Allahın mahlukatına karşı daima iyilik murad eder. Kendisi için arzuladığını onlar için de arzular. Hatta onların menfaatlerini kendi menfaatlerine ter-cih eder: Nitekim ruhen kemale ermişlerden biri şöyle haykırmıştır: Cehennem üstünde bir köprü olmak isterim. Ta-Tci üzerimden halk geçsin de ateşe duçar olmasınlar. Bu ulvi duygu ancak, zor anlarda, insanların kin ve öfkeleri ile karşılaşıldığı hallerde tezahür eder Tıpkı Peygamber Aleyhisselamın mübarek dişleri şehid edilip, nur cemali kana boyandığındaki Kainata, ib-Tet verici hali gibi: Allahım, ümmetimi hidayet et! Çünkü onlar (Hakikati) bilmezler. görüyorsunuz ya, onların kötülükleri, Peygamberin onlara karşı, iyilik istemesine mani olmamıştır. Ve yine. Hazreti Ali (K.V.)ye şöyle emretmiş lerdir: Mukarrebleri geçmek istersen, seni ziyaret etme-yini ziyaret, et seni mahrum bırakana ver, sana haksızlık edeni de afv et. i ElMECİD O, Zatı Şerif, Efali Cemil, ikramı ve nimeti cezil (bol) olandır. Zatın şerefine güzel işler de mukarrin olduğu zaman mecd (şerefli) derler. Mecid de aynı manaya gelir fakat bunlardan birisi daha çok ziyadelik ifade eder. Yani (El-Mecid) ismi şerifi (Macidden), fazla olarak; Celil, Vehhab ve Kerim isimlerinin manalarını da cemetmektedir.. clBAİS Bu, Dirilme günü halkı dirilten, kabirlerden halkı kaldıran, gönüllerde saklı olanları meydana çıkaran demektir.. (Aslında) Bas: ahiretteki dirilmedir. Bu ismin tam manasiyle manasını bilmek ve anlamak, Basın hakikatini bilmeye bağlıdır. Bu ise en derin ve en çetin bilgiler zincirindendir. İnsanlardan bir çokları bu hususta yanlış teveh-hümlere kapılırlar. Bunu çeşitli şekillerde izaha çalışırlar, derler ki, ölüm yokluktur, baas, yok olduktan sonra yeniden diriltmektir, aynen birinci diriltme, canlandırma gibi.. Bir kere onların ölümün yokluk olduğuny, zan etmeleri yanlıştır. İkinci diriltmenin de birinci gibi olduğunu sanmaları da yanlıştır.
Ölümün yokluk olduğunu sanmak batıldır. Çünkür kabir, ya ateş çukurlarından bir çukurdur; yahut da cennet bahçelerinden bir bahçe.. Ölmüş olanlar da ya mutlu kişilerdir ki, onlar ölü değildirler: Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. BH-akis onlar, Rablcri katında diridirler. (1) Ya da şaki (bahtsız) kişilerdir ki, onlar da diridirler. Bedir Vakasmda Resulüllah (S.A.V.) onlara (ölen kafirlere) şöyle seslenmişlerdir: Allanın bana vadettiğini doğru buldum; sizde vaad ettiğini doğru buldunuz mu? Kendisine, öldürülen kişilere nasıl sesleniyorsunuz, onlar sizi duyarlar mı? diye sorduklarında cevaben şöyle buyurmuşlardır: (Öyle bir duyarlarki) söylediğimi, siz onlar kadar duyamazsınız! Lakin, onlar cevab vermeye muktedir değillerdir İşin iç yüzüne vakıf olan Erbab-ı Basiret, insan varlığının ebediyet için halk olduğunu bilir ve anlarlar. Ona yokluk arız olmaz (Ölümleri bir intikalden ibarettir.) Evet bazan cesedle ilgisi kesilir de kendisi hakkında öldü derler, Bazan cesede iade edilir de hakkında diriltildi derler. Bu mevzuu etraflıca anlatmak için bu kitabır hacmi müsait değildir. Dirilmenin, ilk yaratılış gibi ikinci bir yaratılıj olduğunu sananlar da bu zanlannda yanılmışlardır Çünkü diriltmek ilk canlandırışlarına uymayan yepyeni bir yaratma fiilinden ibarettir. Aslında: insan oğ(1) Ali İmran Suresi, 169. ayet. lunun bir çok dirilmesi, (Allah tarafından kendisine hayat verilmesi) vardır, onun diriltilmesi iki defadan ibaret değildir. Bakınız Allah, ana karında mudğa (et parçası) nı ve pıhtıyı yarattıktan sonra Bilahare onu, başka yaratılışla inşa ettik (1) buyurmuştur. Hatta nutfe, topraktan yaratılmış, mudğa da nut-feden yaratılmıştır. Ruh da Alekadan sonra yaratılmıştır. Ruh şerefli bir şey, bir Emr-i Rabbani olduğu için Allah onun hakkında . Kuranda Bilahare onu başka bir yaratılışla inşa ettik (2) buyurmuştur. Ve yine Sana Ruhtan soruyorlar. De ki O Rabbimin em-rindendir (3) buyurmuştur. Ruhun aslı yaratıldıktan sonra, insanların his (duyulan) yaratılmıştır ki, bu başka bir yaratılıştır. Sonra yedi yaştan sonra ki, sabinin mümeyyiz haline getirilmesi de bir yaratılış sayılmalıdır. Aradan onbeş . sene gibi bir müddet geçtikten sonra akıl yaratılmaktadır. İnsan oğlunun her safhası bir hal sayılmak itibarı ile yeni bir yaradılış sayılabilir. Sonra velayet mertebesine ulaşması (bu herkese mahsus değildir tabii..) başka bir yaratılış sayılmalıdır. Daha sonra Peygamberliğin bazı insanlara Allah tarafından verilmesi yepyeni bir yaratma işidir. Bu da bir nevi diriltmedir. Peygamberleri gönderen hiç şüphe yok ki, Al-lahtır, Onlan ve bütün insanları kıyamet günü yeniden diriltecek olan da yine Allahtır. Beşikteki çocuk, nasıl mümeyyiz bir sabinin anladığını anlayamıyorsa, mümeyyiz bir sabi de aklı başına gelen yani akıl-baliğ olan bir kimsenin anladığını anlayamaz. (l)-(2) ElMüminun Suresi, 14. ayetin bir kısmı. (3) ElJsra Suresi, 85. ayet. Her aklı başında olan kişi de velayet (velilik) ve Nübüvvet (Peygamberlik) halini anlamakta güçlük çeker. Çünkü velayet, aklın yaradılışı ötesindeki bir safhadır, aklın, temyiz ötesinde bir safha olması gibi. Temyiz de Havas (duyular) m yaratılışından sonra gelen bir safhadır.. Evet insanoğlunun tabiatında, bilmediği ve görmediği hususları inkar etmek vardır. Velilik ve Peygamberlik derecesine ermiyen ve bunu anlamıyan bazı kişilerin bunları inkar etmesi gibi. Hatta onların tabiatında, ikinci hayatı yani ahiret hayatını, bilmedikleri ve görmedikleri için inkar etme huyu vardır. Akil-baliğ olan kişide görülen ilerlemeleri, henüz o kıvamda olmayan küçük mümeyyiz sabi bir türlü kabul etmez ve onu muhal sayar. Görmediği bir şeye iman eden kişi, gaybe iman etmiş demektir ki, Saadetin anahtarı budur işte. Sini Rüşte eren kişi ile henüz bu çağa gelmiyen kişi arasındaki fark nasıl kabil-i kıyas değilse, dünya hayatı ile ahiret hayatı arasındaki fark da kabil-i kıyas değildir. Çünkü Ahiret hayatı bambaşka bir hayattır: Orada insanlar Allahm huzuruna çıkatılacaktır. Ya Allah tarafından kabul edilecekler veya da reddedileceklerdir. Ya Allahı görenlerden olacaklar ve ya da Onun Cemalini müşahade etmekten mahrum bırakılmış kişilerden olacaklardır. Allah tarafından Hüsn-ü Kabul görenler hiç şüphe yok ki, Alay-ı Ilhyyine çıkacaklar, red edilenlerse Esfel-i safiline indirileceklerdir.
İki hayatın arasında münasebet yoktur, dediğimiz zaman bu, isim yönündendir. Çünkü neşeti bası bilmiyen kişi, Baisin ismini nerden bilecek. Bunun açıklanması uzar!. Onun için bu konuyu burada keselim. TENBİH : Basın (diriltmenin) hakikati, ikinci bjlr inşa ile ölülere can vermektir. Cehalet.ise en büyük ölümdür! İlim en şerefli hayattır.. Allah, Kitabda (Kuranda) ilimle cehli zikr etmiş ve bunlara hayat ve memat ismini vermiştir. Kişiyi, cehalet derecesinden ilim derecesine yükseltene, onu ikinci defa diriltti derler. Ona güzel bir hayat yaşattı derler. Bu itibarle eğer ilmi meydana getirmekte ve halkı Allaha çağırmakta kulun bir rolü varsa bu bir nevi (Mecazi anlamda) İhya sayılır, ki bu, Peygamberler ve Alimlerden kendilerine varis olacakların rütbesidir. EŞŞEHİD Şehid, Alim demektir. Ama biraz farkları vardır. Allah hem meydanda olanı, hem de gizli olanı, bilir. İlim mutlak olarak nazarı itibare alındığında O, (ALLAH) Alimdir. Gaybe izafe edildiğinde O, Habir-. dir, Zahiri işlere izafe edildiğinde O, Şehiddir.. Bununla beraber kıyamet günü, bildiği ve gördüğü hususlarla halk şahid olacaktır! Bu isim hakkında söyliyeceklerimiz, Alim ve Habir (isimleri) hakkında söylediklerimizden farksız olacağından mevzuu burada bitireceğiz. Aynı şeyleri tekrarlamayacağız.. ELAK Bu, Batılin karşılığında olan bir isimdir. Eşya zıd-lan ile açıklanır. Verilen her haber, ya mutlak batıldır; yahut da mutlak Haktır. Yahut da bir yönden Hak, bir yönden batıldır. Mümteni bizatihi (Olan) mutlak batıldır. Vacib bizatihi olan mutlak haktır. Mümkün bizatihi Vacib, biğayrihi (Olansa) bir yönden haktır, diğer yönden batıldır. O, zatı bakımından varlığı olmadığı için batıl; başkasından dolayı varlık kazanması bakımından ise Haktır.. Onun Vechinden başka herşey helak olucudur.. Ezel, ebed bakımından bu böyledir. Çünkü ondan başka her şey zatı itibarı ile varhğa müstahak değildir (yani varlığı kendinden değildir.) Lakin bir bakıma (onun cihetinden) varlığa hak kazanmıştır. Böyle olan şey ise, bizatihi batıldır; biğayrihi Haktır. İşte hakiki Hak, her hakikatin kendisinden alındığı bizatihi Hak olandır. Mutlak Hak budur! Aklın müsadif olduğu makule, mevcuda mutabakatı bakımdan Hak denilmiştir. Çünkü ona zatı itibarı ile mevcud demektedir. Onu idrak eden akla izafetle de Ona Hak denilmiştir. . Öyleyse Hak olmak itibarı mevcudattan buna en Ahak olan şüphesiz ki Allahtır. Marifetlerin en doğrusu da marifetuliahtır. Çünkü O, kendi nefsinde Haktır, Ezelen ve ebeden maluma mutabıktır. Bu, başkasının varlığını bilmek gibi değildir. Çünkü bu, o başka var oldukça var olur. Yok olunca o inanç Batıla dönüşür. Çünkü O, mutekidin zatı için doğru bir itikad olmamıştır. Zira O, bizatihi değil de liğayrihi mevcuttur. Bu Hak (doğru) kelimesi sözler hakkındada kullanılarak, (Hak söz; boş söz) denilebilir. Şu halde en doğru söz: (La ilahe illallah.) kavlidir. Çünkü bu söz, ezelen, ebeden bizatihi doğrudur. Öyleyse Hak, ayandaki varlığa, zihinlerde ki varlığa (ki o, marifettir) dilde olan varlığa (ki o konuşmaktır) itlak ediliyor. Hak olmak itibarı ile eşyanın en ahakki, vücudu (varlığı) bizatihi ezelen ve ebeden sabit olan, marifeti ezelen ve ebeden doğru olan, varlığına yapılan şeha-detin ezelen ve ebeden doğru olandır. Bütün bu saydıklarımız, hakiki varlığın (Allahın) Zatine mahsustur; başkasına değil. TENBİH : Bu isimden kulun hazzı şu olmalı: Her şeyden önce Kul, kendini batıl (Boş) saymalı ve bilmelidir ki, Allahtan başka hiç bir varlık Hak (Gerçek) değildir. Kul her ne kadar gerçek ise de ov kendi nefsi ile gerçek değil Allahın sayesinde Allahın izni ile gerçektir. Çünkü o, onunla mecuddur, (Allah onu yarattığı için var olmuştur), Zati ile mevcud değildir (yani varlığı kendinden değildir.) Çünkü kendi bizatihi boştur. Allah onu halk etmeseydi mevcud olmayacaktı. Bu sebebledir ki, Enel-Hak diyen yanılmıştır. Ancak iki tevil onu kurtarabilir: I) Bu sözü ile kendisi Hak tarafından yaratılmış olduğunu kasd etmesi ki, bu tevil uzak bir ihtimaldir. Çünkü lafzın bu mana ile uzak veya yakından hiç bir alakası yoktur. Sonra bu, kendisine has olan bir şey değildir. Çünkü Allahdan maada bütün her şey Allah tarafından yaratılmıştır. 2) Daima Hakla beraber olmak. Öylesine onunla olmak ki, ondan başka hiç bir şeyi gözü görmez!
İnsan, bir şey uğrunda kendisini gayp ederse yani kendini ona tam manasiyle verirse sanki o şey haline gelmiş olur.. Şairin sözü gibi: Ben sevdiğim kişiyim sevdiğim kişi de bendir. Ehli Tasavvuf, mevcudiyetleri bakımından kendilerini yok görünce, lisanlarında Allahın isimlerinden biri olan (Hak) lafzı dolaşmağa başlamıştır. Kelam ehli, efalle istidlali çok ileri safhaya götürdükleri için, lisanlarından umumiyetle Allahın El-Bari ismini dolaştırmışlardır. İnsanların çoğu Ondan başka -(Allahdan başka) gördükleri şeyle Allanın varlığını isbata çalışırlar.: Onlar, (Allahın) göklerde ve yerdeki o muazzam mülkü saltanat (in) a, Allahın yarattığı herhangi bir şeye, belki ecellerin yaklaşmış olduğuna da hiç bakmadılar mı? Artık bundan sonra hangi bir söze inanacaklar ki?v (D Sıddikler Ondan başka hiç bir şey görmezler onun için ona, yine onunla istişhad etmeye çalışırlar Rab-binin İter şeye şahit olması sana kafi değil nıi? (2) ElVEKİL O, işler, kendine havale edilendir. Lakin işler kendine havale edilen iki kısımdır: (!) El-Araf Suresi, 185. ayet. (2) Fussilet Suresi, 53. ayet. 1) Bazı işler kendine havale edilen ki, bu tam değil, noksandır. 2) Herşey kendine havale edilen.. Bu da ancak Allah için bahis konusu olabilir.. Kendisine işler havale edilen, ya bizatihi değil de, tevkil ve havale suretiyle havaleye müstahaktır ki, bu nakısdır. Çünkü O, Havale ve tevliyeye muhtaçtır. Ya da bizatihi buna mustahakktır. Bütün işler ve kalpler ona çevrilmiştir. Lakin bunlar, başkası tarafından tev-liye ve tafviz tankı ile değildir; bilakis buna bizatihi müstahak olmuştur. İşte bu, Vekil-i Mutlakın ta kendisidir! Sonra Vekil, kendisine havale edilenleri tam manasıyla yerine getiren ve hepsini değil de bazısını yerine getiren olmak üzere ikiye ayrılır. İşte Vekil-i Mutlak o varlıktır ki, kendisine havale edilenlerin hepsini noksansız olarak yapar ve tamamlar. İşte bu da yalnız ve yalnız Allahdır! Bu anlattıklarımızdan, kulun bu ismin manasından ne kadar hazzı olduğunu anlamış bulunuyorsun!. ElKAVİY ElMETIN Kuvvet, tam bir kudrete delalet eder. Metanetse, kuvvetin şiddetine delalet eder. Allah-ü Teala, tam bir kuvvete sahip olmak bakımından kavi, gücünün çok şiddetli olması itibarı ile de Metindir! Bu iki isim de Kudret manalarındandır ki bahsi ileride gelecektir. ElVELİY O, seven ve yardım edendir. Sevgisinden ne kasd edildiğini yukarıda izah ettik. Yardım etmesinden ne kasd edildiği de açıktır. Yani dostlarına yardım eder; din düşmanlarını kahr-ü perişan eder. Allah buyurmuştur Allah iman edenlerin vclisidir. (1) Yine buyurmuştur: Bunun sebebi şudur: Çünkü Allah şüphesiz iman edenlerin velisi (yardımcısı) dır. Kafirlere (gelince Hakiykaten) Onların velisi (yardımcısı) yoktur. (2) TENBİH : Kullardan veli olan o kişidir ki: Allahı, onun dostlarını sever, Allahın emirlerini tutar, kullarına yardım eder, düşmanları ile mücadele eder. Şeytan ve nefis hiç şüphe yok ki Allahın düşman-larındandır. Onlarla çarpışmak, onların sırtını yere getirmek, lazımdır. Çünkü her kim, onlarla çarpışıp da Allahln emrini yapmak suretiyle Allaha yardım ederse, Allah dostları ile dost düşmanları ile de düşman olursa işte o, kullardan veli olmuş kimselerden olmuş olur.. ELAMİD O, övülen demektir! Allah-ü Teala ezelde kendi zatını övmüş ve ebede kadar da kullan onu övecektir! (1) Bakara Süresi. 257. ayet. (2) Muhammed Suresi. 11. ayet. Bu, zikri edenlerin zikrini göz önünde tutarsak, Cemal, Uluv ve Kemal sıfatlarına dönüştüğünü görürüz! Çünkü Hamd, Kemal Sıfatlarını zikretemekten ibarettir. TENBİH: Kullardan Hamid o kişidir ki, inançları, ahlak ve amellerinden ötürü herkes tarafından övülür.. İşte Peygamber (S.A.V.) ona yakın olan Peygamberler, veliler ve ilmi ile amil olan alimler bu vasfa layık olanlardır. Her birerleri, kendi inanç ve ameline göre övülür.
Kullardan hiç kimse, kusurdan hali olmayacağından, övülecek huylan ne kadar çok olursa olsun yine de mutlak Hamid olamaz. Çünkü mutlak Hamid ancak ve ancak Allahtır. ElMUHSİ O, Alimdir. Lakin İlim Malumata izafe edildiği zaman, malumatı kuşatmak ve onu saymak hiç şüphe yok ki, İhsa adını alır. Öyleyse gerçek Muhsi ilmi her şeyi ihata eden, ve herşeyin mikdarmı bilip eksiksiz tastamam sayabilendir. Kul, her ne kadar bazı şeyleri bilip sayabilirse de her iyi hatta bir çok şey sayamıyacağmdan hakiki Muhsi olamaz! Şu halde mutlak Muhsi yalnız ve yalnız Allahtır! Kulun bundaki rolü ilim sıfatında olduğu gibi yok denecek kadar azdır!. ElMUBDİ ElMUİD Bu ismin manası, Mucid (icad edici) demektir. Ne var ki, eğer icad bir benzeri ile mesbuk değilse ibda tesmiye edilir. Benzeri ile mesbuk ise iade tesmiye edilir. Başlangıçta insanları halk eden şüphesiz ki Allahtır. Onları haşr etmek suretiyle tekrar iade edecek (yaratacak) olan yine Odur! Eşyanın hepsi Ondan olmuştur, yine ona avdet edecektir. Onunla başlamıştır, yine Onunla avd i edecektir.. ElMUHYİ ElMÜMİT Bu da aşağı yukarı icad manasındadır. Ancak şu farkla: Mevcut (var olan) eğer hayat ise bunu yapmaya ihya (diriltmek) denilir; yok eğer mevt (ölüm) ise bunu yapmaya imate (Öldürmek) tesmiye edilir. Ölümü de, hayatıda Allahtan başka kim yaratabilir. Bunların hepsini Allah yaratmıştır.. Dirilten de, öldüren de ancak Odur! Hayatın manasına, El-BAİS ismini şerh ederken anlatmıştık, tekrarına lüzum görmüyoruz. ElHAYY O, daima uyanık ve yapıcıdır. Çünkü fiili ve idraki olmayan ölü demektir! . İdrakin en az derecesi, idrak edenin, kendi nefsini bilmesidir. Kendini bilmeyen (tanımayan) cemat ve ölüdür! Şu halde tam manasıyla, kayidsız şartsız diri olan, bütün varlıklar kendi fiili, bütün idrak edilecekler kendi idraki tahtında bulundurandır. Bunların hepsi hiç şüphe yok ki Allah için bahis konusu olabilir. İşte bu sebebten Allah gerçek ve kayidsız şartsız Haydir. Ondan başka her canlının hayatı, (diri olması) İdraki ve fiili kadardır (yani onlarla ölçülebilir) ki, mahdud-dur.. Sonra canlı varlıklar da derece derecedir; Yukarda buna işaret etmiştik: Melekler, insanlar ve hayvanlar arasındaki derece farkları gibi. ElKAYYUM Şunu iyi bil ki: Eşya başlıca ikiye ayrılır; 1 — Araz ve vasıflar gibi mekana muhtaç olup da. kendi nefisleri ile kaim olmayan, 2— Mekana muhtaç olmayan ve kendi nef,si ile kaim olduğu söylenen: Cevher gibi.. Ancak Cevher, her ne kadar kendi nefsi ile kaim ise de bir mahalle (yere) muhtaç değilse de, kendinde bulunması şart olan bazn şeylerden hali değildir. Bu itibarle ona kendi nefisle kaimdir, deyemeyiz. Çünkü o, kıyamında (ayakda durmasında) başkasının varlığına muhtaç olmaktadır, mahalle (yere) muhtaç değilse de.. Kendi zatı ile kaim olmasında, hiç bir yere, hiç bir şeye muhtaç olmayana (Kaimun bi nefsihi mutlaken) denir. Kendi nefsiyle kaim olmasında hiç bir şeye muhtaç olmayan, bununla beraber, her mevcud kendi sayesinde ayakta durabilen, Onsuz, eşya için varlık, tasavvur edilemeyene de KAYYUM denilir. Çünkü Onun kıvamı kendi zatı ile, olduğu gibi her şeyin kıvamı da onunla olmuştur.. İşte bu vasıf ancak Allaha layıktır! Kulun bu vasıfdan hazzı, Allahdan başkasından müs-teğni olduğu kadardır.. ElVACİD Hiç bir şeye ihtiyacı olmayan demektir. Bu kelime -ElFakid (yitiren) kelimesinin karşılığında kullanılır. Kişi, ihtiyacı olmayan bir :-r-yi kayıb ettiği zaman, fakid sayılmaz. Zatına ve zatının c;aaline taalluk etmeyen bir şey elde ettiği zaman da da kendisine Vacid denilmez. Öyleyse Vacid, İlahi sıfatlar babında mutlaka bulunması gereken hususlara ihtiyaç duymaksızın kendisinde bulunan demektir. İşte bu, Allah için mevcuttur. O, (Allah) bu itibarle Vacid olumuştur. Hem de Vacid-i Mutlak! Ondan başkası, bazı ahlaki faziletler ve kemalat-lar elde edebilse de ona Vacid denilemez. Çünkü o bunun yanında elde edemediği bir çok şeyler kaybetmiştir..
Bir şeyler elde edebilse dahi madunu olan kişilere nisbeten bir şey elde etmiştir, hepsi o kadar. ElMACİD Bu, El-MECİD Manasmdadır: Alimin Alim manasında olduğu gibi. Ancak aralarındaki fark şudur. Sıfatı müşebbehe Olan El- ALİMde mana ziyadeliği vardır. Yukarıda bu bahis geçmiştir. ElVAHİD O, bölünmeyen, ikilenmeyen (Bir ikincisi olmayan) demektir. BÖLÜNMEYEN: CEVHER-t VAHİD gibidir. Taksim kabul etmeyene Vahid denilmesi, onun parçası olmamasındandır. Nokta da böyledir, parçası yoktur. ALLAH birdir demek, zatında bölünmesi imkansız demektir. İkilenmeyen (ikincisi) olmayan bir şeye misal verecek olursak buna güneşi misal verebiliriz. Çünkü Onun eşi (bir daha onun gibi güneş) yoktur. Bunun, cisim olması itibarı ile zatında parçalanmak suretiyle inkısam kabul etiğini söyliyebiliriz. Ne var ki bunun eşi yoktur! Fakat bir eşinin bulunması mümkündür.. Tek olan mutlak tek olan, bir ikincisi bulunmayan ve bulunması mustahil olan ezelde, ebedde tek olan ancak Allahtır.. Kulun tek olması, kendi ebnal cinsine nisbeten bazı ahlaki üstünlükleri haiz bulunması babından mecazi anlamdadır. Çünkü her ne kadar bazı hususlarda -eşsiz olursa da, zamanla eşsiz olduğu haslette onun gibi olacak hatta onu geçecek biri çıkabilir.. Öyleyse kayıdsız şartsız tek olmak, eşsiz olmak ancak ve ancak Allaha mahsustur. EsSAMED O, ihtiyaç ve dileklerde kendisine müracaat edilen arzu ve bütün istekler kendisine sunulandır. Çünkü sonsuz büyüklük ve ihsan Ondadır. Allah, gerek din ve gerek dünya işleri için, insanları kime muhtaç etmişse, şüphe yok ki, bu vasıftan-ona ihsanda bulunmuş olur. Ne varki mutlak Samad her bakımdan kendisine baş vurulup sığınılandır. Bu da hiç şüphe yok ki, Allahtır.. ElKADİR ElMUKTEDİR Bu iki (ismin) manası, kudret sahibi demektir. Ancak şu farkla: El- Muktedir ismi mübalağa (ziyadelik) bakımmdan biraz da fazla mana ifade etmektedir. – Kudret, irade ve ilmin takdiri ile bir şey icad etmek kabiliyetidir. El-KADİR: İsterse yapar, isterse yapmaz.. Demektir. Dilemek (murat etmek) bunun şartından değildir tabii.. Allah şu anda kıyameti ikame etmeye kadirdir. Çünkü isterse bunu yapar. Eğer kıyameti şu anda koparmıyorsa, demek ki,, onun henüz dilememiştir ve şu anda olmasını istememiştir de. Çünkü Ezelde onun ne zaman kopacağı takdir ve. tayin edilmiştir de henüz zamanı gelmemiştir.. Bunun böyle olması, Allahın Kudret sıfatına halel getirmez. KADİR-İ MUTLAK, Öyle bir varlıktır ki, her varlığı yaratır ve yaratırken hiç kimsenin yardımına muhtaç olmaz. İşte o da Allahtır. Kula gelince, Onun da kendine göre kudreti (gücü) var ama,, çok zayıf ve çok noksandır.. O, ancak bazı mümkün olan şeylerin hakkından gelebilir. Yaratma iktidarı yoktur. Çünkü Kul için mukadder olanları da, yine kul vasıtası ile Allah yaratmaktadır. Çünkü onun hakkında mukadder olan hususların var olma sebeblerini yaratan Odur!. Bu derin bir meseledir. Bu gibi hacmi küçük kltablar kaldıramaz bunu. ElMUKADDİM ElMUAHHİR Yaklaştıran da uzaklaştıran da Odur. Kimi yak-laştirmışsa, onu takdim, kimi uzaklaştırmışsa onu tehir etmiştir.. Peygamber ve dostlarını, kendisine yaklaştırmakla takdim, düşmanlarını kendisinden uzaklaştırmak, kendi ile onlar arasını perdelemekle tehir etmiştir. Bir kıral iki şahsı kendisine yaklaştınrsa ve fakat birini kendine daha yakın bir yerde oturtsa tabi onu diğerinin önüne geçirmiş olmakla takdim etmiş olur. Önde olma keyfiyeti, ya yer bakımından olur veyahut rütbe bakımından. Şüphesiz, kendisinden uzakta olana muzaftır (nis-bet edilmiştir) O.. Bunda bir maksad olmalıdır. (Kainatta bütün varlıkların maksadı hiç şüphe yok ki,) Allahtır..
Allah katında mukaddem olan hiç şüphe yok ki Mukarreb olandır. Önce melekleri, sonra peygambeıleri, daha sonra velileri ve onları takiben de (ilmi ile amil olan) alimleri takdim etmiştir, (diğer mahlukata..) Her tehir edilen, makabline nisbeten takdim edilmiştir. Her takdim edilen de mabadine nisbeten takdim edilmiştir.. İşte Mukaddim de Muahhir de Allahtır. Çünkü onların (yani Kulların) ilerlemesini veya gerilemesini gördüğümüz zaman, onları ilerleten veya himmetlerini ibadetten azaltıp gerileten kim olduğunu anlamakta güçlük çekermiyiz hiç? İşte bunlann hepsi Allahtandır. Bunun için de O, hem Mukaddimdir (ilerleten), hem Muahhirdir (gerileten).. Takdim ile tehirden murat, rütbe bakımından ilerleme veya gerilemedir. Demek ki ilerleyen, kendi bilgi ve kabiliyeti ile değil de Allahın ilerletmesi sebebiyle ilerlemiştir. Geri-liyen de öyie>Bu iddiam;jzı isbatlayacak iki ayet: Şüphe yok ki, kendileri için bizden en güzel (bir saadet) sebkelmiş (takdir edilmiş) olanlar, işte bunlar oradan (cehennemden) uzaklaştırılmışlardır. (1) Eğer biz dileseydik herkesi elbette hidayete erdirirdik. Fakat benden (sadır olan şu): Cehennemi bütün cinlerle insanlardan (niceleri ile) muhakkak dolduracağım (2) sözü hak olmuştur. Fiiller sıfatından kulun hazzı meydandadır. Bu sebeble, mevzuun uzamasını istemediğimizden her isimde aynı şeyleri tekararlamaktan sarf-ı nazar ettik. ElEVVEL El AHİR Bil ki; Evvel, bir şeyler izafetle ancak evvel olur. Ahir de öyle şu halde bunlar birbirlerine zıt iki manadırlar. Öyleyse bir şey aynı şeye izafetle hem evvel, ve hem ahir (son) olması imkansızdır. Varlığın tertip ve tanzimine, tertip edilmiş mevcudatın silsilesine baktığın zaman, görürsün ki, Allah mevcudata nisbetle hepsinden evveldir. Çünkü mevcudatın hepsi varlıklarını ondan almışlardır. O, ise kendi zatı ile mevcuttur (varlığı kendindedir). Varlığına hiç kimseden almamıştır. Sulukün tertibine baktığında, seyr edenleri;a menzillerini gözden geçirdiğinde, ariflerin en so-a derecesi Önu – (Allahi) bilmektir. Onun marifetinde evvel olan (1) El Enbiya Suresi. 101. ayet. (2) Es Secde Suresi. 13. ayet. her marifet demek ki Ona ulaşmak için bir merdivendir. Şu halde Menzil-i Aksa (En son menzil) MARİFETULLAHtır. Demek oluyor ki, suluke izafetle o, sondur. Varlığa izafetle ise o evveldir. Netice: varlıkların başlangıcı Ondandır ve yine en son Ona döneceklerdir. ElBATIN EzZAHİR Bu iki vasıf da muzaflardandır: Zahir, bir şeyin batını olur. Bir şey, ayru yönden hem zahir, hem batın olamaz. İdrake izafetle bir yönden zahir ve diğer yönden batın olur. Şu halde zuhur (açıklık) butun (gizlilik) idraklere izafetle kabili tasavvur oluyor. Allah, his ve hayal idraklarınm gücü ile aranacak olursa batın, istidlal tarikini elde eden akıl ve mantık gücü ile aranacak olursa zahirdir.. SUAL: Hislerin idrake, izafetle, batın oluşu açıktır, izaha lüzum yok.. Akıl için zahir oluşu meselesine gelince, anlaşılması biraz güç. Çünkü zahir (açık) olan herhangi bir şeyi herkes görür. Onu idrak etme babında halk arasında fikir ayrıldığı olmaz. Bu ise, insanlar arasında ihtilaf konusu olmuştur.. (Zira ona, inananlar bulunduğu gibi inanmıyanlarda olmuştur..) CEVAP: Şüphesiz O, zuhurunun şiddetinden hafi (Gizli) lmuştur. Onun zuhuru, batınının (hafi olmasının) Msebebidir. Nuru ise, nurunun perdesidir.. Haddini aşan her şey ziddi üzerine inikas eder. Bunu bir misal vermeden anlayamayacaksın, galiba. İşte sana misal: Bir katip tarafında yazılan bir kelimeye baktığın zaman, o kelime ile onun alim, Kadir, Semi, Basir ol-; duğuna istidlal eder ve ondan yakın elde edersin! Çünkü bu sıfatlar (nitelikler) onda bulunmuştur
Tek bir kelime, katibin varlığına, onun gören, gücü yeten, duyan ve yaşayan bir varlık olduğuna delalet ederse göklerde, yerde, bulunan gezegenler, güneş, ay, hayvan, bitki gibi varlıklar, kendilerini meydana getirecek ve idare edecek bir varlığa delalet etmez mi? Hatta insan, yalnız kendi varlığını incelese bile, kendisinin bir yaradıcısı, idare edicisi olduğunu hemen idrak eder.. . Eşya, görme bakımından çeşit çeşit olursa, yani kP misi görüp de kimisi göremezse, hepsi için yakın hasıl olur. Lakin müşahedeler çoğalınca, zuhurun şiddetinden görünmez olur.. Misali Eşyanın en meydanda olanı, duyularla idrak edilendir. Bunun da en zahir olanı gözle görülendir. Gözle görünenler arasında en meydanda olanı bütün cisimleri aydınlatan güneşin ışığıdır. Her şeye ışık veren yani her şey kendi sayesinde aydınlığa kavuşan bir şeyin kendisinin zahir olmaması düşünülebilir mi? Bu gerçeği bir çok kimseler anlayamadılar da şöyle dediler Renkli şeylerde ancak kendi renkleri bulunur. Si-yahsa siyah, kırmızı ise kırmızı olur.. Bu renklerle beraber bir ziya veya nurun bulunası ise mümkün değildir. Sonra böyle düşünenler idrak ettiler renkli olan şeylerde de nurun bulunduğuna kail oldular. İdraklerinin sebebi şudur: Gölge ile, aydınlığın bulunduğu yer arasındaki fark ile, gece ile gündüzün arasındaki fark. Güneşin geceleyin gaybubeti, gündüzleri de karanlık cisimlerdpn uzaklaşması düşünüldüğünde, renkli olan şeylerden ederinin kesildiği görüldü. Ve böylece güneşin tesiri ile aydınlananla, ondan mahrum olan karanlık arasındaki fark anlaşıldı. Nurun varlığı, bu suretle nurun yokluğu ile meydana çıkmış oldu.. Varlık haleti, yokluk haletine izafe edildiği vakit, her iki halde de renklerin kaybolmadığı görülerek aradaki fark hemen anlaşılır. Eğer güneş devamlı olarak cisimleri aydmlatmak-da devam etseydi, hiç gözden kayıp olmasaydı (geceleri olduğu gibi) o zaman aydınlığın, diğer renklerden farklı bir şey olduğu bilinemezdi. Halbuki o, Eşyada en zahir olan bir şeydir. Hatta bütün eşyayı aydınlatan odur. Netice : Eğer Allah-ü Teala ve Tekaddes Hazretlerine (Haşa) yokluk veya bazı şeylerden gaybubeti düşünülsey-ii, gökler ve, yerler ve nurundan mahrum olan her şey, yıkılırdı ve iki hal arasındaki fark anlaşılıp kati suretle varlığı idrak edilirdi. Lakin, bütün eşya şehadet hususunda söz birliği ettiği, bütün haller yeknasak muttarit olduğu için, bu, Hefasına (gizli olmasına) sebeb olmuştur. Nuru ile mahlukattan gizlenen, Zuhurunun şidr ttetinden onlardan gizli kalan ulu varlık, seni (bütün mevcudiyetimle) tenzih ederim. Evet O (Allah), zahirdir, hem de öylesine zahir ki ondan zahir hiç bir şey yoktur; O, Batındır.. Öyleysi-ne Batm ki, ondan daha batın hiç bir şey yoktur. TENBİH: Allanın bu sıfatlan hakkında verdiğimiz bilgiye hayret etme! İnsanı insan yapan da içi ve dışıdır. Tertipli ve düzenli hareketleri ile Zahirdir. His idraki yönünden incelendiği zaman da o batındır. Çünkü his, beşeresinin (Vücudunun) zahirine tealluk eder. tnsan, ondan görünen bedeni ve eti ile insan değildir. Onun cildi hatta azalarından bir kaç tanesi değişse bile yine o, odur. Ne varki bazı azalan (eczaları) değişmiştir. Belki de büyüdüğü zaman insan vücudunun aldığı deri ve parçalan, küçüklüğündekinden başkadır. Zamanla onlar, emsali ile gıda almak suretiyle değişmişlerdir ama, yine de insan insandır. Hüviyeti değişmemiştir. İşte o hüviyet, duyulardan gizlidir, lakin, eser ve fiilleri ile (hareketleri ile) istidlal yolu ile akla zahirdir.. ElBERR O, ihsanda bulunandır (iyilik yapandır). Her iyilik ve ihsanın ana kaynağı O, olduğundan mutlak iyilik sahibi ancak ve ancak Odur. Kul, ancak gücü yettiği kadar iyilik yapabilir. Bilhassa anne-babası ile üstadlan ve şeyhlerine karşı iyilik ve ihsanda bulunabilir. . Bir Rivayet: Musa Aleyhisselam, Rabbi ile konuştuğu zaman, arşa ilişmiş bir adam gördü ve sordu: — Yarabbi, bu kul, bu mevkiye nasıl erişti? lah-ü Teala izah buyurdu: — Bu kul, kullanma verdiklerimden ötürü hiç kimseyi. kıskanmazdı. Üstelik anne-babasına son derece iyilik yapardı.. İşte bu, kulun iyiliğidir. Yani kulun iyiliğine verilen bir misaldir.
Allahın mahlukatina karşı olan iyilik ve ihsanını anlatacak olursak mevzu çok uzar. Bazı anlattıklan-mızdan, isteyen istifade edebilir.. etTEVVAB Kulun defalarca tevbe etmesi için imkanlar sağlı-yan şüphesiz ki Odur! Kullar, Allahın ayetlerini, gördükleri zaman, işledikleri günahlar yüzünden çarpıştırılacaklan ceza kendilerine bildirildiğinde hemen tevbe etmeye koşarlar, Allahda tevbelerini kabul edip onlara ihsan ve ikramda bulunur.. TENBİH : Emrinde bulundurduğu kişiler veya arkadaşları tarafından işlenen suçları tekrar tekrar afv eden kişi, bu ahlakla ahlaklanmış ve bundan nasibini almış demektir. ElMÜNTEKİM Asilerin belini kıran, canilerin hakkından gelen,, taşkınlık yapan azgınların haddini bildiren şüphesiz ki Odur! Tabii bu ukubet (Ceza) faslı, onları defalarca mazur gördükten, onlan uyardıktan, defalarca onlara fırsat verdikten sonradır.. Bu şekildeki intikam, peşin alınan intikamden daha çetindir. Çünkü fazla masiyet işlemiş olmaları, onların daha çetin azaba çarptırılmalarına sebeb olacaktır.. TENBİH : Kulların alacağı intikamlarından makbul olan intikam,- Allah düşmanlarından olacağı intikamdır. Düşmanların en zorlusu hiç şüphe yok ki kulun nefsidir.. Bir masiyet irtikap ettiğinde veya ibadetlerden birine halel getirdiğinde, ondan intikam almak kulun en başta gelen meşru haklarındandır.. Bayezid-i Bistamiden nakledilmiştir. Nefis beni, bir gece zevkli ibadetlerimden alıkoydu. Fakat ben de ona tam bir sene su vermemekle intikamımı aldım. İşte nefisden intikam böyle alınmalıdır. ElAFUVV Bu, günahları mahveden, masiyetlerden geçiveren-dir. Bu itibarle bu isim Gafur ismine yakındır. Ancak şu farkla; Gafurdan çok mana ifade etmektedir. Çünkü Gufran, günahları örtüvermek demektir, Afv ise günahları kökünden kazımaktır.. Bir şeyi kökünden kazımak, o şeyi örtmekten daha iyidir, tabii.. Kulun bu isimden alacağı nasip meydanda.. Kendisine zülm eden kişiyi afv eder, hatta ona iyilik bile yapar. Allahı görmüyor mu? Dünyada asilere ve kafirlere nasıl ihsanda bulunuyor da küfür ve isyanlanhdan dolayı onları hemen cezalandırmıyor.. Hatta tevbe edip, günahlarından veya küfürlerinden vaz geçtikleri zaman, Allahı onları bağışlamaktadır da. Çünkü günahına tevbe eden, günah işlemeyen kişi gibidir.. İşte suçu afv edip kökten kazımanın gerçek manası budur! ErRAUF Rafet sahibi demektir. Rafet (şefkat dediğimiz) aşırı merhamet manasına gelir. Bu itibarle bu kelime (isim) Rahim manasındadır. Ancak bunda, – mana yönünden – biraz fazlalık vardır. MALİKULMÜLK Bu, dileğini, memleketinde istediği gibi yürüten demektir: İstediği zaman var eder, istediğinde yok eder, istediğinde bırakır. Mülkün buradaki anlamı, Memlekettir. Malik, ise tastamam bir kudrete sahip olan manasınadır. Varlık aleminin bütünü tek bir memlekettir. O ise bu memleketin (ülkenin) sahibi. Varlık aleminin tek bir memleket sayılması, içinde bulunan varlıkların birbirlerine bağlı olmasından ileri gelmektedir. Bunlar, bir bakıma her ne kadar çok görünürlerse de diğer yönden bir sayılırlar.. Tıpkı insan gibi. İnsan hakikatin bir memleketidir..1 Lakin bu memleket bir çok azadan teşekkül etmektedir. Bu. azalar birbirlerine yardım ediyorlar ki, insan hakikatinin istekleri yerine gelsin. Bu itibarla bu, tek bir memleket olmuştur.. fşte bütün alem de tek bir şahıs gibidir. Alemin eczası, tek bir gaye için birbirlerine yardımcı olan o şahsın azalan gibidir..
Allahm ihsanı, bütün alemde tam manası ile gerçekleşsin diye bu ecza-i alem devamlı surette bir birlerine yardım etmekte, yekdiğerlerini tamamlamaktadırlar.. Bütün alemin yeknesak oluşu aynı nizam ve intizam içinde bulunuşu itiban ile tek bir ülke sayılmıştır. Bu ülkenin sahibi de hiç şüphe yok ki, yalnız ve yalnız: Allahtır. Kulun ülkesine gelince, Onun ülkesi, bedenidir. O, gerek kalbine ve gerekse diğer azalarına söz geçirebilirse, kendisine verilen kudret nisbetinde, kendi ülkesinin sahibi olur.. ZÜL CELAL VEL İKRAM Onun olmiyan hiç bir yücelik ve mükemmellik yoktur. Hiç bir Keramet ve şeref yoktur ki, Ondan sadır olmasın. Onun Celali zatında; kerameti (iyilik ve ihsanı) ise, ondan malukatına saçılmaktadır. Mahlukata olan ikramının çeşitleri sayılmayacak kadar çoktur. Bunu, (Ve Lekad kerremna beni ademe: Andolsun ki biz Adem oğullarını üstün bir izzet ve şerefe mazhar kil-mışızdir.) = Sure-i İsra, 70. ayet. elVALİ Mahlukatın işlerini yoluna koyan ve gereği gibi idare eden ancak Odur. Velayet, Tedbir, Kudret ve Fiil gibi hususları işar eder. Bunları kendinde bulundurmayana vali denemez! Bütün umurun (işlerin) valisi şüphe yok ki, Allahtır. O işleri önce tedbir, etmiştir, ikinci defa tahkik sahasına çıkarmıştır, üçüncü defa da onları devam ettirmiş ve idaresinde bulundurmuştur.. Bu isim, EL-Aliy (yüce) manasındadır. Ne varki bunda biraz mana fazlalığı mevcuddur.. ELMUKSİT Mazluma acıyıp, zalimin elinden kurtaran demektir. Bunun kemali, hem mazlumu, hem zalimi hoşnut, etmekle gerçekleşir. İşte son derece adalet ve insaf budur. Buna Al-lahdan başka kimin gücü yeter ki. Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem; Eshabı arasında otururlerken tebessüm ettiler ve ön dişleri görüldü. Hz. Ömer (R.A.) sordular: — Anam, babam sana feda olsun, neden güldünüz? Cevab verdiler: — Ümmetimden iki kişi Allahın huzurunda diz çökmüşler. Biri diyor ki: —Yarabbi bundan hakkımı al! Allah öbürüne: — Kardeşine hakkını ver! — Yarabbi hiç sevabım kalmadı ki! Allah öbürüne hitaben: — Kardeşine ne vereceksin şimdi, bak hiç sevabı kalmamış? der, Hakkını isteyen cevab verir: — Yarabbi (mademki sevabı kalmamış) öyleyse benim günahlarımdan alsın! Bunu anlattıktan sonra Resullallah (S.A.V.)in mübarek gözleri dolar ve şöyle buyurdular: İşte O gün, gerçekten büyük bir gündür! Çünkü insanlar çaresiz birbirlerinin günahlarını yüklenecekler. Sonra kıssaya devam ettiler: Allah, alacaklıya hitaben der ki: — Gözlerini kaldır da cennetlere bak! Adam başını kaldırınca şöyle haykırmaktan kendini alamaz: — A. A. Gümüş şehirleri inci karışık altın köşkler görüyorum! Yarabbi, bunlar acaba hangi Siddikin, hangi Şehidin olacaktır? Allah buyurur: — Bunların değerini kim verirse, onun olacak!. — Bunları alabilecek kadar zengin var mı ki. esmA-i hüsnA şerhi — Tabii. Bunları pekala sen alabilirsin. Çünkü sende bu imkan mevcuddur. — Ne ile Yarabbi! — Kardeşini (Din kardeşini) afv etmekle, suçunu-bağışlamakla, ondaki alacağından vaz geçmekle.. — Afvettim onu Yarabbi! — Madem afv ettin, tut kardeşinin elinden doğru-girin Cennete! diye onu taltif eder.. Bu kıssayı anlattıktan sonra Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurdular: Allahdan korkun, birbirlerinizi barıştırın. Çünkü Allah kıyamet günü Müminlerin arasını bulacaktır.. İşte zalimden hakkını alıp mazluma vermek böyle olur ki, bunu tam rrianasiyle Allahdan başkası yapamaz.. Bu isimden kulun alacağı nasip, hisse şudur: Evvel kendisinin yaptığı haksızlıklardan vaz geçer: Sonra başkasına yapılan haksızlığı gidermek için uğraşır. Başkası tarafından kendisine yapılan haksızlığa sabr eder.. (Yukarıda arz ettiğimiz hadisi, Hakim,. Enesden (R.A.) rivayet etmiştir.)
ElCAMİ Bu isim; birbirlerine benziyen, birbirlerine benze-miyen, birbirlerinin zıddı olan varlıkları bir araya toplayan manasına gelir. Birbirlerine benzeyenleri bir araya getirme meselesine gelince: Allah, yeryüzünde bir çok insanı yaratmış ve onları kıyamet günü aynı bir yerde toplayacaktır.. Birbirlerine aykın olan varlıkları bir araya getirmesi meselesine gelince, Allah; gökler, yıldızlar, hava, yer, denizler, hayvanlar, bitkiler, çeşitli madenler. Ve şekilleri, renkleri, tatlan ve bir çok vasıfları birbirlerine uymuyan varlıkları bir araya getirmiştir. Sonra canlı varlıklarda, et, kemik, adele, damar, beyin, cild ve kar gibi çeşitli şeyleri cemetmiştir. Birbirlerine zıd olanları bir araya getirmesi meselesine gelince:Allah; hararet, burudet, rutubet, yubuset (kuruluk) gibi birbirlerine zıt olan unsurları canlı varlıkların terkibinde bir araya getirmiştir. Bundan daha mükemmel iş ne olabilir? Bunları ayrı ayn anlamak veya anlatmak, ancak dünya ve ahirette bunları mufassal şekilde bilene müyesserdir. Evet bütün bunları derinlemesine şerh ve izah etmek, uzun vakitlere müsteniddir.. TENBİH : Kullardan bu vasfa layık olan o kişidir ki, dış görünüşteki edeb ve terbiye kaidelerini, iyi davranışları ile, iç görünüşteki yani kalbi olan davranışlanndaki incelikleri bir araya getirir. Marifeti tam, siyreti güzel olan kişiye (Mecazi anlamda) cami denebilir. Bu sebeble KAMİL kişiyi şöyle tarif ettiler: Kamil insan o kişidir ki; marifetinin nuru, veraı-nın nurunu söndürmez! Sabır ile basireti bir araya getirmek de imkansız-dır.. Bundan dölayıdırki, zühd-ü takvaya karşı son derece sabırlı olan kişide basiret göremiyoruz. Bunun aksi olarak da, basiret sahibinde de sabır görülemiyor. İşte Cami, sabırla basiret arasını cemedendir. ElMUGNİ Bu, ne zatında ve ne sıfatında başkası ile ilgisi olmayan, başkalarıyla alakası olmaktan tamamen münezzeh olan, demektir. Zatı veya sıfatı, kendi zatından hariç herhangi bir şeye taalluk ederse, onun varlığı veya kemali ona bağlı olur. Böyle olan şey veya kimse muhakkak kesbe (kazanmaya) muhtaç demektir. Allahın ise hiç kimseye ihtiyacı yoktur, zira cümle alem ona muhtaçtır. Muğni olan (zengin eden) de Odur. Lakin zengin ettiği kimse, asla mutLJc zengin olamaz. Çünkü zenginliği ile kullardan emsaline muhtaç olamazsa dahi O, yine Allaha muhtaçtır. Şu halde hakiki zengin hiç kimseye ve hiç bir şeye ihtiyacı olmayan yalnız ve yalnız Allahtır. Başkasına muhtaç olmayıp da Allaha muhtaç olana zengin, yalnız mecazi anlamda denebilir. Çünkü hakiki manada o, asla zengin değildir. Allah buyuruyor: Allah Ganiy-dir, siz ise fakirlersiniz (1) Allahdan başkasına ihtiyacı olmuyan kişiye zengin denmesi, düşünülmeseydi Allahı (elMUGNİ). ismiyle vasf etmek sahib olmazdı. Onun için Allahdan başkasına ihtiyacı olmıyana da zengin denebilir. (Amma yukarda anlattığımız gibi. Mecazi anlamda. Çünkü gerçek manada zengin Allahtan başka kimse olamaz!.) (1) Muhammet! Suresi, 38. ayet. ElMANİ Dinlerde veya bedenlerde görülecek noksanlığı veya helaki, ona karşı hazırlanmış koruyucu sebeblerle önleyen, şüphe yok ki Odur! Yukanda (Hafız) isminin manasıgeçmiştir. Hafiz kelimesini icablarında birisi de önlemedir. (Hafiz) isminin manasını anlayan, El-Mani isminin manasını da anlar. Men helake sürükleyen sebebe izafe edilir; Hıfz (Koruma) ise, helaktan korunana izafe edilir. Felaketi önlemekten maksad ve gaye, felakete duçar olacak kişiyi veya şeyi korumaktır. Manden hıfs kasd edilip de, hıfzdan men kasd edilmediğine göre, her hafız (koruyan) önleyicidir; her önleyici, koruyucu değildir. Meğerki önleyiciden, bütün helak sebeblerin önleyicisi kasd edile. ELNur EnNAFİ Bu, hayrında şerrinde, faydanında zararında kendinden sadır olan, manasına gelir.. Bütün bunların hepsi; ya melekler ya insanlar veya cemadat vasıtasıy-ie, veyahut da doğrudan doğruya Allaha izafe edilir. Sanma ki, zehir (kendisi) öldürüyor, yemek (kendisi) doyuruyor, melek, insan, şeytan veya felek, yıldız gibi yaratıklardan herhangi biri hayra, şerre, fayda veya zarar vermeye kadirdir. Bilakis bunların hepsi,.
neye teshir edilmişse onu yapmaktadır ki, ezeli kudrete izafe edilirler. Kalemin itikad-i ammide katibe izafe edildiği gibi.. Sultan, iyilik ve zarar bildiren bir evrakı imzaladığı zaman, onun fayda veya zararı kalemin kendisinden değil ancak kalemi kullananlardandır. İtikadi ammide tabirini kullanmamızın sebebi şudur; Çünkü cahil, kalemin, katibin emrinde olduğunu sanır, arif ise, onun Allahın emrinde olan bir kimsenin elinde olduğunu anlar. Çünkü katibi ve katibdeki gücü kabiliyeti yaratan, parmaklarına ve kaleme hareket veren şüphe yok ki, Allahtır.. Onun için kalem istese de istemese de yazacaktır. Hatta yazmak istememesi de mümkün değildir. Çünkü gerçek yazan Allahtır. Canlılarda bu, böyle olursa, cansızlarda bunun aksi hiç düşünülemez. Çünkü cansızlarda keyfiyet izaha lüzum görülmeyecek kadar açıktır. EnNUR O, öyle bir zahirdir ki bütün zuhur onunladır. Çünkü kendi nefsinde zahir olan (görünen) ve başkasını da gösteren nesneye NURdenir. Varlık yoklukla karşılaştığı zaman, şüphesiz zuhur (görünme) şansı varlığındır. Çünkü yokluktan daha karanlık bir şey yoktur. Yokluk karanlığından hatta yokluk imkanından beri, bütün eşyayı yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran NUR adını almaya herşeyden ve herkesden daha layıktır. Bütün eşyayı aydınlatan nur, şüphesiz ki Onun zatının nurundandır. Çünkü göklerin ve yerin nuru Odur! Nasıl ki, güneşin aydınlattığı her zerre, güneşin varlığına bir delildir, kainatın her zerresinde görünen aydınlık da, o aydınlığı yaratan varlığın mevcud olmasına bir delil teşkil etmektedir.. (EzZahir) İ&m-i Celilinde yaptığımız açıklama, nurun manasını anlatmaya yetişir de artar bile. elHADİ O öyle bir varlıktır ki, kullarından havas olanlarına, zatını tanımaya hidayet etmiştir de onunla, zatının bilinmesine delil getirmişlerdir. Kullarından avam tabakasına, yaratıklarını göstermiştir de onlar, onunla zatını isbata koyulmuşlardır. ; Hülasa her yaratığı, neye ihtiyacı varsa, ne yap-ması lazım gelirse ona hidayet etmiştir. İşle çocuğa doğar doğmaz, meme emme İlhamını, civcive yumurtadan çıkar çıkmaz yerdeki taneleri toplama ilhamını veren o olmuştur. Ya arı? Ona altı köşe şeklinde petek yapmayı kim göstermiştir? Bunların hepsini ayrı ayrı açıklayacak olursak konu uzayıp gider. İki ayetle anlatmaya çalışalım: 1 — Bizim Rabbhniz her şeye hilkatini veren, sonra da doğru yolunu gösterendir (1) (1) Ta-Ha Suresi. 50. ayet. 2 — Takdir eden (ona göre de) yol gösterendir. (1). İnsanlardan hidayet edenler, peygamberler ve halkı doğru yola irşat eden alimlerdir. Aslında insanları onların vaşıtasıyle hidayet eden Allahtır. Çünkü peygamberler olsun, alimler olsun, Onun emirlerini yerine getirmeye yine Onun tarafından vazifelendirilmişler-dir. elBEDİ Bu, Zatında-, sıfatında ve ona raci olan her işte emsali görülmemiş demektir.. İşte bu vasıf mutlak surette ancak Allaha mahsustur. Çünkü Bedi-i Mutlak ancak ve ancak Odur! Çünkü Ondan evvel kimse ve hiç bir şey yok ki, misli görülmüş olsun; Ondan sonraki varlıkların, hepsini O, yaratmıştır. Yaratıklar, hiç bir zaman kendilerini yaratanla bir olamazlar. Şu halde O (Allah), ezelen ve ebeden Bediidir. Herhangi bir kulunu, peygamberlik veya velilik vererek üstün kılmışsa, bu üstünlük ancak bazı zamanlarda veya kendi asrında olmuştur. Şu halde o kul, kendisine verilen bu üstünlükle, ancak kendi zamanına izafetle Bedii olmuştur. ElBAKİ Bu, bizatihi varhği vacib olan manasına gelir. Ne (1) El-Ala Suresi, 3. ayet. var ki, zihinde istikbal düşünüldüğünde bun baki denilir. Mazi düşünüldüğünde kadim denilir. Mutlak baki, varlığının takdiri namütenahidir.. Buna, ebedidir, diye de tabir edilir. Mutlak kadim, varlığının evveh olmayan demek- : tir ki, buna ezeli de denilir. Bizatihi varlığı vacip de- ; diğimiz zaman, bütün bu manaları içine alır. Bu isimler, ancak mazi veya istikbale izafetle oluyor.
Çünkü mazi ve istikbalde bazı değişiklikler oluyor. Zira her ikisi de zamandan ibarettir. Tagayyür (değişme) ve hareket zaman icabıdır. Çünkü hareket bizatihi mazi ve müstakbele bölünmektedir. Değişen, değişme vasıtasıyle zamanla alakası bulunmaktadır. Tagayyür ve hareketten hali olan, zaman içinde değildir. Onun için de, onda mazi (geçmiş) ve müstakbel (gelecek) zaman yoktur. O bize göredir; geçmiş zamanda geçen hadiselere, bunlar geçmiştir, geçmiş zamanda vukua gelmiştir; ileride vukua geleceklere de ilerde olacaktır, şimdi hali hazırda olan hadiselere de şimdi cereyan etmektedir, deriz.. Hak Teala, zamandan da öncedir, çünkü zamanı O yaratmıştır. Zamanı yarattığı zaman, zatından hiç bir şey değişmemiştir. Zamanı yaratmazdan önce, zamanın onun üzerinde hiç bir rolü yoktu. Çünkü zaman diye bir mefhum yoktu.. Zamanı yarattıktan sonra da nasıl idiyse öyle kaldı. Bekanın Zatil-Baki üzerine zait bir sıfat olduğunu iddia eden yanılmıştır. Kıdemin Zatil-Kadim üzerine sıait bir sıfat olduğunu iddia eden daha çok yanılmıştır. Bekanın bekası, sıfatın bekası, kıdemin kıdemi, sıfatın kıdemi gibi sözler icap ettirir ki, bu aslından çürüktür.. ElVARİS Bu, mal sahibi öldükten sonra mal kendine kalan manasına gelir. İşte asıl varis Allahtır. Mahlukat yok olduktan sonra, her zaman olduğu gibi yine Hay olacak ve Baki kalacak Odur. Çünkü her şeyin dönüşü Onadır. O zaman: Bugün mülk kimindir? diyecek olan da O Bir ve Kahhar olan Allahındır! (1) diye cevap verecek olan da Odur. Bu, tabii mal ve mülkün kendilerinin olduğunu sananlar için bahis konusu olacak. Çünkü onlar o gün bu nidayı duyduklarında mülkün hakiki sahibinin Allah olduğunu anlayacaklar.. Erbab-ı Besaire (Basiret sahiplerine) gelince: Onlar, zaten öteden beri bu nidanın manasını bilmekte ve bunu sessiz sedasız huşu içinde dinlemekte ve mülkün hakiki sahibi Lir ve Kahhar olan Allah olduğuna yakinen iman etmektedirler.. Evet bunu ancak, her gün, her saat, mülk ve me-lekuttaki hakiki idarecinin tek olduğunu idrak edenler bilirler. Biz buna, (İHYA-İ ULUM-İD-DİN) isimli kitabımızın Tevekkül bahsinde işaret etmiştik.. Fazla bilgi edinmek isteyen oraya müracaat edebilir. Çünkü bu kitabın hacmi bundan uzun uzadıya bahsetmeye müsait değildir. (1) ElMümin Suresi, 16. ayet. Bu, hiç bir mürşidin irşadı, hiç bir müşirin işareti,, hiç bir doğrultucunun doğrultması olmaksızın, tek başına her şeyi yerli yerine koyan ve en doğru şekilde nizama sokan manasına gelir. Bu manada Raşid Allahtan başka kim olabilir ki?! Kulun rüşdüne gelince, din ve dünyasına ait işlerde, Allahın kendisine sağladığı başarı nisbetindedir.. esSABUR O, bir işi, vakti gelmeden yapmak için acele eden değildir. Yapacağı işlere muayyen bir zaman koyar ve onları koyduğu kanunlara göre —- zamanı gelince — icra eder, önceden çizdiği zamandan, bir tembeiin geciktirmesi gibi geciktirmez veya acelecinin yaptığı gibi zamanı gelmeden yapmaya kalkışmaz. Bilakis her şeyi, hangi zamanda yapılmasını takdir buyurmuş ise o zaman yapar. Onun hakkında, bütün-bunlar, icadeyi zorlayacak ve onu sıkıntıya sokacak sebeplerden halidir. Kulun sabn ise iradeyi zorlayacak sebeplerden hali değildir. Çünkü onun sabn, şehvet ve öfkenin gerektirdiği şeyler karşısında, dinin icap ettirdiği şeylere karşı sebat göstermek demektir. Bu itibarla kul, iki zıd şey karşısında kalmaktadır. Zıd şeylerden (şehvet ve öfkenin icap ettirdiği) hususu itip, dinin gerektirdiği hususa sarıldığı zaman kula Sabur (çok sabredici) ismi verilebilir. Çünkü onu kötülüğe iten şeyi kahredip sabretmiştir. Allah hakkında aceleyi gerektirecek durum bahis konusu değildir. Onun için, takdir ettiği şeyi zamanından önce yapmasına sebep olacak bir bais yoktur. Zaten olamaz da. Öyleyse bu isme (EsSabur) ismine en. layık olan da AHahdır. Onun hakkında, mücahede tarikiyle altedilecek aksi sebepler katiyen mevcut olamaz.. İKİNCİ BÖLÜMÜN BİRİNCİ KISMININ SONU VE BİR İTİZAR Şunuiyi bil ki: Ben bu bahse Resulullah Sallalla-hü Aleyhi ve Sellernin şu mübarek sözünden cesaret alarak girdim. Ve Allahü Tealanın isimlerinden ve sıfatlarından bahsettim: Allahın ahlakı ile ahlaklarım. (1) Yine Resulullah Sallallahü Aleyhi ve Sellem buyurmuşlardır:
mevcuttur, ya da madurndur (yoktur). Yahut da Zeyd mevcuttur da Amr ortadan kaybolmuştur. Yahut da bunun tersi olmuştur: Amr mevcuttur da Zeyd yok olmuştur. Bu, dört şeklin dışında başka bir ihtimalin mevcudiyeti mevzuu bahis değildir. Eğer her ikisi de mevcut ise, demek ki, biri. diğerinin aynı olmamıştır. Çünkü her ikisi ortadadır. Şayet gaye, yerlerinin ittihat etmesi ise, bu onların birleşmelerini gerektirmez. Çünkü ilim, irade, kudret bir zatta bulunurlar da yerleri mütebayin olmaz. Kudret hiç bir zaman ilim veya irade olmaz. Birbirleri ile de birleşmeleri düşünülemez. (Görüyorsunuz ya bunlar. aynı insanda mevcut olmalarına rağmen birbirinden Ayrı varlıklardır..) Eğer her ikisi de yok olmuşlarsa, öyleyse birleşme-mişlerdir, bilakis her ikisi ortadan yok olmuşlardır. Meydana gelen şey ise onlar değil, üçüncü bir şey olmuştur. Şayet bunlardan biri mevcut, diğeri madum ise (yok olursa), yine ittihat yoktur. Çünkü mevcut (var olan) bir şeyle madum (yok olan) bir şey birleşmez. Aslında iki varlığın birleşmesi muhal (imkansız) dır. Bu birbirlerine benzeyen varlıklarda böyledir. Bir de birbirinden tam rnanasıyle ayrı olan varlıkları düşünecek olursak, bu imkansızlık apaçık meydana çıkmış olur. Mesela bu siyahın şu siyahla ittihadı imkansız olursa, bu siyahın o beyazla ittihadı büsbütün imkansız olur. Şu halde Allah ile kul arasında ittihat (Vah-det-i Vücut dedikleri şey) batıldır. Zira, Allah ile kul arasındaki mübayenet siyah ile beyaz arasındaki mü-bayenetten daha büyüktür. Şayet Sofiyeler böyle bir söz kullanmışlarda, biz bunu mecazi anlamda kullanmışlardır de.riz. Sırf bazı şairlerin sözlerini güzelleştirip edebiyat yapmak için dedikleri gibi bir şey olur bu.. Mesela şair der ki: Ben sevdiğim kişiyim, sevdiğim de bendir. Şair bunu söylediği zaman, gerçekten kendisinin, sevgilisi olduğunu veya sevgilisinin kendisi olduğunu kasd etmemiştir. Çünkü bu imkansızdır. Bilakis bu sözünden, ona çok bağlı olduğunu, onun da kendisine çok bağlı olduğunu birbirlerinden hiç ayrılmadıklarını kasd etmiştir, Sofiyenin Ebi Yezid Bistaminin Ben kendi varlığımdan, yılanın kavından (derisinden) soyulduğu gibi soyuldum. Bir de ne göreyim ben Oyum. sözünü buna hamletmek gerekir. Yani her kim nefsani arzu ve temayüllerden tecerrüd ederse, Allahtan başkasını düşünmezse, sevmezse, bütün gaye ve düşüncesi Allah olursa, böyle olan kimseler mecazi manada böyle söz. söylerler. Sanki O, odur! sözü ile O. tıpatıp Odur! sözü arasında fark vardır. O, tıpatıp Odur yerinde kullanılmıştır. Sanki ben sevdiğim kimseyim! Ben sevdiğim kimseyim! İşte buna ayak kayması derler. Çünkü mahlukatta sağlam bir ayağa sahip olmayan kişi, çoğu kez birini, diğerinden ayıramaz. Kendi zatındaki kemalatı görüp de kendisini O, zanneder. Ve (Enel-Hak!) der. Bunu diyen kişi, Hıristiyanlar gibi yanılmıştır. Çünkü onlar da Onu İsa Aleyhisselamın zatında görmüş ve İsa Aley-hisselama (haşa) İlah demişlerdir. Bu, aynaya bakıp -da kendini gören kişinin gördüğü suretin, kendisinin resmi değil de aynanın gösterdiği renkli başka bir resimdir diye sananların yanılması gibi büyük bir yanılmadır. Oysa ayna onun resmini göstermiştir, başka bir şeyin değil.. Çünkü aynanın işi resimleri aksettirmektir. Hatta bir çocuk aynada birinin resmini görürse, aynada hakiki bir insanın olduğunu sanır. Kalp de böyledir işte, O, aslında resim ve şekillerden halidir. Onun heyeti, şekil, suret ve hakikatleri kabul etmekten ibarettir. Önün içine giren (tahayyül ettiği şey) sanki onunla birleşmiş gibi görünür, aslında gerçekten onunla birleşmiş değildir. Kadehle şarap hakkında bilgisi olmayan kişi, içi şarap dolu kadehi görünce, şarapla kadehi ayırd edemez. Kah şarap yoktur der, kah kadeh yoktur diye haykırır. Bunu bir şair şöyle dile getirmiştir: Kadeh ve içindeki şarap inceldikçe inceldi. Birbirlerine benzediler ve iş güçleşti. Sanki ortada şarap var; kadeh yok, kadeh var şarap yok gibi bir manzara arze-der oldu.. Enel-Hak! diyenin sözüne gelince; bunun anlamı, ya şairin Ben sevdiğim kimseyim; sevdiğim de bendir! sözündeki anlam gibidir, ya da Hıristiyanların LahutunNasutla birleştikleri hakkında kapıldıkları yanlış zanlarında yanıldıkları gibi yanılmışlardır. Eba Yezidin: Şanım ne büyüktür! sözüne gelince: Eğer bu sözü gerçekten o söylemiş ise, ya bunu (La ilahe illa ene Fabudun)de olduğu gibi, Allahtan hikaye etmek suretiyle söylemiştir; yahut da devamlı çalışma neticesinde gördüğü şeylerden ve kendi kudsiyetinderi haber vermek istemiştir de kendi büyüklüğünü diğer umumi yaratıklardaki büyüklüğüne izafetle dile getirmek istemiştir. Ne yüceyim! dediğinde bundan ne yüce bir evsafta yaratıldığım kasd etmiştir. Böylece şanının yüceliği, Allahın yüceliğine izafetle değil de halka izafetle olmuştur. Üstelik bunu, sekir ve gaşy halinde söylemiş de olabilir. Çünkü ayık halinde kişi, dilini bu gibi tehlikeli sözlerden koruyabilir de sekir halinde iken koruyamaz.
Onun sözünü bu iki tevilin dışında mülahaza ederek lttlhad (Vahdet-1 Vücul) fikrine kail olmak mümkün değildir. İnsanların manevi sahada yükseldikleri mevkilere bakıp da muhal olan bir şeyi söyleme sakın. Çünkü insanlar Hakkın bildirmesiyle bilinir, yoksa Hak insanlarla değil. BEŞİNCİ KISIM: Hulul. Bu, Rab kula hulul etmiştir veya kul Rabba hulul etmiştir, demektir. Rab-lerin Rabbi, kainatın halikını zalimlerin bu sözünden bütün mevcudiyetimizle tenzih ederiz. Bu söz sahih olsa bile ittihadı gerektirmez. Kulun da Rab sıfatlan ile tavsif edilmesini icap ettirmez. Çünkü hal sıfatlan mahal (yer) sıfatları olamaz. Bilakis hal sıfatı olduğu gibi kalır. Sonra hululün istihalesi, ancak hululün manasını anladıktan sonra düşünülebilir. Çünkü müfret manalar, tasavvur tariki ile idrak edilmez. Onun nehyi veya isbatı mümkün değildir. Şu halde hululün manasını bilmeyen, hululün var olduğunu veya muhal olduğunu nereden bilecek? Deriz ki: Hululden iki şey anlaşılmaktadır: 1 — Cisimle, cismin bulunduğu yer arasındaki nis-bet. Bu ise ancak iki cisim arasında bahis mevzuu olabilir. Cismaniyet manasından beri olan bir varlık hakkında bu imkansızdır. 2 — Araz ile cevher arasındaki nisbet. Araz hiç şüphe yok ki cevher ile kaimdir. Araz, cevherde bulunmuştur denilebilir. Fakat, kendi kendine durabilen bir şey için bunu söyleyemeyiz. Çünkü bu muhaldir. Her şey ki, kıvamı kendi nefsi iledir, onun kıvamı kendi nefsiyle olan başka bir şeye hulul etmesi, ancak cisimler arasında vaki olan mücavere tariki ile mümkün olur. Görüyorsunuz ya iki kul arasında bile hulul düşünülmesi imkansız oluyor. Bu imkansız olursa, kul ile Rab arasında bu nasıl düşünülebilir? Hakikat babından, hulul, intikal, ittihat ve.Allahın sıfatlan ile muttasıf olmak batıl olunca,-onlann sözlerinin manası ancak tenbihatta işaret ettiğimiz gibi mütalaa edilebilir. Başka türlüsüne imkan yoktur SUAL: — Peki, Kul, bu sıfatlara layık olduğu zaman sa-liktir, vasıl değildir sözünün manası nedir? Ayrıca sülük ne demektir? Vusul ne demektir? CEVAB : Sülük, ahlak, hareket ve maarifeti tehzip etmektir. Bu da iç ve dış alemi imar etmekle olur. Kul bu hususta çalışmalar yapar ki, içini temizlesin de vusule hazırlanabilsin! Vusul ise, Hakkın hilyesi kendisine münkeşif olmasıdır. Böylece O, kendini ona verir. Hem öylesine ki, kendi bilgisine baktığı zaman, ancak Allahı bilir, himmetine baktığı zaman, Allahdan başka bir himmet ve gayesinin bulunmadığını anlar. Böylelikle kulun bütünü, müşahede ve himmet bakımından onun bütünü olur. Zahiri ibadetle, batını ahlakı tehziple meşgul olması için (sırf bu gaye ile) kendi nefsine iltifat etmez. İşte bütün bunlar taharettir (yani iç ve dış temizliğidir..) Yine bu bir bidayet (başlangıç) tir. İşin nihayeti ise, tam manasıyle kendi nefsinden onun için tecerrüt etmesidir. Böylece sanki o, O olur. İşte vusul budur. SUAL : Sofiye sözleri bazı kerametlerden haber veriyor ki, aklın bunlarda bir rolü yoktur. Oysa yukarıdan beri sizin anlattıklarınız hep akıl sermayesidir. CEVAB : Şunu bil ki: Velayet devrinde aklın imkansız saydığı bazı, kerametlerin zuhur etmesi caiz değildir. Evet, aklın başa çıkamadığı, daha doğrusu mücerret akıl ile idrak edilemiyecek kerametlerin zahir olması mümkündür. Mesela Bir veli mükaşeie yolu ile (filan kimse yarın, ölecektir.) diyebilir. Bu mükaşefe kendisine verilir. Bu akıl sermayesiyle idrak edilemez, çünkü akıl bunu idrak edemez. Fakat bir veli için de, Allah yann kendisi gibi bir varlık yaratacaktır. diye bir mükaşefe bahis konusu olamaz! Çünkü akıl bunu muhal görür, tecviz etmez. Hele bir velinin veya herhangi bir kimsenin Allah beni de kendisi gibi yapacak demesi büsbütün akla aykırıdır. Akla bundan daha aykın olan bir söz daha: Beni Allah, kendisi yapacak. Ben O, olacağım! Çünkü bunun manası şudur: Ben hadisim.. (Sonradan yaratılmayım.) Lakin beni kadim yapacak.. Ben yer ile göğün yaradıcısı değilim ama, Allah beni onların ya-radıcısı kılacak.. Bu, şu söz manasında olur: Baktım ki, ben Oyum! Bu söz tevil edilmeyip de zahirine hamledilecek olursa, akıl bunu tecviz eder mi? Böyle imkansız şeyleri tasdik eden kimsede akıl diye bir şey var mıdır? Bir veli kalksa da: (Şeriat batıldır, her ne kadar hak ise de Allah onu batıl yapacaktır) derse, onun bu sözü dinlenir mi? (Tabii ki dinlenmez.) (Doğru olan bir şey asla yalan olamaz.) diyen kimseyi akıl tasdik eder.
Bunu akıl sermayesiyle söylemiştir. Akıl bunu kabul ederse, hadis (sonradan yaratılmış) olan bir şeyin kadim olmasına imkan olmadığını nasıl kabul eder? Hiç kul Rab olabilir mi? Buna akıl cevaz verir mi? Aklın muhal gördüğü şey ile akim idrak edemediği şeyin farkını ayırd edemiyecek kimse muhatab olarak kabul edilir mi? Onu cehaleti ile baş başa bırakın!, (Lütfen!) İKİNCİ BÖLÜMÜN İKİNCİ KISMI MAKSADLAR VE GAYELER HAKKINDADIR Bu kısımda, isimlerin zat ve yedi sıfata rücu ettiği-nin isbati vardır. Tabii bu Elıl-i sünnet mezhebine püredir.. — Peki, bu isimler çoktur. Sen yukarıda hepsine ayrı ayrı manalar verdin. Bunları şerh ederken, eş anlam ifade eden, ayrı ayrı lafızlar olmadığını söyledin. Şimdi ise bunların yedi sıfata rücuundan bahsediyorsun. Bu nasıl oluyor? diye.sorarsan, cevabı şudur: Şunu iyi bil ki: Sıfatlar her ne kadar yedi ise de efal çoktur. Vasıflar da çoktur. Selbler de çoktur. Bunları ayrı ayrı anlatmak sanırım ki imkansızdır. Ne var ki, sıfatın mecmuundan, yahut sıfat ve izafetten, ya da sıfat ve selbden, ya da sclb ve izafetten, terkip yapıp hizasına bir isim koymak suretiyle isimleri çoğaltmak mümkün olur. Bunların mecmuu, zata delalet edene, yahut selble birlikte zata delalet edene, yahut izafetle birlikte zata delalet edene, yahut selble ve izafetle birlikte zata delalet edene, yahut yedi sıfattan birine delalet edene, yahut sıfat ve selbe delalet edene, yahut sıfat ve izafete delalet edene, yahut fiil sıfatına delalet edene, yahut fiil sıfatı ve izafete ve ya da selbe delalet edene racidir. Bu da on fasıldan ibaret olur. 1 — Allah gibi zata delalet eden. Zat, VacibülVücud olma bakımından kasd edildiğinde (Hak) ismi buna yakin olur. 2 — Selble birlikte zata delalet eden. Buna El-Kuddus, Es-Selam, El-Gani, El-Ahad ve benzerlerini örnek gösterebiliriz. Çünkü el-Kuddus, deyince, vehme dahil olan ve akla gelen her şey ondan selbedilmiş olur.. EsSelam deyince, bütün ayıplar ondan selbedilir. El-Gani deyince, bütün ihtiyaçlar ondan selbedilir. El-Ahad deyince, nazir (benzeri) ve taksim ondan selbedilir. 3 — İzafetle birlikte zata raci olan: El-Aliy, El-Azim, El-Evvel, El-Ahir, Ez-Zahir, El-Batın ve benzeri isimleri gibi. El-Aliy, rütbede bütün zatların fevkinde olan bir zattır ki, bu ancak madununa izafetle anlaşılır. İşte buna izafet derler.. El-Azim, idrakler hududunu aşması yönünden zata delalet etmektedir. El-Evvel, bütün varlıklardan önce ve onları geçen demektir. El-Ahir, bütün varlıkların en son mercii demektir. Ez-Zahir, aklın delaletine izafetie zat ismidir. El-Batın, his ve vehmin idrakine muzaf olan zattır. Diğerlerini de buna kıyas edebilirsin 4 — selb ve izafetle birlikte zata raci olan: El-Melik, El-Aziz gibi.. ElMelik, her şeyin kendisine muhtaç olduğu ve fa-. kat kendisinin hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmadığını gösteren bir zata delalet eder. El-Aziz, emsalsiz olan, kendisine zor yetişilen demektir. 5 — El-Alim, El-Kadir, El-Hay, Es Semi, El-Basir 6— İzafetle birlikte ilme raci olan: El-Habir, El-Hakim, Eş-Şehid, El-Muhsi gibi.. Çünkü El-Habir, umuru batmaya muzaf olarak ilme delalet eder, Eş-Şehid, görünen şeylere muzaf olarak ilme delalet eder, EI-Mu-kim, en ileri bilgilere muzaf olarak ilme delalet eder. El-Muhsi, sayılı ve mahsur olan bilgileri (malumatı) ihata etme (kuşatma) cihetinden ilme delalet eder. 7 — İzafet ziyadesiyle Kudrete raci olan: El-Kah-har, ElKaviy, El-Muktedir, El-Metin gibi.. Çünkü kuvvet, kuvvetin tamamıdır. Metanet ise,-şiddeti, kahr ise, mukadder olan şeye galebe etmekle tesir etmesidir.. 8 — İzafetle veya fiil ile birlikte iradeye raci olan: Er-Rahman, Er-Rahim, Er-Rauf, El-Vedud isimleri gibi.. Rahmet, zayıf ve muhtaç olan bir kimsenin ihtiyacını yerine getirmeye matuf olarak iradeye racidir.. Rafet ise, daha fazla merhamet etmek manasına gelmektedir El-Vedud, ihsan ve inama muzaf olarak iradeye racidir. Er-Rahim fiili bir ihtiyaç sahibini gerektirmektedir. El-Vedud fiili, bunu gerektirmeden doğrudan doğruya inama delalet etmektedir. Yani muhtaç durumda olan kimsenin ihtiyacını bertaraf etmek için ihsana matuf iradeye racidir. Bunu geçmiş sahifeleri-mizde anlatmıştık..
9 — El-Halik, El-Bari, El-Musavvir, El-Vahhab, Er-Rezzak, El-Fettah, El-Kabız, EJ-Basit, El-Hafid, Er-Rafi, EI-Muiz, El-Muzii, El-Adi, El-Mukit, El-Mucib, El-Vasi, El-Bais, El-Mubdi, El-Muid, El-Muhyi, El-Mumit, El-Mukaddim, Ei-Muahhir, Ei-Vali, EI-Berr, Et-Tevvab, Ei-Müntakim, El-Muksit, -El-Cami, E!-Manİ, Bl-Mugni,. El-Hadi isimleri gibi fiil sifatianna raci olan isimlerdir.. 10 — Biraz daha fazla olarak fiile delalet eden: El-Mecid, El-Kerim isimleri gibi.. Çünkü Medd, ikramın bolluğunu ifade eder, tabii zatın şerefi ile birlikte. El-Kerim ismi celili de böyledir.. El-Latif, fiildeki rıfka delalet eder. (Yumuşaklıkla davranmak demektir) Gerek bu isimler ve gerekse diğerleri bu on taksimden hali değildir. Diğer isimleri de bunlara kıyas edebilesin. Bu izahatımızdan anlaşılmıştır ki, isimlerin manaları ayrıdır. Yani eş anlam ifade eden müteradif kelimelerden değildir. İKİNCİ BÖLÜMÜN ÜÇÜNCÜ KISMI BU KISIM, İSİMLERİN MUTEZİLE YE FİLOZOFLARIN MEZHEBİNE GÖRE TEK ZATA NASIL RACİ OLDUKLARININ BEYANI VE İZAHI HAKKINDADIR. Bu kısım, bu kitaba her ne kadar layık değilse de, kısa olarak onlann mezhebini de açıklamak istedim. Bu kısımda bazı hususlara temas ettim. İsteyen bu kısmı okumasın. ,Çünkü bu kısım, kitapta mühim değildir. Evet, onlar her ne kadar sıfatları inkar edip yalnız sıfatsız tek zata kail oluyorlarsa da, fiilleri, selblerin kesretini (çokluğunu), izafetlerin de kesretini inkar etmiyorlar. Yani kabul ediyorlar.. Bu kısımlarda anlattığımız isimlerde onlar da bize yardım ediyorlar. Ne var ki onlara göre, Hayat, İlim, Kudret, İrade, Semi, Baser, Kelam gibi yedi sıfat, ilme racidir. Sonra ilim de zata racidir. AÇIKLAMASI: Semii (duyma) sıfatı; onlara göre, seslere müteallik olan bir ilmi tamdır, (yani Allah bütün sesleribilmektedir.) Baser (görme) sıfatı ise; renkleri ve sair görünen şeyleri tam manasıyle bilmesinden ibarettir.. Kelam sıfatına gelince; bu sıfat onlara göre, Alla-hın fiiline taalluk eder. Cemadattan meydana gelen cisimde onu yaratmıştır.. Filozoflara göre ise bu sıfat, Peygamber (S.A.V.)in zatında yaratmış olduğu işitme sıfatına racidir. Peygamber, uykuda olan bir adamın duyduğu gibi, hariçte varlığı olmayan manzum bir kelam duymuştur. Bunun Allaha izafe edilmesi ise; o, kelam insan sesleri ve işlerinin mahsulü olmadığından ileri gelmektedir. Hayat sıfatına gelince: Onlara göre bu sıfat, kendi varlığım bilmesinden ibarettir. Çünkü her kendi zatını bilen için (O diridir) denilir de,, kendisini tanımayan için (diridir) denilmez. Şimdi irade ile Kudret kalmıştır. Onlara göre Allahın iradesinin manası, hayrı ve onun nizamım bilmesi ve ona göre yaratmasıdır. Yani bir şeyi bilmesi, o şeyin var olmasına sebep olmaktadır, (onlara göre) İyi olan bir şeyi bilip onu isteye isteye husule getirirse O, razı olmuş demektir; razı olana (Mürid = isteyen) de denilir. Öyleyse irade (nefretten arınmakla birlikte) ilme raci olmaktadır. Kudrete gelince: Bunun manası şudur: İstediği zaman yapar, istediğinde yapmaz. Onun fiili bilinen bir şeydir. Dileği hayrı, bilmesine rücu eder. Yani, hayır (iyi) bildiği bir şeyi yaratır, iyi bilmediği (Haşa) — onlara göre konu, şuyorüz— bir şeyi de yaratmaz. (Amiyane bir tabirle şöyle izah etmeğe çalışalım; hayırlı gördüğü ve bildiği şeyi yaratır, hayırlı görmediği, bilmediği (Haşa) bir şeyi ise yaratmaz.) Hayır nizamının bulunması, ancak onu bilmesine bağlıdır. Var olmıyacak bir şeyin de var olmaması da onda bir hayrın bulunduğunu bilmemesine muhtaçtır. Şu halde makul nizam, mevcut nizamın sebebidir. Mevcut nizamsa, makul nizama tabidir. (Bu-, radaki makulden murat, önceden düşünülüp tasarla- narı şey demektir.) Şunu iddia ettiler: Bizim ilmimiz, bilinen şeyi ger- çekieştirmesi için muhakkak bir kudrete muhtaçtır Çünkü işimiz aza ile yapılmaktadır. Mutlaka bu azanın bulunması lazımdır. Sonra yalnız bulunması kafi gelmez. Aynı zamanda sağlam ve sıhhatli hatta güçlü olması gerekmektedir. Ona (Allaha) gelince; O, yapacak olduğu işi bizim gibi organ vasıtasıyle yapmaz. Malumun (bilinen bir şeyin) mevcut olduğuna dair ilmi kafi gelir. Öyleyse Kudret de dönüp dolaşıp ilme raci olmaktadır. Sonra şunu da iddia ettiler: İlim de zatına racidir Çünkü O, zatını, zatı ile biliyor. Binaenaleyh, İlim Alim, Malum birdir. Kendinden başka varlıkları da yine kendi zatı vasıtasıyle bilmektedir. Çünkü O, biliyoi ki,
zatı, bütün varlıkların mebdeidir. Şu halde sair mevcudatı, zatından bittebaiyye bilmektedir ki, bu zatında kesreti gerektirmez. Bir olan zatını bilmesi, bütün malumatı bilmesini gerektirir. Hesab bilen kişinin sayıların katlarını bilmesi gibi. Ona iki kere iki nedir? Onun katı nedir? diye sorulduğunda teker teker hesab etmeden hemen neticeyi söyler. Bir bir saymasına hacet kalmaz. Mevcudat da böyledir. Tedricen yükselmekte ve çoğalmaktadır. Evvelinde çokluk yoktur. İşte Cenab-ı Hak bunları birden bilebilir. Bunların hepsini bilmek için de yalnız zatını bilmesi kafi eelir. Çünkü her şeyin başı ve mebdei kendi zatıdır. Bu konuyu daha fazla uzatmıyacağım. Çünkü uzattıkça uzar. Bu hususta fazla bilgi isteyen (TEHA-FÜTÜLFELASİFE) (1) isimli kitabımızdan faydalanabilir. Çünkü bu mevzuun, bu kitapla ilgisi yoktur. (1) Bıı kitafo Türkçeye tercüme edilmiştir. Felsefecilere Cevab Mütercim Akif Nuri. Dava Yayınları 1969 İstanbul. Üçüncü bölüm İLAVE VE TEKMİLLER ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (İLAVE ve TEKMİLLER BÖLÜMÜ) ÜÇ KISIMDAN MÜTEŞEKKİLDİR. BİRİNCİ KISIM Şurası muhakkaktır ki, Allahın isimleri, tevkif fi yönünden doksandokuza inhisar etmemektedir. Çünkü doksandokuz isimden maada bazı isimlerin de bulunduğu yine tevkifi yönünden sabit olmuştur. Ebu Hüreyre (R.A.) den naklolunan diğer riyayet-te; Bu isimlerin bir kısmının mana itibarı ile kendilerine benzeyen isimlerle, bir kısmının da mana bakir mından kendilerine benzemeyen isimlerle değiştirildiği görülmüştür. Mana itibarı ile (kendilerine benzer olan) (yakın manalı) isimlere misal: El-Vahidin yerine El-Ahad, EI-Kahharın yerine El-Kahir, Eş-Şekurun yerine Eş-Şakir varit olmuştur. Mana yönünden benzer olmayanlar: EL-HADİ, EL-KAFİ, ED-DAİM, EL-BASİR, EL-MÜ-NEVVİR, EL-MUBİN, EL-CEMAL, ES-SADIK, EL-MÜ-HİT, EL-KARIB, EL-KADİM, EL-VİTR, EL-FATIR, EL-ALLAM, EL-MELİK, EL-EKREM, EL-MÜDEBBİR, ERREFİ, ZİTTAVL, ZİL-MEARİC, ZİLFADL, EL-HAL-LAK. Ayrıca Kuran-ı Kerimde, bu iki rivayette mütte-fekun aleyh olmayan isimler de varid olmuştur: El-Mevla, En-Nasir, el-Galip El-Karib, ErRab, EnNasır gibi. Muzaf isimlerdende; Şedidüi-ikab, Kabilüttevbeti, Gafiruzzenbi Muli-cüüeyli, finnehari ve Mulicünnehari filleyli, Muhricülhayyi minel Meyiti ve muhriculmeyyiti minelhayyi, gibi. İsimler varid olmuştur. Haberde (EsSeyyid) ismi de varit olmuştur. Bir adam Resulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem): Ya Seyyid! diye çağırınca, Peygamber (S.A.V.) şu mukabelede bulundular: — EsSeyyid Allahtır! Galiba Peygamberimiz (S.A.V.) bu sözünden, yüze karşı medh etmenin doğru bir şey olmadığını öğretmeği kasd etmişlerdir. Böyle olmasaydı şöyle buyurmazlardı: — Ben, Ademoğullarınm Seyyidiyim. (Bununla) övünmüyorum. (1) Yine hadislerde (Ed-Deyyan, El-Hannan, el-Men-nan) gibi isimlerin vnrit olduğu da görülmüştür. Hatta hadislerde araştırılacak olursa bunlardan başka, bir çok isimlerin de varit olduğu görülebilir.. İsimlerin, fiillerden türemesi mümkün olsaydı, bu isimler daha da çoğalabilirdi. Çünkü Kuran-ı Kerimde Allaha izafe edilen fiiller çoktur: (Yekşifussue, Yek-zifu bilhakki, yefsilu beynehum, Kadayana ila beni Israile) ayetlerinde olduğu gibi. Mesela bu cümlecik(1) imam Ahmed, TirmiV.f ve ibni Hace bu hadi?! Ebu Said (R.A.)den rivayet etmişlerdir. Jerden, El-Kaşif, El-Kazıfu bil-Hakki, El-Kadı isimleri elde edilebilir.. Hülasa Allahın isimleri sayılmayacak kadar çoktur. Bu düşünülmeye değer bir konudur ki ileride gelecektir.. Maksadımız, isimlerin yalnız doksan dokuz isimden ibaret olmadığını açıklamaktadır. Usule uyarak biz yalnız doksan dokuz ismi saymış ve onları izah etmiş oluyoruz. Aslında bu isimler bu sayıyı aşmaktadır.. Sonra bu rivayet meşhur bir rivayettir.. Ebu Hü-reyreden (R.A.) naki ettiğimiz bu rivayet sahiheyinde değildir. Sahih olan hadislerde rivayet şöyledir:
Allanın, şüphesiz doksandokuz isrn vardır. Her kim bu isimleri tadat ederse, cennete gher. Hadisde görüldüğü gibi, doksan dokuz isimden bahs edilmiş ve fakat o isimlerin hangi isimler olduğu açıklanmamıştır. Mürid, Mütekellim, Mevcud, Şey, Zat, Ezeli, Ebedi gibi üzerinde, fakih ve alimlerin söz vr fikir birliği ettikleri isimlere gelince. Bunların da Allah hakkıntfa söylenmesi caizdir. Hadis-i şerifte şu varit olmuştur: Ramazan geldi demeyin. Çünkü Ramazan, Allahın isimlerindendir.. Ramazan ayı geldi, deyiniz! Bir de İmam ı Ahmedin müsnedinde.İbni Hibbanın Sahihinde, Abdullah ibni Mesuddan naklettikleri şu hadisi bir gözden geçirelim — Üzüntü ve kederle karşılaşan bir kimse, (Al-lahım! Ben senin kulunum, kulunun oğluyum, kadın kulunun da oğluyum. Nasiyem elinde (kudretinde) dir, Hakkımda hükmün caridir. Hakkımda kaza ve takdirin adildir. Senden, kendini adlandırdığın, yahutta yanındaki gizli ilimde sakladığın her ismin hürmetine, Kuran-ı, kalbimin baharı, gönlümün nuru, üzüntümün dağıtıcısı Cılas1,, Kederimin gidericisi kılmanı dilerim!) derse Allah onun kederini ve hüznünü giderir, yerine ferahlık verir. Peygamber (S.A.V.) in bu hadisdeki (Nezdinde olan Ledünni gizli ilimde sakladığı) sözünden anlaşılmıştır ki, Allahın isimleri sayısızdır. Peki Öyleyse Allanın doksan dokuz ismi vardır. Mealinde rivayetler vsrit olmuştur? Bunun Midesi nedir? diye bir soru sorabilirsin! Bu sorunun cevabını ikinci kısımda bulacağın için buyurun ikinci kısma. ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN İKİNCİ KISMI BU KISIMDA, DOKSAN DOKUZ İSMİN ÜZERİNDE DURULUP SAYILMASININ FAYDASI BEYAN EDİLECEKTİR. Ancak bunda bazı derinlikler ve incelikler vardır ki üzerinde durulmaya değer. Biz bunları soru halinde irad edip bir bir izah etmeye çalışacağız: Sual: — Allanın isimleri doksan dokuzdan fazlamıdır, yoksa değilmidir? Eğer fazla ise bu tahsisin (doksan dokuzun üzerinde durulmasının) anlamı nedir? Bin dirhemi bulunan bir kimse için, Doksan dokuz dirhemi vardır denebilir mi? Bin lafzı her ne kadar doksandokuzu içine alıyorsa da, doksandokuz deyip kestirip atmak, ondan fazlasını nefy etmez mi? Şayet Allahın isimleri doksandokuzdan fazla değilse, Peygamber efendimizin (Kendinf adlandırdığın, yahut kitabında indiruıgjn, yahut mahlukatmdan birine öğrettiğin, ya da yanındaki gizli ilimde sakladığın her isim hürmetine dilerim senden Allahım.) sözünün manası nedir? Çünkü bu hadis, Allanın bazı isimleri yanında sakladığını açık olarak anlatmaktadır. Yine Peygamberimiz Ramazanın. Allah isimlerinden bir isim olduğunu söylemişlerdir. Selef alimlerinin (Falan kimseye İsm-i Azam öğretilmiştir!) dedikleri de sabittir.. Bütün bunlar gösteriyor ki, Allanın isimleri doksan dokuzu aşmaktadır. Cevab: Akla en uygun olan, Allahın doksan dokuzdan fazla ismi bulunmasıdır. Çünkü bunu bize bildiren rivayetler hem çoktur, hem de kavidir. Doksan dokuza hasrını ifade eden hadislere gelince; Deriz ki, bu, bir kaziyyeye müştemil olmaktadır, iki kaziyyeye değil.. Nasıl mı? izah edelim: Mesela bin kölesi bulunan melik gibi. Biri kalkar da der ki: Melikin doksan dokuz kölesi vardır. Kim onları alıp da düşmanlara karşı çıkarsa mutlaka galib gelir. Şimdi bunun bu sözü, melikin bin kölesi olmadığını anlatmaz. Yalnız içlerinde en kuvvetli kölelerin doksan dokuz köleden ibaret olduğunu bizlere bildirir. İsimlerin doksan dokuzdan fazla olmaması Öa muhtemeldir. Haber lafzı (O takdirde) iki kaziyeye müştemil olmuş olur: 1) Şüphesiz Allanın doksan dokuz ismi vardır.. 2) Her kim bunları sayarsa cennete girer.. Hatta birinci kaziyenin zikriyle yetinilse, söz tam olmuş olur.. Birinci mezhebe göre iser birinci kaziyenin zikri ile iktifa edilmez.. İşte bu hasrın zahirlerinden akla en yakın gelen mana budur.. Lakin bu da iki cihetten uzak düşmektedir: 1) Bu, Allah yanındaki gizli ilimde, .bazı isimler sakladığını önlüyor. Oysa hadisde bu isbat edilmiştir.. 2) Bu isimleri yalnız peygamber. veya ismi azam kendisine bildirilen veli gibi kimselerin sayabileceğim bildiriyor ki, adet tamamlansın.. Yoksa bunun dışında sayılanlar, adetten hariç olursa noksan olacnğı veçhile hasr batıl olur.
Şu halde akla en yakın gelen hakikat şudur: Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, buriu, halki bu isimleri saymaya teşvik etmek için anlatmışlardır. İsm-i Azamı ise, halk bilemez. Sual: Diyelim ki Allahın isimleri doksan dokuzu geçmektedir. Akla en uygun olan da budur.. Mesela bu isimleri bin olarak takdir etsek, bu binden doksan do-Ikuzunu sayanların Cennete girecekleri söylendiğine göre, doksan dokuz, bu isimlerden hangileridir ki, o isimleri sayanlar cennete girmeye hak kazanabilsinler.. Yani bu isimler muayyen isimler midir? Cennete girebilmek için o muayyen isimleri saymak gerekiyor mu? Yoksa Ebu Hüreyrenin rivayet ettiği isimleri sayan da cennete girebilir mi? Yoksa öbür rivayetteki isimleri saymak da lazım gelir mi? Cevab: Tabii ki bu doksan dokuz ismin belirli olması gerekir. Çürıkü belirli olmazsa saymanın ve doksandokuza tahsis edilmesinin faydası kalır mı? Sonra (Melikin yüz kölesi var ki, onlarla düşmanın karşısına çıkarsa mutlaka galip gelir) sözü, yüz kölenin gerçekten kuvvetli kişilerden meydana geldiği anlaşıldığı takdirde doğru olabilir. Şayet içlerinden herhangibir yüz kişinin de aynı güçte oldukları tezahür ederse o sözün manası ve faydası kalmaz.. Sual: Neden, doksan dokuz isim, bu kaziye ile tahsis edildi? Diğerleri Allanın isimleri değü midir? Cevab: İsimlerin, yücelik bakımından manaları farklı olduğu için, faziletleri de farklı olabilir. Bunlardan doksan dokuz isim, diğerlerinde bulunmayan bazı yüksek manaları havi olması itibarı ile, öbürlerine nisbeten daha faziletli olabilir. Sual : Pekala, İsm-i Azam bunların içinde midir yoksa; değil midir? Eğer değilse, İsm-i Azamsız o isimler diğerlerinden nasıl daha faziletli olabiliyor? Şayet içindeyse, bu nasıl olur? Rivayet meydandadır. İsm-i Azamı yalnız peygamberler ve veliler bilmektedir. Anlattıklarına göre, Asef bin Berhiya, Belkisin arşını ancak İsm-i Azam sayesinde taşiyabilmiştir.. Çünkü, İsm-i Azamı bilmekteydi. Tabii koskoca bir arşı yüklenip, taşımak, keramet sebeblerinden olsa gerek.. Cevab: İsm-i Azamm bu isimlerin dışında olması muhtemeldir. Bu takdirde bu isimlerin şeref ve fazileti, halk tarafından bilinip meşhur olan diğer isimlere nisbe-tendir. Yalnız peygamberler ve veliler tarafından bilinen ismi azama nisbeten değildir.. İsm-i Azamın bu isimler arasında olduğu da söylenebilir. Ne var ki o, yalnız Peygamberler ve veliler tarafından bilinmesi (Allah tarafından münasip görüldüğünden) tayin edilip de (belirtilip de) halka jndirilmemiştir.. Haberde varit olduğuna göre Resüllullah (S.A.V.) şöyle buyurmuşlardır: Allahın İsm-i Azamı, şu iki ayettedir: Ve ilahu-kum ilahüm vahida lailahe illaiıüverralunanirrahfin (1) Al-i İmran suresinin hşt oıan Eliflam mira A1–lahü la ilah fija hüvelhayyülkayyum. (2) (1) Bakara Suresi, 163. ayet. Meali Şerifi şudur: Hepinizin Tanrısı (zatında ve sıfatlarında asla benzeri buhınma-yan) bir te>ç Tanrıdır. Ondan başka hiç bir Tanrı yoCttnr. O, hem Rahmandır, hem Rahimdir. Elmalı Tefsiri C. 1 si: 5€i (2) Al-i İmran Suresi, 1 ve 2. ayetler. Meali Şerifleri: i — Elif. Lam. Mim. 2 — Allah o Allandır ki kendinden başBir defasında Allanın Nebisi (S.A.V.) Bir adamın Aliahım sana şu duamla yalvarıyorum: Şehadet ederim ki: Şüphesiz sen, doğurmayan, doğmayan, benzeri bulunmayan Samed ve teksin. Senden başka İlah yoktur f şeklindeki duasını duyunca, şöyle buyurmuştur: And olsun bu adam, Allahtan İsm-i Azamı ile istemiştir. Şüphe yok ki bu isimle istenirse verilir; dua edilirse kabul edilir.. SUAL: Bu, neden doksandokuz olarak tayin edildi de yüz denmedi? Yüze yaklaştığı halde bilhassa doksandokuz da niye duruldu? CEVAB: Bunda iki ihtimal vardır:
a) Çünkü Manayı şerife, bu meblağa ulaşmıştır da ondan. Yoksa adet maksur (tahsis edilmiş) değildir. Ne var ki bu sayıya muvafık olmuştur.. Nitekim Sıfatlar, ehli sünnet indinde, Hayat, İlim, Kudret, İrade, Semi, Baser ve Kelam olarak yedi sayılmıştır. Bu durum, sıfatların yedi tane olmasından değil; bilakis Rububiyet ancak bunlarla tamamlandığı için böyle olmuştur.. b) Bunun başlıca sebebini Allah Resulü (S.A.V.) beyan buyurmuştur: Yüzden bir eksik.. Allah tektir, teki sever. Ne var ki, bu, isimlerin, iradi ve ihtiyari tesmiye olduğuna delalet eder. Yoksa şeref sıfatları yalnız bunlara münhasır kalmaz. Çünkü bu, zatı için olur! İrade ile değil.. ka hiç bir Tanrı yokdur. (O, zati, ezeli ve ebedi hayat ile) diri (ve baki) dir. Zaliyle, kemaliyle kaimdir. (Yarattıklarının her an tedbir-ü hıfzında yegane hakimdir, her şey Onunla kaimdir.) Fazla bilgi için bak. Elmalı Tefsiri C. 2. sf: 1015 ve Çantay Tefsiri C. l-.sf: 81e. Hiç kimse şunu diyemez: Allahın sıfatları yedidir. Çünkü o tektir, teki sever. Çünkü bu zati sıfatlandır. Bu babtaki sıfatlar maksur (tahsis edilmiş) değildir.. Hatta bunların mevcudiyeti, kaşıdın (kasd edicinin) kasdı, müridin (isteyenin) iradesi ile değildir ki, bundan, başka değil de yalnız tek kasd edilmiş olsun. İşte bu az evvel arz ettiğimiz ihtimali kuvvetlendirmektedir: Allahın kendine tesmiye ettiği isimler doksando-kuzdur, başka değil! Onu yüz kılmamıştır: Çünkü O, teki sever.. Bu in-timali kuvvetlendiren başka bir hususa da ileride işaret edeceğiz.. SUAL : Bu doksandokuz ismi, Resulüllah (S.A.V.) bizzat saymış mıdır, yoksa bunu, Kitab, Sünnet ve buna delalet eden haberlerden herkesin çıkarıp almasına mı terk etmiştir? CEVAB : Allahın Resulü-Ebu Hüreyrenin R.A.) rivayetinden de anlaşılacağı gibi-bu isimleri sayıp toplamıştır. Gaye, müslümanlan bu isimleri saymağa teşvik etmektir. Eğer saymasalardı, halk bunları nereden bilecekti. Halka bunları ayrı ayrı bulup saymak, tabii ki güç gelecekti.. Alimlerin ekserisi şerh ve izahını yaptığımız, Ebu Hüreyrenin (R.A.) rivayetini kabul etmişlerdir. Yalnız İmam Ahmed ve Beyhaki, Ebu Hüreyrenin (R.A.) rivayetini cerh ederek, raviler zincirinde bazı zayıf halkaların bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Ebu jsa Tirmizi (1) bu rivayet hakkında zaafa delalet eden bazı hususlara işaret etmiştir. Ayrıca diğer muhaddisler de, bu rivayette görülen şu üç hususa dikkati çekmişlerdir: a) Ebu Hüreyreden (R.A.) nakl edilen bu rivayette karışıklık vardır: Çünkü ondan, birbirlerine-birinde ibdal, diğerinde tabir bulunan-zıt iki rivayet nakl edilmiştir. b) Onun rivayeti, Hannan, Mennan, Romazan gibi isimlerle, diğer haberlerin bildirdiği isimleri içine almamıştır. c) Sahihte adeti beyan eden Peygamber (S.A.V.) in sözü Allahın doksandokuz ismi vardır; kim bu isimleri tadad ederse cennete girer olmuştur. İsimlerin ayrı ayrı zikri ise, Sahihde varit olmamıştır. Sahihde bu hususta garib bir rivayet vardır ki, içinde zayıf bulunan ravi mevcuddur. Bu mikdar gösteriyor ki, İsimler bu sayıdan fazla değildir. Ebu Hüreyrenin (R.A.) rivayetinin dışında kalan isimlerin elde edilmesi bizi, bu zahirden alak oymuştur. Çünkü İsimlerin adedi bulunan rivayeti biz zayıf sayarsak, müşküllerden bir kaçı bertaraf edilmiş olur. Çünkü biz diyoruz ki; isimler doksandokuzdur. Allah bunları kendine tesmiye etmiştir. Onu yüze tamamlamamıştır. Çünkü o, tektir; teki sever. Bunların içine Hannan Mennan ve diğer isimler de dahil olmaktadır. Bunların hepsini bir araya getirmek, ancak Kitab ve Sünneti araştırmakla mümkün olur; Çün(1) Sünen-i Tirmizi. ı.ütb-i Sittenin üçüncüsü olan bu kitab Turk-çeye tercüme edilmektedir. Cilt: 1. Snnen-i Tirmizi Tcrcemesi Mütercim: O. Zeki Mollamehmedoğlu. Yunus Emre Yayınevi. İstanbul 1972. kü bunlann bir kısmı Kitabullahda bulunur, bir kısmı da Resulullahın verdiği haberlerde. O alim demiştir ki: Kitab ve sahih haberlerden araştırarak seksen isim elde edebildim. Diğer isimler, içtihad yolu ile haberlerden elde edilmedir..
Sanırım ki, isimlerin sayısını bildiren hadis ona erişmemiştir. Şayet ulaşsaydı, onu zayıf bulurdu veyahut o rivayeti bırakıp da sahihde mevcud olan haberi alır ve kalan isimleri sahihdeki haberlerden araştırma-,ya koyulurdu. İş bu merkezde olursa, onları araştırmak suretiyle sayan kişi son derece yorgunluğu göze alacaktır. Tabii ki böyle bir kimse cennete hak kazanmış olur. Yoksa hepsinin, ayrı ayrı beyan edildiği rivayetten bu isimleri çıkarıp saymak zor bir şey değildir.. Evet, sahihlerin bazı lafızlarında: Onları ezberleyen cennete girer! diye varit olmuştur. Hıfz etmek, şüphesiz ki yorgunluk isteyen bir iştir.. İşte bu hadisden anladığım ihtimaller bundan ibarettir. Bundan fazlasına temas etmek, ancak tahminle bilinen içtihadı işlere tevessül etmek olur ki, bu akılların yürüyeceği yolun dışında kalır. Vallahu Alem! ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN ÜÇÜNCÜ KISMI ALLAHA ITLAK EDİLEN İSİM ve SIFATLAR TEVKİFİ MİDİR, YOKSA AKLIN BUNDA BİR DAHLİ VAR MIDIR? BU KISIM BUNUN HAKKINDADIR. El-Kazı Ebu Bekr bunun caiz olduğunu (Yani Aklında bunda bir rolü bulunduğunu) söylemektedir. Ancak ne var ki, şeriatın menettiği veya Allah hakkında manasının müstahil (imkansız) olduğu hususlar bundan istisna edilir. Şeran bir manisi olmayansa caizdir. Ebül Hasan El-Eşariye göre, bu tevkif üzerine mevkuftur. İzin olmadıkça, manasıyla mevsuf olan bir ismin Allaha itlakı caiz değildir. Bizce muhtar olan şudur: Biz bir ayırım yaparız ve deriz ki: Her isme raci olan (Husus) izine bağlıdır. Vasfa raci olan ise izine bağlı değildir. (Yani isim manasında olan isimler, izne bağlıdır, vasıf manasında olan isimler ise izine bağlı değildir.) Vasıf manasında olanın doğru olması lazımdır. Doğru olursa mubah olur, yalan olursa asla. Bunu da ancak, isimle vasıf arasındaki farkı anladıktan sonra anlayabiliriz. Onun için deriz ki: İsim, müsemmaya delalet için vaaz edilen bir lafızdır. Zeydi ele alalım: Bunu adı Zeyddir. Kendisi beyaz ve uzun boyludur diyelim biri kalkar da onun adını söylemez de (Ey beyaz ve uzun) diye çağırırsa, Zey-.di ismi ile değil, vasfı ile çağırmış olur. O adam böyleçağırmakla yalan söylemiş değildir. Lakin ismini ça-ğırmamıştır. Çünkü onun ismi Zeyddir. (Beyaz ve uzun) değildir. Onun uzun ve beyaz olması, onun isminin uzun olması demek değildir. Hatta bir çocuğa (Kasim veya Cami) ismini ver-, memiz, onun bu vasıflarla muttasıf olduğuna delalet etmez. Bunlar onun ancak ismi olabilir, her ne kadar bu vasıflar mana yününden kendisinde bulunursa da. Ona tutup da Abdül-Melik (Melikin kölesi) dersek,. bununla onun Melikin kölesi olduğu murad edilmez. Bunun için diyoruz ki, Abdül-Melik, tıpkı Isa ve Zeyd gibi bir müfret isimdir. Vasıf makamında zikr edildiği zaman mürekkeb isim olur. Abdullah da öyle.. Bu kelime Abadile diye çoğul olur da İbadullah diye çoğul olamaz! Şimdi buraya kadar ismin manasını anlamış bulunuyorsun! Demek ki isim, müsemmayı tanıtmak için vaaz edilen bir lafızdır! Herkes kendine dilediği ismi koyabilir, Bir ana baba da oğluna veya I.izina istediği ismi verebilir. Efendi kölesini de dilediği bir isimle adlandırabilir. Bir insan, kendine konan isimden başka bir isimle çağrılırsa muhakkak ki kızar. Biz insan olarak, bir insanı kendi isiminin gaynsr İle çağıramazsak, nasıl olur da Allaha isim takabiliriz? Peygamberimiz Sallellahu Aleyhi ve Sellemirr isimleri de sayılıdır. Kendisi, kendi isimlerini saymış ve Söyle buyurmuşlardır: Benim, Ahmet, Muhammed, El-Mukfi, El-Mahi, Nebiyyuttevbe, Nebiyyurrahme, Nebuyyül-Mülhime gibi isimlerim vardır.. (1) Peygamberimiz bu açıklamayı yaptıktan sonra ona başka bir isini koyamayız, yani başka bir isimle onu çağıranlayız. Onun güzel vasıflarından haber vermek için ancak şöyle diyebiliriz O, Alimdir, Mürşittir, Reşiddir, Hadiddir. Zeyde, o uzundur, o, beyazdır dediğimiz gibi.. Bu onun ismini söylemek değilde vasfını söylemektir..
Hülasa, bu, bir lafzın onun hakkında denip denmi-yeceğini inceden fıkhi bir meseledir. Şöyle izah edebiliriz bunu Peygamberi, kendisinin kendi zati risalet penah-lanna takdığı isimlerden maada isimle çağıramıyoruz. Hatta insanları bile çağıramıyoruz. Bu yasak Allah hakkında, yasak olmaz mı hiç?! İşte bu. bir nevi Seri hükümler esaslarından biri olan fıkhi kıyastır. Vasfa gelince: Bu, bir işi haber vermektir. Verilen haber ya doğrudur; ya yalandır. Din yalanın suret-i katiyede haram olduğunu açıklamıştır. Yalanı yalanlıktan çıkaran bir arız vaki olur(1) Buharı, Müslim. Tirmizi, Malik. Ncseinin Ciibryr ibn-i Mutim (R.A.) den rivayet ettiğine göre: Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: Benim beş ismim vardır. Ben Muhnmmcdim. Ben Ahmedim. Ben o Maniyim ki Allah benim (nübüvvetim) le küfrü mahvedecektir. Ben o Haşirim ki (kıyamet gününde bütün) insanlar beni takib ederek hnşr olunacaklardır. Ben kendinden sonra (peygamberlikle vazifeli) hiçbir kimse bulunmayan o malum Akibimdir. Akib, kendisinden sonra hiçbir peygamber bulunmayandır. Bu mevzuda fazla bilgi için şu kitaplara bakınız. Müslimin Sofuoğlu tercümesi C. 7 sf: 227 de 2354 No.lu hadis. Tirmizide 2842 No.lu hadis.. Camüssağir 3437 No.lu hadis. sa başka. Din doğrunun helal olduğunu açıklamıştır. Ama helali helallıktan çıkaracak bir arız vaki olursa başka.. Zeydi vasf ederken onun var olduğunu haber vermemiz nasıl doğru ve mubah ise, Allahı vasf ederken onun kadim olduğunu haber vermemiz de —bu hususta seri delil bulunsun, bulunmasın— doğru ve mubahtır. Zeyd hakkında o, eşkar (Kumral)dır diyemeyiz. Çünkü bu ha,ber kendisine ulaşınca nefret edecektir ve belki de kızacaktır. Çünkü bu vasıf Zeydin şahsiyetine bir noksanlık getirmektedir. İşte Allah hakkında da, tıpkı bunun gibi, Zat-ı Sübhaniyesine noksanlık getirecek bir vasfı söyliyemeyiz.. Fakat, noksanlık ifade etmeyen hatta bilakis med-he delalet eden bir vasıf söylersek bu şüphesiz ki mubahtır. Lakin bunun yukarıda arz ettiğimiz, tahrim sebeblerinden annan doğru haber gibi olması şarttır. Mesela Allah hakkında; Zari, Haris, diyemeyiz. Fakat hanımını hamile bırakıp da çocuğun dünyaya gelmesine sebeb olan kimseyi nazarı itibara olmadan asıl eken o değil; Allahtır, tohumu toprağa atıp ekin ekini düşünmeden, asıl zari o değil Allahtır diyebiliriz. Allığın znınan sen almadın, ancak Allah allı. (1) ayeti, bunu isbat etmektedir. Cenab-ı Hakkı (Ya muzil!=ey zelil eden!) diye ça-ğıramayız. Fakat (Ya muiz=ey aziz kılan, ya Muzil= ey zelil kılan) diye rahatça çağırırız! — Neden mi? — Çünkü bunlar birleştikleri vakit, medih=övgü vasfı ortaya çıkar.. (l) Enfal Suresi. 17. ayetin bir kısmı. Zira bu, işin her iki yönü de elinde (kudretinde) bulunduğunu açıkça gösterir.. Duada da durum böyle değil mi? Allahı, emrettiği gibi Esmai Hüsna ile (en güzel isimleri ile) çağırırız. İsimleri geçtiğimizde ise Medih ve Celal sıfatları ile çağırırız.. Ya Mevcud, Ya Muharrik, Ya Müsekkin! diye çağırmayız da (dua etmeyiz de); Ya mukilel-Aşerat = (ey düşenleri kaldıran) Ya münzilel berekat= (ey bereketleri indiren!) Ya Müyes-sire Külli asirin == (ey her zor, olanı kolaylaştıran!) diye çağırırız (dua ederiz).. Yine bir insanı çağırmak istediğimizde, onu ya ismi ile çağırırız veyahut, (ey şerif, ey fakih), diyerek övgü ifade eden vasfı ile çağırırız de; (ey uzun, ey beyaz) diyerek seslenmeyiz. Fakat onu hafife almak istediğimiz de, (ey uzun, ey beyaz adam) diye sesleniriz.. Onun (insanın) sıfatlarından sorulduğumuzda, beyaz renkli ve siyah saçlı olduğunu söyleriz. Duyduğu zaman, hoş karşılamayacağı bir vasıfla-gerçek olsa da-hi-vasf etmeyiz, onu. Mesele yine böyledir: Eşyayı idare eden kımıldatmayan, beyaz yapan ve siyah yapan kimdir? diye sorulduğumuzda; (Bunları yapan) Allahtır! deriz ve bu işleri ona izafe etmekte, -Seri bir izin var mıdır, yokmudur?-diye beklemeyiz.. Evet Allah, vardır, yaratandır.-Muzhir de Odur, Muhfi de. Musidde Odur; Muşki da.. Mubkide Odur, Muğni de. Evet tevkif varit değilse bile bütün bunlar ona itlak edilebilir. SUAL: Neden Allah için; Arif, Akil, Zeki ve benzeri vasıflar denilemiyor? CEVAB : Bu ve benzeri vasıflarda mani olan husus ihamdır. ki izin olmadan caiz olmaz.. EsSabur, ErRahim, ElHalim gibt (isimlerde) her ne kadar iham varsa da, onlar da izin varit olmuştur. Bunda ise izin yoktur.
Bundaki iham şudur: Akıllı olan, o kişidir ki, kendisini, kötülüklerden önleyen bilgisi vardır. Mesela onun için (Onu aklı menetmiştir = kötülüklerden alıkoymuştur.) derler. Fitret ve Zekaya gelince: Bunlar, müdrik (idrak eden) den gaip olan şeyi suretle idrak etmeyi işar ederler. Marifet ise, öncedenbilinmeyen bir şeyin bulunduğunu haber verir. (İşte bu gibi maniler) bulunduğu için bu vasıfların Allah hakkında itlak edilmesi caiz olmuyor.. Şayet Lafız incelenip, de; İki mefhum arasında-herhangi bir iham görülmez, din de men etmezse, o zaman kesin olarak onun itlakına cevaz veririz.. Doğruyu en iyi bilen Allahtır! Dönüş de yalnız ve-yalnız Onadır. ÜÇÜNCÜ BÖLÜMÜN SONU İMAM-I GAZALİNİN KİTABI BURADA SONA ERDİ. SBU KISIM ESMA-İ HÜSNANIN KISACA MANA-ÖLARINI, OKUNMASININ ADABI, FAZİLET VE MEZİYETLERİNİ BEYAN EDER. (1) Öyle Allah ki ondan başka ilah yok. En güzel isim- :ler Esma-i Hüsna Onundur. Allah Teala kendisinden .Allahtır başkası olmayan tek bir ERRAHMAN: Rahmetten müştak olup, dünyada mümin, kafir bütün yaratıklara rahmet ve merhamet eden nimet veren demektir. Esma-i Hüs-nanın ayrl ayrı her birinin hesabi sağır ile, adedi olup, zikredileceği gibi, Allah lafza-i celalinin adedi olan 66 defa, Rahman ismi şerifinin de adedi olarç 298 adedine göre kıraat edip, dergahı kibriyadan istidai inayet ve rahmet eden kimsenin her ne muradı varsa hasıl olur. Ve kaffei havayici biiznillah husul bulur. Allah İsm-i Celali, zatı ilahi ismidir. Bir sıfata delaleti yoktur. Rahman .ismi ise Allah isminden başka diğer bütün isimler gibi, ismi sıfat olmakla, Allah-ü Tealadan başkasına isim olarak verilmesi caiz olmayan (1) mistir. Bu kısım mütercim M. Ferşat tarafından ilave edilhas isimlerindendir. Nitekim Ceriao-ı Hak Kurani. Kerimin Araf Suresi 180. ayeti kerimesinde: Meali: Allahındır en güzel isimler. Esma-i Hüsna. Allaha mahsustur. Onun için siz Allah tealayı o güzel isimlerle zikredip çağırınız. Ve ona Esma-i Hüsna ile dua ediniz, demektir. Bu ayeti kerimeden Esma-i Hüs-nayı (O güzel isimleri) kullara isim vermenin caiz olmadığı anlaşılmaktadır. Vehab, Cebbar, Vahid gibi isimlere, Abdülvahhab, Abdülcebbar, Abdülvahit gibt. abit kelimesini ilave etmek lazımdır ki, Vahabın kulu,, Cebbarın kulu, demek manasım almış olsun. ErRAHİM: İsmi şerifinin manası: ErRahim; Ahirette yalnız müminlere pekçok rahmet inam ve ihsan eden müminlere şevkat ve merhamet edip mazlumun hakkını zalimden alan demektir. ErRahim ismi şerifini def-i bela için ilikad-l tam ve hulusi kalb ve tahareti kamile ile, yedi gün sabah namazından sonra kıbleye müteveccihen oturup bu ismin. adetine göre 208 defa tilavet ile Allah Tealaya arzı niyaz ve takdim-i istida ve istirham eden kimse biiznillah her türlü bela, keder ve kazadan emin ve mahfuz olur. Dünyanın nimetleri hakir ve azim, nakis ve fcam iki kısımdır ki, hakir ve nakız nimetler Rahmen ismi sıfatı manasına göre kafirlere de verilir. Ama ahiretin nimetleri tam ve kamil olduğundan, Rahim ismi. sıfatı. anlamına göre ahirette yalnız müminlere verilir. Esma-i Hüsna ile dua etmemiz için, emrolunduğu-muz Allahın en güzel isimleri 99 dur. Onları sayan Ve ezberleyen cennete gireceği Buhari ve Müslimin rivayet ettiği bu hadisi şeriften anlaşılmaktadır. EIMELİK: İsmi şerifinin manası; ElMelik; yaratma, diriltme ve öldürme ile herşe-yin mutasarrıfı, padişahlar padişahıdır. Her şey emrine müsahhar ve amade olan hükümdardır. EFKUDDUS İsmi şerifinin manası; ElKuddus, akıl ve hayalin düşündüğü hissin duyduğu, ayıp ve eksik sıfatlardan beridir. EsSELAM: İsmi şerifinin inanası; EsSelam, zatı ayıpdan. sıfatı eksiklikten, işleride serden salim olup, kulları tehlikeden salim kılan ahi-reite İyileri azabdan selim kılan, cennettede iyilere selam verendir. EsSelam İsm-i celilini hergün ve hiç olmazsa haftada bir gün sabah namazından sonra bu ismin hesabı sağıre göre adeti olan 130 defa kıraat eden, ve onunla Allah Tealaya tevessül ve müracaat eyleyen kimseye Cenab-ı Hak kaffeyi umurunda selamet hayır ve bereket ihsan buyurur. Resulüllah Efendimiz buyuruyor ki, Kuran-ı Ke-rimde Haşr suresinin sonundaki Levenzelna hazelkur-ane ayetinden sona kadar olan üç ayeti kerimeyi okursa melaikeler onu akşama kadar korur. O gün vefat ederse şehit olur.
EIMÜMİN: İsmi şerifinin manası; ElMümin, Peygamberleri sözü ve mucizat yarat-ıması ile tasdik eden. Yaratıkları Zülümdari tehlikeden ve afetlerden koruyan ahirettede Müminleri azabdan koruyandır. ElMümin ismi celilini 136 defa tilavet ile Allah Tealaya tazarru ve niyaza devam eden kimseye Cenab-ı Hak zelil ise izzet, fakir ise sevret, korkaksa eman, ihsan buyurur. Fahri Razi tefsirinde beyan -olunduğuna göre tevhidin mertebesi dörttür. 1. — Dille ikrar 2. — Kalb ile iman 3. — Dille inancı takviye. 4. — Hatırına marifeti ilahiyeden başka bir şey gelmerriektir. Bu dörtten biri kalpte iman olmadan dille ikrar, makbul değildir. Zira nifaktır. Kalpte iman olup, dille ikrar etmezse, imanı kabul deyildir günahkar olur. EIMÜIIEYMİN: İsmi celilinin manası; ElMüheymin yaratıkların işlerini rızık ve ecellerini ve bütün hallerini bilen, koruyan ve gözetendir. ElMüheymin ismi şerifini adetine göre, 145 defa tilavet eden Allahın keremiyle saadete yükselir. Ona ne şeytan ve ne de bir insan tasallut edemez. Zarar ve ziyana ulaştıramaz. Düşmanın zulüm ve şerrinden emin ve mahfuz olur. Ehli tevhide dört şey lazımdır. 1. — Tasdik, zira tasdik olmazsa münafık olur. 2. — Tazim, Eğer tevhidi tazim üzere olmazsa mübtedi olur. 3. — Halavet, çünkü tevhidinden lezzet almaz ve halavetini bulmazsa mürai olur. 4. .— İhlastır; Zira tevhidi ihlas üzere olmazsa fa-.sık ve facir olur. ElAZİZ: İsmi şerifinin manası; ElAziz, kuvvet ve galebe sahibidir. Daima galiptir. Fakat hikmeti icabı çok defa zalimleri cezalandırmakta acele etmez, bazılarımda ahirete bırakır. ElAziz ismi celilini adeti üzerine 94 defa okuyan kimse Hak katında aziz olur. Allah Tealanm izniyle hiçbir vakit dücar-ı mezellet olmaz Esma-i Hiisnanm kıraatinin adabı: 1. — İtikadı tam. ve Cenab-ı Hak-ka yönelmek. 2. — Bedende elbisede ve mekanda temizlik. 3. — Sabah namazından evvel veya sonra müteakiben okumak. 4. — Kıraat esnasında adap üzere oturmak 5. — Esma-i Hüsnada ismin hesabı sağir ile kendine mahsus olan miktarına riayet etmek suretiyle okuyarak dua etmek. 6. — Okunan ismin, evveline yal harfi nidasını, ilave ederek Ya Allah veya Yarahman şeklinde okumak. ElCEBBAR: İsmi celilinin manası; ElCebbar zorla düzelten, dilediğini yaptırabilen, kırılanları onaran eksikleri tamamlayandır. ElCebbar ismi celilini hergün veya en az Cuma ve pazartesi günleri sabah namazından sonra 206 defa okuyan kimseyi hiç kimse cebretmeye ve sıkıştırmaya -ve hiçbir zalim icra-i zulüm ve gadre cesaret edemez. Zulmü cebablrenin şerrinden emin ve mahfuz olur. Esma-i Hüsnayi ezbere okuyamıyan ve manalannı bilmeyenler yüzünden okumalı ve manalarını öğrenmeye ve hükümleri ile amel etmeye gayret ederek cenneti kazanmalıdır. ELMÜTEKEBBİR İsmi celilinin ma- naşı: ElMütekebbir, büyüklük ye azamet kendine mahsus olandır. Hadisi kutsisinde Cenab-ı Allah; Büyüklük ve ululuk bana mahsustar. Onlara ortaklaşmaya yeltenenleri nari cehenneme atarım, buyurmuştur. ElMütekebbir ismi şerifini 626 defa okuyan insanlar arasında muhterem olur. Onu gören hürmet ve riayette bulunur. Sözü dinlenir. Görüşü makbul kadri yüce, insanlar yanında sevimli olup, hürmet izzet ve riayet görür. Hergün sabah namazından sonra okunmasını ulemay-ı havas tavsiye etmişlerdir. Hadisi şerifinde Resulüllah Efendimiz dua ibadetten ibarettir,. buyurmuştur. EIHALİK: İsmi şerifinin ınnımsi; ElHalik, herşeyi yaratan yoktan var eden demektir. ElHalik ismi celilini 731 defa okuyanlara Cenab-ı Hak muvaffakiyet esbabını yaratır. Evladı olmayan o niyetle devam ederse evladı olur. Rızık hususunda tesiri büyüktür. Duanın fazileti çoktur. Çünkü duanm manası Cenab-ı Hakka tazarru ve niyaz edip yalvarmak-t tır. Allah Tealanın da kullarından beklediği vazife budur. EIBABtU: İsmi şerifinin manası; ElBariu, herşeyi eksiksiz ve birbirine uygun yaratandır. ElBariu ismi şerifini 213 defa okumaya devam eden tehlikeli hastalıklara yakalanmaz. Rütbe ve makamından çıkarılmış olan kişi bu esmaya devam ederse elinden kaçırdığı makam ve mansabı yine eline geçirir. Duanın meziyeti çoktur. Hz. Peygamber Efendimiz
hadisi şerifinde Allahın katında duadan müker-rem ve sevgili birşey yoktur buyurmuştur. Ayeti kerimedeki Esma-i Hüsna ile Allaha dua ediniz emri bunu teyyid etmektedir. İsmi şerifinin manası ELMUSAVVİR: ElMusavvir, herşeyi şekilleyen suretle ayırandır. ElMusavvir esmasının 336 defa tilavetine devam edene Cenab-ı Hak talakati lisan nutuk ve anlatma maharetini ihsan eder, tahsili ilim kolay ezberleme hususunda tesiriri icra hasıl olur. Allah Teala hadisi kutsisinde Ben gizli bir define idim, bilinmek istedim ki, mahlukati yarattım buyurmuştur. ElGAFFAR: İsmi şerifinin manası; EİGaffar, suç ve gunanlarr dünyada örten, ahiret-tede cezalandırmayıp affeden bağışlayandır. ELKAHHAR: İsmi şerifinin manası; El Kahhar, düşmanına istediğini yapan, hor ve hakir görüp, ezen ve öldüren mahf ve helak eden galip ve hakim olan, ve bütün varlık .emrinde musahhar olandır. ElKahhar esmasını 306 defa çeken kimseye zülm ve fenalık isteyenleri Cenab-ı Hak kudreti kahi-resiyle helak eder. Zalimlerin kahri, düşman şerrinin giderilmesi hususunda tesiri vardır. Zalimlerin şerrinden korunmayı Allah tealadan dilemek lazımdır. Hatta Resulü Ekrem efendimiz hadisi şerifinde Dünya ve ahiretin saadeti ebedi istikbalin temini hususunda Cenab-a AHahaa dua etmeyenlere Allah Teala darılır. Gazap ve hışm eder buyurmuştur. ELVAHIIAB: İsmi şerifinin manası; ElVahhab, karşılıksız nimetler veren, bol bol bağışlayandır. ElVahhab ismi celilini izzi dünya ve şerefi ahıreti arzu eden kimse 14 defa okursa şeref ve izzeti artar rütbesi yükselir. Resulüllah Efendimiz hadisi şerifinde Dua etmekde acizlik getinneyiniz, çünkü dua etmekle kimse helak olmaz buyurmuştur. ERREZZAK: İsmi şerifinin manası; ErRezzak rızıkları yaratan ve ihsan edendir. Er-Rezzak ismi celilini 308 defa tilavet eden, kimseyi Cenab-ı Allah rızık mal ve servet bolluğu ile taltif ve ihsan buyurur. Darlık ve zarurete düşmüş ise biiznillah ondan kurtulur. Bir daha sefalet ve perişanlığa düçar olmaz. Kar ve kesbi kazancı artar. Hadisi şerifde Peygamber Efendimiz: Dua ntütrifnin silahı dinin direği yer ve göklerin de nurudur. buyurdu ELFETTAH: İsmi şerifinin manası hazinelerini ElFettah, hayjr kapılarını rahmet her türlü açan, müşkülleri halledendir ElFettah ismi celilini 489 defa tilavetle dergahı ilahiyeye tevessül ve iltica eden kimseye Cenab-ı Allah hayır ve hasenat kapılarını açar. İşlerinde müşkülat ve zorluk görmez. Hz. Resulüllah bir hadisi şerifinde Allah Teala-mn takdirinden sakınmak fayda vermez. Amma yapılan da nazil olmuş ve olmamış bela ve musibeti def edip gidermeye fayda verir. Nazil ve vaki olmuş belayı giderir. Henüz nazil olmayan bela ve musibete mani olur. buyurmuşlardır. ELALİM İsmi cclilinin manası; El Alim, gizli ve aşikar, herşeyin iç ve dışını, ilk ve sonunu çok iyi bilendir. ElAIim ismi şerifinin kı-raatına devam edenin kalbi, nur, ilim, ziya ve irfanla dolar. Zihni ve fikri açılır. Cenab-ı Hak Kuran-ı Keri-minde siz bana dua ediniz ve benden isteyiniz. Ben de duanızı kabul ediyim. Dileklerinizi yerine getireyim. Buyurdu. ELKABIZ: İsmi şerifinin manası; EIKabız dilediği baz; insanlardan servet ve genişliği ölüm anında da bütün yaratıklardan ruhları alandır. EİKabıs esmasını 903 defa çekmeye devam edene Cenab-ı Aliah, heybet ve celal verir. Ondan yaratıklar korkar. Kendine zulüm ve hile yapmak isteyen düşmanlarının kötülüklerinden emin eder. Fenalık yapmak isteyenler kahru perişan olup düşer. İbni Kesir tefsirinde demiştirki; Esma-i Hüsnanm 99 isme münhasır olmadığına İmrna-ı Ahmed-İbn-i Hanbei, Müsnedinde senediyle Abdullah İbn-i Mesuddan rivayet ettiği delalet eder. Aliah Teaianm Esma-i Hüsnasında kitabda indirmediği kimseye bildirmediği ilmi gayıbde yalnız kendisinin bildiği isimleride vardır. Şu halde evvelki hadiste Allah Tealanm 99 ismi yani bir müstesna olmak üzere 100 ismi vaı lır. Onlan ihsa &lcn, sayan cennete girer, buyurması Allahın malum olabilen Esma-i Hüsnasından 99unu ihsa eden, yani ezberleyip sayan yahut Allahla muamelesinde onların hududunu muhafaza edip güzelce riayet eyleyen kimse cennete girer manasına olmak gerektir. ELBASID: İsmi ccliHnin manası; EİBasıd bazı insanlara rızık, servet genişliği ce-setlerede ruhları verendir. ElBasid ismi şerifinin 72 defa kıraati insanın kalbinden gam ve kasaveti giderir. Ferah ve sururu arttırır. Rızık kar ve kesbi çoğaltır. Merak ve endişeye mübtela olan kimsenin kalbinden o merak ve endişeyi giderir. Yerine neşe getirir. Esma-i
Hüsnanın tam 100 sayılmayıpda biri müstesna olarak 99 sayılmasının hikmetide o tekdir, Teki Sever, diye beyan buyurulmuş olmasıdır ki, Allah Teala tek olduğu için Esma-i Hüsnasının sayılmasında da tek adete riayet etmek müstehab olduğu anlaşılmıştır. ELHAFID: İsmi şerifinin manası. ElHafıd, kafirleri şakilikle düşmanlarını lanetle ahırettede azapla alçaltan ve indirendir. ElHafıd esmasını kendini bilmeyen, karanlığa, zulüm ve kibre bürünmüş olan bir sahibi makamı cebbare beddua niyetiyle 1480 defa çekilir ise Cenab-ı Hak onun layık olduğu cezayı tertib buyurur. Düşmanın kahru perişan olmasında bu esmanın tesiri vardır. Namazlardan sonra teşbih dualarında 33 defa Sübhanellah, 33 defa elElhamdülillah, 33 defa Allahü Ekber Allahü Ekber denilerek teker teker mecmuunun 99 adetine tek ola-Tak iblağ edilmeside Allah Teala tekdir, teki sever, hik-metiyle mütenasibtir. . ERRAFİU: İsmi şerifinin manası. ErRafiu, Müminleri, saadetle, dostlarını izzetle ahirette nimetleriyle kaldıran ve yükseltendir. ErRafiu, ismi celilini sabah namazından sonra 351 defa okuyan kimsenin derecesi yüce ve insanlar katında sö–zü geçerli olur. Bu esmanın berekatiyle o kimseye min-tarafillah dünya ve ahirette yüksek rütbe ihsan buy-rulur. Hadisi Şerif de O Tekdir, Teki sever buyurul-makla EsmauUahdan birininde elvitru olduğu işar olunarak 100 isim anlatılmış ancak sayılmakda biri istisna edilerek 99u sayılmıştır. Bu suretle Esma-i Hüs-nanm 99a münhasır olmadıgıda aynı hadisten anlaşılmış demektir. ELMUİZ: İsmi celilinin manası. ElMuiz itaat edenleri aziz eden ve yükseltendir. ElMuiz ismi şerifini 117 defa okumaya devamlı eden kimse dünya ve ahirette aziz-olur.- JUna..kötülük. .ve hakaret etmek isteyen fikir maksadından vazgeçmeye mecbur olur. Çünkü Cenab-ı Hakkın aziz kıldığı kulunu kimse zelil edemez. izzet bir nurdur ki, o zalimlerin gözlerini görmez kılar. Allah Teala Hazretlerinin 99 Esma-i hüsnasını ezberleyip ihsa etmenin marifetullah hususunda ve duanın müstecab olmasında tesiri ve fazileti bulunduğu varit olan müteaddit rivayetlerle haber verilmiş ve o babta müstakil eserler yazılmış olmakla Allah Tealanm bildirdiği ve bildirmediği daha. birçok Esmai hüsnası vardır. ELMUZİL: İsmi şerifinin manası. ElMuzil, suçluları hor gören ve hakir eden düşürendir. ElMuzil esmasını 770 defa çeken düşmanını kahru perişan etmek hususunda Cenab-ı kibriyanın muavenetine nail olur. Düşman kötülüğünden, zalimin zulmünden korkmaz. Hergün alessabah bu esmaya devam edersekorktuğundan emin olur. Kimse ona zarar ve ziyan ulaştıramaz. Beyhakide ElEsma ve sıfat kitabında bu hadisi Abdullah İbn-i Mesuda muttasıl senediyle şöyle rivayet eylemiştir. Resulüllah buyurdu ki Herhangi bir müslim bir merak veya hüzne duçar olur da AlIahım ben senin kulunum. Ve kulunun oğlu ve cariyenin oğluyum. Nasiyem (Alnını) senin elindedir. Bende hükmün cari, hakkımda kazan adalettir. Senin olan kendine tesmiye ettiğin veya kitabında indirdiğin veya halkından birine bildirdiğin veya kendi katında ilmi gayıbde kendine tahsis buyurduğun her isimle senden dilerim ki, Kuranı; kalbimin bahan, hüsnümün cilası, hem ve gammmıin gidericisi kılasm. diyerek dua ederse herhalde Allah Tcaia onun merakını giderir. Gam ve hemminin yerine ferahlık verir. Dediler ki; Ya Rasulallah! Bu kelimeleri öğrenelim mi? Evet bunları işiten kimsenin öğrenmesi lazımdır. buyurdu. EsSEMİĞ: İsmi şerifinin inanası. EsSemiğ karıncanın taş üzerinde yürüyüşündeki ayak adımlan seslerinden daha az, her sesi ve herşeyi nihayetsiz ve sonsuz işitendir. ELBASİR: İsmi celilinin manası. ElBasir, sonsuz ve nihayetsiz herşeyi görendir. ElBasir ismi celilini 302 defa okumaya devam edenin basar ve basireti nuru ilahi ile münevver olup her şeyi görür. Vukuundan evvel his ve idrak eder. Ulum ve fünuna vakıf olur. Esrarı gizli melekutu müdrik olur. Zihni ve idraki kuvvet kazanır. Düşündüğü şeylerde doğruyu görür. Hataya düşmez. Beyhaki muttasıl senediyle Hz. Aişeden rivayet ederek dedi ki: Ya Resu-lüllalı Allah Tealaya dua edildiği zaman icabet buyurduğu esmasını bana öğret demiştir. Resulüllahda Ya Aişe abdest al, mescide gir. İki rekat namaz kıl. Sonra dua et. Dinleyeyim buyurdu o da öyle yaptı. Sonra dua için oturduğunda Resulüllah Allahım Onu muvaffak kıl dedi Oda dua etti. Hz. Peygamber İsabet Ettin. buyurdu demişti. ELIIAKEM: İsmi şerifinin manası.
EIHakem, hükmeden, hakkı batıldan ayıran ve yerine getirendir. EİHakem ismi celilini 88 defa okuyan kimse işlerinde muvaffakiyete nail olur. Rızık ve karı artar. Ondan bela gazap gider, yerine nimet hilim-ve lir. Duanın kabul olmasının adap ve şartları: Abdesli ve temiz olmak, kıbleye karşı oturmak. Suç-ve günahlarına pişman olup tevbe etmek. Bir daha işlememeye niyet etmek. Böylece kendini temizleyenin elbette duası kabul olur. ELADiL: İsmi şerifinin manası. ElAdil, denklik ve adaletle hükmedendir. ElAdl ismi celilini 114 defa tilavet edenin gönlü nur ve adaletle dolar. İşlerinde mizan adle uygun hareket eder. Düçan gadr ve zulüm olması ihtimali olmaz. Duanın kabulü için daha başka bazı adaba riayet etmek faydalıdır. Duadan evvel sadaka vermek veya bir hayır işlemek duayı inançla sidik ve ihlasla yapmak. Kendisinde eksiklik düştinmeyip himmetini yüce etmek. ELLATİF: İsmi şerifinin manası. ElLatif.en ince işlerin bütün inceliğini bilen. İnce, gizli ve sezilmez yollardan kullarına çeşitli faydalar ulaştırandır. ElLatif ismi şerifinin tilavetine devam eden lütfü ilahiyeye nail olur. Zorluğa, belaya afete darlığa düçar olmaz. Müşkülat ve felakete maruz kalan kimse bu esmanın bereketiyle o felaketten kurtulur. Refah ve saadete kavuşur. Duanın kabulü için ay-: rica yapacağı şeyler. Duanın başında Allah Tealaya hamdü şükür, Peygamberede salavati şerife, ve duanın sonunu da amin diyerek selavati şerife ile bitirmek. Duayı her zaman tekrar etmek ve meşru yerlerde kullanmak. EIHABİR: İsmi şerifinin manası. ElHabir, herşeyin içyüzünden gizli taraflarından haberdar olandır. 7ElHabir ismi celilinin 811 defa kıraatine devam eden, alemlerin sırrına vukuf peyda eder. Tedbiri isabetli, görüş ve karan maslahatına uygun olur. Giriştiği işlerde muvaffakiyet hasıl olur. İşlerinde müşkülat belirirse bu esmanın bereketiyle ondan kurtulur. Duanın kabulü için tesirinin beklenmesinde acele etmemek kabulününde gecikmesinde ümidi keşmeyip duayı tekrar icra etmektir. ELHALİM: İsmi şerifinin manası. ErHalim, suç işleyenleri görüp dururken cezalandırılmalarını ihmal etmeyip acelede etmeyendir. ElHalim ismi celilini 88 defa okumaya devam eden, dert, gazab ve hiddetten kurtulur. Ona karşı olan zalim ve cebbarda hiddet ve gazap gösteremez. İnsanlar tarafından rıfk ve hilim ile muamele görür. Kendinin hilm tabiatı kerem, cömertliği ve sehası dillerde destan olur. Dua ederken konuyu değiştirmemek dileğini isterken huzuri ilahide huşu ve boyun eğmekte olduğunu unutmamak dilini de küfür, gıybet ve kötü sözlerden korumak icab eder. ELAZİM: İsmi şerifinin manası. ElAzim, akıl ve hayalin düşünemediği, gözün göremediği kadar, sonsuz büyük ve azametli olandır. El Azim ismi şerifinin 1020 defa okumasına devam edene Cenab-ı Hak müşkülatını giderecek bir kuvveti azime ihsan buyurur. Herkese karşı sözü nafiz olur. İtibari olup herkes ona hürmet gösterir ve tazim eder. Duadan evvel, abdesd alırken ağzını ve dişlerini misvak, fırça veya parmağı ile temizleyip ağız kokusunu gidermek elbisesini temiz tutmak lazımdır. EIGAFUR: İsmi şerifinin manası. ElGafur, suçları ve günahları örtüp bağışlayandır. ElGafur ismi celilinin 1286 defa tilavetine devam edenin günahlarını Cenab-ı Hak afv ve mağfiret buyurur. Dünyadaki tesiri zalim ve cebabirenin hırs ve gazabını söndürür. Kendine karşı gazab ve düşmanlık zarar ve tesir edemez. Gazab anında kendini gören sükunetbulur. Hiddetinden eser kalmaz. Dua etmek için temiz ve tenha yer seçmek; dua ve dileğini yavaşça ve yalvarmak suretiyle alçak gönül ile, mahzuni kalb ile yapmak lazımdır. EŞŞEKUR: İsini şerifinin manası. EşŞekur, rızası için yapılan iyilikleri artığı ile karşılayan, yüksek derece ve bol mükafaat verendir. EşŞekur ismi celilini 256 defa tilavet edenin elindeki nzık ve nimeti ziyade olur. Hayır ve selahı artar. Çünkü şüsanına daima şekür olmak kulluk, zimmeti farz olma-kür nimetin artmasına sebeptir. Allahın nimet ve ihsından başka şükür nimetini arttırdığından kulun menfaatine mutabıktır. Duayı yaparken mümkün olduğu kadar ağlayarak duayı icra etmek ve Allahdan ne istediğini anlayarak dua etmek daha tesirlidir. ELALİYYÜ: İsmi şerifinin manası. ElAIiyü bütün rütbelerden üstün, derecesi, pek yüksek rütbeli olandır. ElAiiyü ismi şerifini 110 defa okuyan yüce mertebelere nail olur. Mesleği dahilinde terakki eder. İnsanlar arasında kadri yüksek sözü geçerli olur.
Kuran-ı Kerimde mezkur olan diğer isimleriyle Esma-i Hüsna ile herkim dua ederse matlubuna nail olur. Sure-i Fatihada mevcut olan isimler Ya Allah, Ya Rabbi, Ya Rahman, Ya Rahim, Ya Malik isimleridir. ElKEBİR: İsmi cclilinin manası. ElKebir, kibriya sahibi pek büyük olan demektir. ElKebir ismi celilinin 232 defa tilavetine devam eden,. büyüklük ve riyaset rütbesini kazanır. İnsanlar arasında muteber ve hatırı sayılır olur. Sure-i Bakarada mevcut olan Esma-i Hüsna Ya Muhit, Ya Kadir, Ya Alimi Ya Hakim, Ya Tevvab, Ya Basir Ya Vasi, Ya Semi Ya Bedi Ya Kafi, Ya Rauf, Ya Şakir, Ya Vahit, Ya Afuv, Ya Halim, Ya Kabız, Ya Basit, Ya Hayyu, Ya Kayyumu, Ya Aliyyu, Ya Azimu, Ya Veliyyu, Ya Ga-niyyu, isimleridir. ELHAFİZ İsmi celilinin manası. ElHafiz yanılıp unutmayan, yapılan işleri tutan, yeri ve gökleri, ve bütün varlıkları belli vaktine kadar bozulmaktan koruyan afat ve beladan saklayandır. ElHafiz ismi şerifini 988 defa, okumaya devam edenin nefsi, malı, ehli iyali ve evladı mahfuz olur. Okunan hane ve dükkan, hırsızlıkdan, yangından ve yıkılmaktan emin ve salim olur.. Karada, denizde seferin selametini temin eder. İnsan ve cin şerrinden bela ve afattan muhafaza olur. Sure-i Ali İmranda bulunan Esma-i Hüsna, Ya Kaim, Ya Vehhab. Ya Seriu, isimleridir. Sure-i Nisa-da bulunan Eama-i Hüsna, Ya Rakib, Ya Habib, Ya Şehid, Ya Gafur. Ya Mugis, Ya Vekil, Esma-i Hüsna-i şerifeleridir. EIMUKİT: İsmi şerifinin manası: ElMukit, beden ve ruhların azık ve gıdalarını verendir. EFMukit ismi celilini 550 defa okuyanın rızkı bol, kar ve kesbi artar. Malında bereket hasıl olur. Sure-i Erıamda bulunan Esma-i Hüsna; Ya Fatır, Ya Kahır, Ya Zahir, Ya Kadir, Ya Latif, isimleridir. ELHASİB: İsmi şerifinin manası. ElHasib herkesin yaptığı işlerin hesabını bilen.. Ahirette hesaba çeken.Ceza veren ve tevekkül edenlerede yetendir. ElHasib ismi celilinl tilavet edenden, Cenab-ı Allah düşman kötülüğünü hasidin hasedeni, def ve reddeder. Daima mansur ve muzaffer olur. Su-re-i Arafda bulunan Esma-i Hüsna; Ya Muhyi, Ya Mumit, isimleridir. Sure-i Enfalda bulunan Esma-i Hüsna Ya Nimel. Mevla venimel Nasir isimleridir. ELCELİL: İsmi şerifinin manası. ElCelil, şanına yaramıyan şeylerden uzak, ululuk; ve celalet sahibidir. ElCelil ismi şerifinin 72 defa devamı kıraati, dünya ve ahirette, şeref ve izzete yüce rütbe ve değere kavuşturur. Ve heybeti arttırır. Sure-i Hudda mevcut olan Esma-i Hüsna, Ya Hafiz, Ya Rakib,. Ya Mucib, Ya Hamid, Ya Mecid, Ya Fealun, limayürid, Ya Vedud, Esma-i Şerifeleridir. ELKERİM: İsmi-şerifinin manası. ElKerim, istemeden veren vesilesiz ihsan eden, cömert keremi bol olandır. ElKerim İşini şerifini 270 defa. tilavet edene Cenab-ı Hak lütuf ve kereminden her şeyi ihsan eder. Rızık ve maişeti keremi Hüdadan inam ve-ihsan buyurulur. Yaratılışında keremlik tecelli eder. Müracaat ettiği yerden kerem görür. Sure-i Radde.. mevcut olan Esma-i Hüsna, Ya Kebir, Ya Müteal isimleridir. Sure-i İbrahimde bulunan Esma-i Hüsna Ya-Mennan ismi şerifidir. Sure-i Hicrde bulunan Esma-H Hüsna Ya Hallak ismi şerifidir. esmA-1 hüsnA şerhi ERRAKİB: İsmi celilinin manası. ErRakib, varlıkları korumak için gözcü, işleri gözetici olandır. ErRakib ismi celilini 312 defa okuyana. Allah Teala tarafından rütbe ve mertebe hasıl olur. Bunun gibi, sır ve hakikatlere vakıf olur. Basar ve basireti açılır. Kuran-ı Kerimde Sure-i Meryemde bulunan Esma-i Hüsna, Ya Sadık, Ya Varis isimleridir. Sure-i Hacde bulunan isim, Ya Bais ismidir. Sure-i Mümininde bulunan Esma-i Hüsna Ya Kerim, ismi şerifidir. ELMUCİB: İsmi şerifinin manası. ElMucib, yalvaranların isteklerini veren, dualarını-kabul edendir. ElMucib ismi celilini 55 defa tilavetedenin meşru duaları kabul olur. Haceti reva, olur. Kur-an-ı Kerimin Sure-i Nurda bulunan Esma-i Hüsna, Ya Hakku, Ya Mubin, Ya Nur isimleridir. Sure-i Für-kanda bulunan Esma-i Hüsna ise Ya Hadi ismi şerifidir. Sure-i Sebede bulunan Esma-i Hüsna, Ya Fettah,. ismi şerifidir. ELVASİU: İsmi şerifinin manası. ElVasiu, ilmi rahmeti her şeyden geniş olandır-ElVasi u ismi celilini 137 defa okuyanın müşkül işleri kolaylaşır. Sıkıntıdan genişliğe, fakir ve zaruretten, servet ve zenginliğe, esaretten hürriyete, hapislikten
kurtulmaya intikal eder. Kuran-ı Kerimde Sure-i Mü-minde bulunan Esma-i Hüsna, Ya Gaffar, Ya Kabilu tevbi, Ya Şedidül İkab, Ya Zettavli isimleridir. Sure-i Zariyatta bulunan Esma-i Hüsna, Ya Rezzak, Ya Zülkuvvetil Metin isimleridir. Sure-i Turda da mevcut olan Esma-i Hüsna Ya Vitir, ismi şerifidir. ELHAKİM: İsmi şerifinin manası. EIHakibı. buyrukları re herşeyi hikmetli olandır. ELVEDUD: İsmi şerifinin manası. ElVedud, iyileri seven, rahmet ve rızasına erdi-Tendir. ElVedud ismi şerifinin 20 defa okunması celbi kulub, muhabbet teshir, ve temini meveddecie icrai tesir eder. Ona herkesin kalbi meyleder. Ve sevgiyle dolar. Her yerde mazharı hürmet ve kabul olur. Aradaki l)uğz ve düşmanlığı izale eder. Yekdiğerini sevmelerini ve dost olmalarını temin eder. Sure-i Kamerde bulunan Esma-i Hüsna, Ya Melik, Ya Muktedir, isimleridir. Sure-i Rahmanda bulunan Esma-i Hüsna, Ya Rabbul meşrikayni ve Ya Rabbül mağribeyni, Ya Zelcelalivelik-ram isimleridir. ELMECİD: İsmi celilinin manası. ElMecid, azameti kadri şanı büyük ve yüksek, samahati bol, zatı şerefli işleri güzel olandır. ELBAİS: İsmi şerifinin manası. ElBais, Peygamber gönderen, ölüleri diriltendir. ElBais ismi celilinj 573 defa okumaya muvaffak olanın işleri nizama girer. Maksat ve meramına nail olur. Kemale ulaşır. Kuran-ı Kerimde Sure-i Hadidde bulunan Esma-i Hüsna Ya Evvel, Ya Ahir, Ya Zahir, Ya Batın, isimleridir. Sure-i Haşrde bulunan Esma-J Hüsna Ya Melik, Ya Kuddus, Ya Selam, Ya Mümin, Ya Mühey-min, Ya Aziz, Ya Cebbar, Ya. Mütekebbir, Ya Halik, Ya Bariu, Ya Musavvir isimleridir. EŞŞEIIİD: İsmi ccliünin manası. EşŞehid her yerde hazır, her şeyi bilen ve gören. Ahirette de herkese halini bildirendir. ElHAK: İsmi şerifinin manası. ElHak, varlığı değişmeden duran, ahirette de hakkı batıldan ayıran, hak sahiplerine, haklarını alıve-rendir. ELVEKİL: İsmi celilinin manası. ElVekil, yaratıkların işlerini üzerine alan, ve daha iyisini yapan ve kullara yardım etmesineyetendir. ElVekil ismi şerifini 66 defa okumaya devam eden kimseye Cenab-ı Hak işlerinde muvaffakiyet ihsan eder. Rızkı bol, kar ve kazancı geniş, saadeti çok olur. Darda ise ferah ve sürura erişir. Kuvvet ve kudreti, izzet ve rifati artar. Kuran-ı Kerimde Sure-i Buruçda bulunan Esma-i Hüsna, Ya Mubdiu, Ya Muidu isimleridir. Sure-İ İhlas-da bulunan Esma-i Hüsna ise Ya Ahad, Ya Samed ismi şeriflerinden ibarettir. Bunlan okuyan İsm-i Azam duası ile dua etmiş olur. ELKAVİYYU: İsmi şerifinin manası, ElKaviyyu, pek güçlü olan demektir. ElKaviyyu ismi şerifini 116 defa tilavet edenin maddi ve manevi kuvveti artar. Şam yüce, nüfusu cari olur. Kaviyyu isminin sırrına mazhar olur. Kalbleri teshir kudretine nail olur. Allah Tealanm 4000 ismi olup, binini Allah-dan başka kimse bilmeyip, diğer bininin Allah Teala ve meleklerden başka kimse bilmez. Ve bininin Allah Teala, melekler ve enbiyadan maada bilen olmadığı ve dördüncü binini müminler bilip üç yüzü Tevratta, üç yüzü İncilde, üç yüzü Zeburda ve yüzü Kuran-ı Kerimde mezkur olduğu ve Kuran-ı Kerimde mezkur olan yüzden doksandokuzu zahir olup birisi gizli v saklı bulunduğu Fahri Razi tefsirinde yazılıdır. ELMETİN: İsmi şerifinin manası. ElMetin, çok sağlam olandır, ElMetin ismi şerifini 500 defa okuyanın tabiatında, hal ve hareketinde metanet ve sağlamlık hasıl olur. Kuvvet ve kudreti artar. Halk katında muteber görünür. ELVELİYYU: İsmi şerifinin manası. ElVeliyyu, iyi kullarına dost olup yardım edendir. ElVeliyyu ismi şerifini 46 defa okuyana Allah Teala tarafından yüksek mertebeler ihsan buyrulur. Dünya ve ahirette makbul ve muteber olur. ELİIAMİD: İsmi serilinin manası. ElHamid, hamdü sena olunan bütün varlıkların diliyle biricik öğülendir. ELMUIISİ: İsmi şerifinin manası. ElMuhsi, herşeyin sayısını bilen ve sayandır. ELMUBDİU: İsmi şerifinin manas. ElMubdiu, herşeyi maddesiz örneksiz olarak yoktan var eden, meydana getirendir. ELMUİDU: İsmi şerifinin manası. ElMuidu, öldürüp yeniden dirilten, tekrar yaratandır.
ELMUIIYİ: İsmi şerifinin manası. ElMuhyi, yoktan hayat veren, can bağışlayan, sağlık verendir. ELMÜMİT: İsmi şerifinin manası. ElMümit, canlı yaratıkların Ölümünü yaratan hayati yok edendir. ELHAYYU: İsmi şerifinin manası. ElHayyu ebedi hayat sahibi, hakiki hayat ona mahsustur demektir. ELKAYYUMU: İsmi şerifinin manası. ElKayyumu, hiçbir şeye ve mekana muhtaç olmayan, gökleri, yeri bütün yaratık ve varlıkları yerlerinde tutan ve koruyandır. ELVACİDU: İsmi şerifinin manası. ElVacidu, kimse ondan kaçıp gizlenip saklanarm-yan, istediğini bulandır. ELMACİDU: İsmi şerifinin ınannsi. EIMacid, azameti kadri ve şanı büyük şeref kerem, fadıl ve semahatı bol olandır. ELVAHİDU: İsmi şerifinin manası. ElVahid; zatında, sıfatında, isimlerinde, işlerinde ve hükümlerinde benzeri ortağı ve dengi olmayan tek-dr. ESSAMEDÜ: İsmi şerifinin manası. EsSamed, ihtiyaçtan beri, alem ona muhtaç, hacetlerin bildirilmesi için tek merci odur. EsSamed ismi şerifini darlık, keder, dert, zaruret ve şiddet zamanında 134 defa okuyan kimseye selamet ihsan buyurulur. Dert ve darlık görmez, aç kalmaz. ELKADİR: İsmi şerifinin manası. ElKadir, istediğini dilediği gibi yapmaya gücü yetendir. . , vhÜ ELMUKTEDİR: İsmi serilinin manası. ElMuktedir, kuvvet verip, kulları vasıtasıyle bazı şeyleri İcat ettirendir. ElKadir ismi şerifini 205 defa, ElMuktedir ismi şerifini de 744 defa tilavet edene feESMA-1 hüsnA şerhinalık edilemez. Cenab-ı Hakkm yardımı ile düşman şerrini ve belayı defe kadir olur. ELMUKADDİM: ELMUAIIIIİR: İsmi şeriflerinin manası İstediğini, var veya yok etmekte zaman mekan şeref ve rütbede ileri geçiren, öne alan ve istediğini de geriye koyan, arkaya bırakandır. ELEVVEL: İsmi şerifinin manası. ElEvvel, ilkdir, başlangıcı olmayandır. ELAHİR:- İsmi cclilinin manası. ElAhir, ebedidir. Tükenmesi ve sonu yoktur. EZZAHİR: İsmi şerifinin manası. EzZahir varlığı kudretiyle aşikar olandır. ELBATIN: Kibriyası ile insanların gözüne görünmeyen ve gizli olandır. ELVALİ: Bütün olayları ve yaratıkların işlerini tek başına tedbir ve idare edendir. ELMÜTEALİ: Gücü kuvveti ile üstün yaratılmışlar için, mümkün görülen her şeyden yüksek ve yüce olandır. 262 İMAM I GAZALİ ELBERR: İyiliği ve bahşişi bol olandır. ETTEVVAB: tevbe sebeplerini kolaylaştırarak, tevbeleri kabul eden, suç ve günahları bağışlayandır. ELMÜNTEKIM: Düşmanına hatırlatmak, mühlet vermek ve ihtar ettikten sonra hala suç ve kötülüklerine devam ve ısrar edenlerden intikam alan ve onları layık oldukları cezaya çarptırandır. ELAFUVVU: Günahları mahv eden, kulların kötülüklerinden keremiyle geçendir. ERRAUF: Afv edeni af eder, cömert ve merhametli olandır. . MALİKÜLMÜLKÜ: Kainat mülk ve servetin hakiki sahibi, bütün varlık emrinde, hikmetine kimse karışamayandır. ZÜLCELAL-İ VEL-İKRAM: Büyüklük fadlü kerem sahibi olandır. ELMUKSİDU: İşlerini denk, yerli yerinde yapan, mazlumların haklarını zalimlerden ahve-rendir. esmA-i hüsna şerhi 263 ELCAMİU: Dünyada yaratıkları ve her istediklerini hatta birbirine zıt, su – ateş, toprak -hava gibi şeyleri topladığı gibi, ahirette de hesap ve ceza için hepsini toplayandır. ElCamiu ismi şerifini umur ve
hususu darmadağınık, işleri karmakarışık, duçarı yeis ve hayret olan kimse 114 defa okursa, biiznillah her şeyi yoluna girer. O dağınıklık ve perişanlık kalmaz. ELGANİYYU: Zengin olan, eksiği olmayıp herkes ona muhtaç olandır. EIMUüNİ: İstediğini zengin eden, ve ihtiyaçtan koruyandır. ElGani ismi celilini 1060 defa, elMugni ismi celilini de 1100 defa erbabı ihtiyaçtan veyahut Allah Tealadan başkasına muhtaç ve fakirlikten korkan kimse okursa, mahlukatın kaffesine istiğna hasıl olur. Rızkı bol, kazanç ve karı ziyade olur. ELMANİU: Din ve bedenleri bozulma ve helaktan meneden, istediğini koruyandır. EZZARRU: Dilediğine bela, zarar ve ziyan veren, zararlı şeyleri yaratandır. Esra suresinin 110. ayeti kerimesinde Allah Teala Hazretleri Resulüne hitaben buyuruyor ki: De ki: Ya habibinı Allah diye dua ediniz. Veya Rahman diye dua ediniz. Hangi isme çağirsanız dua etseniz güzeldir. Çünkü O en güzel isimler hep Onundıır. O zatı chaddir. Resulullah (S.A.V.) bir gün Mekkede Ya Allah, Ya Rahman diye dua ederken müşrikler işitmişler, Muham-med bir ilaha davet ediyordu. Halbuki kendisi iki ilaha dua ediyor demişler. Cevaben bu emri ilahi nazil olmuştur. Yani Allah Tealanm birçok isimleri vardır ki, en güzel isimlerdir. En yüksek cemal ve celal ve ikram ifade eden Esma-i Hüsna hep onundur. Bunların herhangisi ile olursa olsun, dua caizdir. Çünkü ismin taaddüt dünden müsemmanm taaddüdü lazım gelmez. Bütün Esma-i Hüsna ile dua La Şerikeleyk olan o zatı ehade duadır. ENNAFIU: Dilediğine menfaat temin eden, ve faydalı şeyleri yaratandır. ENNUR: Alemleri ay ve güneşi ile,, gönülleri iman ve ilimle nurlandırandir. ELHADİ: İstediğini imana, iyi doğru ve karlı yollara muvaffak ve hidayet edendir. ELBEDİU: Örneksiz, maddesiz, icat edendir. ELBAKİ: Ancak O vardır. Varlığının nihayeti ve sonu olmayandır. ELVARİS: Servetlerin geçici sahipleri elleri boş yokluğa dönünce kalan mülk ve servete hakiki sahib malik ve varis olandır. ElVaris İsmi celilini 707 defa okuyan kimseye kemal-i ilim fazilet ve hilim ve mehasini ahlakiyeyi ihsan eder. 265ERRAŞİD: İşlerini doğru nizam ve hikmet üzere yürütüp sonuna ulaştıran, dilediğini iyiliğe götüren, doğru yola yöneltendir. ESSABUR: Suçlulara mühlet verip, cezalandırmalarını sonraya bırakan, acele etmeyip sabredendir. EsSabur ismi şerifini 298 defa okuyan kimseye Cenab-ı Hak nimeti sabrı ihsan buyurur. Lüzumsuz acele ve telaş ile mutazarrır olmaz. Hiddet ve gazaptan emin olur. Arka kapak yazısı: Hamd olsun Allah(cc)a ki Kitab-ı İ Celilinde Allah, Esma-ı Hüsna sahibidir; Onu bu güzel isimleri ile çağırın! buyurdu. Salat ve Selam olsun Efendimiz Muhammede (S.A. V.) ki, yaratıklar arasında Allah(c.c.)ı en iyi tanıyan Odur. Hidayet bulan ve aynı zamanda hidayet vesilesi olan al ve ashabına da salat ve selam olsun! : Esma-i Hüsna (Allah(c.c.)ın güzel isimleri)nin şerh ve izahı olduğundan, büyük ve ulvi bir mevzudur. Eser Büyük islam Alimi İmam-ı Gazalinin titiz bir çalışması sonucu hazırlanmıştır.
Bandrol Uygulamasına İlişkin Usul Ve Esaslar Hakkında Yönetmeliğin 5.Maddesinin İkinci Fıkrası Çerçevesinde Bandrol Taşıması Zorunlu Değildir. ………SON…… Buraya Yüklediğim EBookları Download Ettikten 24 Saat Sonra Silmek Zorundasınız. Aksi Taktirde Kitabin Telif Hakkı Olan Firmanın Yada Şahısların Uğrayacağı Zarardan Hiç Bir Şekilde Sitemiz Sorumlu Tutulamaz ve Olmayacağım. Bu Kitapların Hiçbirisi Orijinal Kitapların Yerini Tutmayacağı İçin Eğer Kitabi Beğenirseniz Kitapçılardan Almanızı Ya Da EBuy Yolu İle Edinmenizi Öneririm.
Esmaül Hüsna Şerhi
Gazali, 1058 yılında Horasan´ın Tus şehrinde doğmuş, İlk öğrenimini Ahmed bin Muhammed er-Razikani´den almıştır.
Gazali’nin öğrenme merakı onun çok sayıda dini ve fikri akımları araştırmasına neden olmuş,yaşadığı dönemde hakikati bulmak isteyen insanların dört kısıma ayrıldığını ve her birinin hakikati kendi yolunda aradığını görmüştür.
Devamını Oku
Okuyacağım
Yayın Tarihi: | 02.08.2021 |
---|---|
ISBN: | 6052237274 |
Dil: | TÜRKÇE |
Sayfa Sayısı: | 192 |
Cilt Tipi: | Karton Kapak |
Kağıt Cinsi: | Kitap Kağıdı |
Boyut: | 13.5 x 21 cm |
Bu üründen 529 adet satın alınmıştır.
İlyas Doğukan Günet
31 Ağustos 2022
İmam-ı Gazali hazretlerinin güzel bir eseri kolay anlaşılır
28 Ağustos 2022
Müslümanca yaşama kılavuzu..
Rana Yaldız
27 Mart 2021
Gerçekten yayınevinden dolayı çok bilinmiyor sanıyorum, aşırı ufuk açıcı akıla takılan her türlü soruya da cevap veriyor. Kesinlikle herkes okumalı..
kendikendimincontextiyim
27 Ekim 2020
Kitaba yayınevinden dolayı fazlasıyla önyargılıydım ama beni ters köşe etti iyi de etti. İmam Gazzali, o kadar güzel anlatıyor ki esmaları hayran olmamak elde değil aralarda sorular sorup bunlara aklî deliller sunmuş muazzam bir kafa kalp çalışması desem imama edepsizlik etmekten imtina ederim ama gerçekten kaba haliyle muhteşemliğini ancak böyle anlatabilirim. Ben çok beğendim. Tadı damağımda kaldı.
Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.