Press "Enter" to skip to content

İRŞAD EKSENİ. M. Fethullah Gülen

10 dediğimiz; iyiliği emredip kötülükten sakındırma mevzuunu çeşitli yönleriyle ele alıp takdim etmeye çalışacağız. Şu kadar var ki, çıkış noktamızı yani onun İslâmî müeyyidelerden biri olduğu hususunu daima göz önünde tutacak ve değerlendirmemizi bu gerçek etrafında örgülemeye çalışacağız. Böyle bir değerlendirmenin İslâm da Tebliğ Usûlü anlayışımıza çok daha yeni buudlar kazandıracağı ümidindeyiz.

İrşad Ekseni

“Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran, 3/10) Ayeti inanan insanlara bir vazife, bir sorumluluk yüklemektedir. İrşad Ekseni, İslâm’ın müeyyidat kısmı içinde mütalaa edilen iyiliği emretme, kötülükten men etme düsturunu, orijinal tespit, yorum ve Asr-ı Saadet merkezli misallerle zenginleştirilmiş olarak sunuyor. İrşad Ekseni, irşad ve tebliğin, grup ve klikler üstü (ve bilhassa siyaset ötesi) ve herkesi içine alacak şekilde geniş olması gerektiğine dikkat çekiyor. Tebliğin analizi, tebliğde usûl ve prensipler ve tebliğ insanının ruh portresini ortaya koyuyor.

248 pages, Paperback

First published January 1, 2008

Book details & editions
Loading interface.
Loading interface.

About the author

M. Fethullah Gülen

178 books 190 followers

Turkish author, educator, and Muslim scholar living in self-imposed exile in Pennsylvania, USA. He has been described in the English-language media as an imam “who promotes a tolerant Islam which emphasises altruism, hard work and education” and as “one of the world’s most important Muslim figures.” He is the founder of the Gülen movement (known as Hizmet meaning service in Turkish), and the inspiration figure for its largest organization, the Alliance for Shared Values. In his sermons, Gülen has constantly emphasized the importance of education and interfaith tolerance and dialogue. Gülen’s followers have built over 1,000 schools around the world and are engaging in interreligious and intercultural social activities.

Gülen does not advocate a new theology but refers to classical authorities of theology, taking up their line of argument. His understanding of Islam tends to be moderate and mainstream. Gülen is inspired from Said Nursi’s teachings and modernizes them. His teachings differ in emphasis from those of other mainstream Islamic scholars in two respects, both based on his interpretations of particular verses of the Quran. He teaches that the Muslim community has a duty of service (Turkish: hizmet) to the “common good” of the community and the nation and to Muslims and non-Muslims all over the world and that the Muslim community is obliged to conduct dialogue with not just the “People of the Book” (Jews and Christians), and people of other religions, but also with agnostics and atheists.

Gülen is actively involved in the societal debate concerning the future of the Turkish state, and Islam in the modern world.

Ratings & Reviews

What do you think?
Rate this book
Write a Review

Friends & Following

Community Reviews

148 ratings 15 reviews
Search review text
Displaying 1 – 15 of 15 reviews
70 reviews

طُرق الإرشاد فى الفكر والحياه ..او بمعنى أخر (فقه الألم والمعاناه) نعم فمن أراد ان يقبل هذه الوظيفه وظيفه التبليغ ..عليه أن يدرك كل ما سيلحق به من ألم ومعاناه من البشر ..ولكن يقابل هذا الألم ..شىء أخر لا يمكن وصفه ..لأنه شعور يكسبه الله فى قلب المُبلّغ عنه ..

– عندما يملأُك شعور بأن دعوتك هى قلب الكون وروح الوجود وأنها ميزان العالم وصمام أمن وأمان لك حينها تواتيك الشجاعه لمواجهه العالم بأكمله..عن الدعوه وروعه من يبلغ عن الله هو يتحدث.
-ولكن أحذر-
-عندما تصاب روحك بالفتور وتنخفض درجه حراره القلب ويخبو أوار الفكر فأنت متوعك روحيا فعليك أن تصمت لأن الصمت هُنا أبلغ من كل كلام ميت تقوله واذا تحدثت فلن تجد أحد يصغى أليك.

الكتاب ينقسم الى محورين لا غير
حيث يشير الى ان الاحكام الأسلاميه يمكن ضمها فى مجموعتين اساسيتين (نفسيه ..وخارجيه)اى ما على الأنسان ان يفعله اتجاه بناء روحه واعمار نفسه ..وما يجب عليه فعله اتجاه العالم الخارجى .

فصول الكتاب
_أهميه التبليغ(التبليغ غايه وجودنا)والحاجه اليه
_أصول وقواعد فى التبليغ(للتبليغ فن )لا يمكن تجاوز فنونه
_صفات المُبلًغ

وأنهى تعليقى على الكتاب بجمله قالها الكاتب (ولو كانت النفس أقل من الكل فالوظيفه أسمى من الكل) التبليغ والأرشاد أقدس وظيفه من وظائف المسلم ..فهل نلتحق بها
وما أروع من الشغل عند المولى :)اللهم استخدمنا ولا تستبدلنا

İRŞAD EKSENİ. M. Fethullah Gülen

2 İRŞAD EKSENİ M. Fethullah Gülen Copyright Nil Yayınları, 2011 Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş. ne aittir. Eserde yer alan metin ve resimlerin, Işık Yayıncılık Ticaret A.Ş. nin önceden yazılı izni olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılması, yayımlanması ve depolanması yasaktır. ISBN Yayın Numarası 114 Çağlayan A. Ş. TS EN ISO 9001:2000 Ser No: Sarnıç Yolu Üzeri No: 7 Gaziemir / İZMİR Tel: (0232) Mayıs 2011 Genel Dağıtım Gökkuşağı Pazarlama ve Dağıtım Merkez Mah. Soğuksu Cad. No: 31 Tek-Er İş Merkezi Mahmutbey/İSTANBUL Tel: (0212) Faks: (0212) Nil Yayınları Bulgurlu Mahallesi Bağcılar Caddesi No:1 Üsküdar/İSTANBUL Tel: (0216) Faks: (0216)

3 Takdim Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir. 1 âyeti inanan insanlara bir vazife, bir sorumluluk yüklemektedir. Yüklenen bu sorumluluk, tespitini bizzat Cenâb-ı Hakk ın ya da O nun vahyi doğrultusunda peygamberlerin veya bu iki ana kaynaktan istifade ile belli vasıflara haiz insanların yaptığı iyi ve kötü değerlerin, mutlaka ama mutlaka insanlara anlatılmasıdır. Bu vazife yeryüzünün en şerefli ve en kıymetli vazifesidir. Bundan daha kıymetli ve değerli bir vazife olsaydı, Allah seçkin kul olarak yarattığı peygamberlerini o vazife ile görevlendirirdi. Müfessirler genelde bu âyeti değerlendirirken bu vazifenin şer î anlamda farz-ı kifaye oluşu üzerinde ısrarla durmuşlardır. Âyette geçen minküm tabirindeki min edatının ba ziyet anlamından hareketle söylenen bu hüküm, inanan her bir insanı derin derin düşündürmelidir. Zira günümüzde bu vazifenin farkında, idrakinde ve şuurunda olan kişilerin azlığı herkesin kabullendiği bir gerçektir. Bazı müfessirler buna ilaveten âyetin yüklemiş olduğu bu sorumluluğu yerine getiren bir topluluk yoksa, iyiliği emretme, kötülüğü menetme vazifesinin farz-ı ayn olduğunu belirtmektedirler. Bu ise mezkur vazifenin namaz, oruç, zekât vb. gibi ferdî mükellefiyetler alanına girdiğini göstermektedir. Evet, din âyette ifadesini bulan iyi ve kötü şeyleri belirleyen bir değerler manzumesidir. Bu anlamda iyiliği emretme, kötülüğü menetme, dini anlatma olarak yorumlanabilir. Istılahî anlamda buna, hükmünü farz-ı kifaye veya farz-ı ayn olarak belirlediğimiz tebliğ ve irşad diyebiliriz. Gerçi bazıları tebliği Allah a inanmayan kişilere, irşadı da inanan ama olması gerektiği ölçüde onu yaşamayan ya da yaşayamayan kişilere karşı yapılan ameliye olarak nitelendirirler. Bu, kelimelere lügat mânâları esas alınmak suretiyle giydirilen ıstılahî anlamlardır ve doğruyu ifade etmektedir. Fakat biz tebliğ ve irşad kavramını bu türlü teferruatı bir kenara bırakıp, genel anlamda kullanacağız. Evet, tebliğ ve irşad umumî anlamda dinin anlatılması demektir. Yalnız bu vazifenin hayata geçirilişinde hemen her şeyde olduğu gibi dikkat edilmesi gereken aslî ve fer î unsurlar vardır. Aslî unsurlar; tebliğ edilecek hakikatler, tebliğ eden, tebliğ edilen ve tebliğ usûlleri olmak üzere dörde ayrılır. Fer î unsurlar ise, bu dört ana esasa bağlı olan şeylerdir. Ezcümle tebliğin varlık

4 gayemiz oluşu, tebliğ ile fert-toplum münasebeti, peygamber ve tebliğ, çile, ızdırap, ücret, dua gibi hususların tebliğ ile ilişkisi, keyfiyet-kemmiyet dengesinin gözetilmesi vb. bütün bunlar tebliğin başarılı ve müessir olupolmamasında birinci derecede rol oynamaktadırlar. Aslında tebliğ meselesine farklı zaviyelerden de yaklaşmak mümkündür. Şöyle ki; tebliğ ferdin Allah a hakkıyla kul olmasını sağlayacak, Rabbisi ile irtibatını daimî tutacak ve onun iman ve İslâm da kemal mertebesine ulaşmasını temin edecek en önemli vesilelerden biridir. Abd, âbid, ibadet, ubudiyet, ubudet gibi kavramlarla anlatılmaya çalışılan hakikatler ki bunların hepsini Ben insanları ve cinleri sadece Bana ibadet etsinler diye yarattım. 2 âyeti çerçevesinde değerlendirebiliriz bu noktada tebliğ hakikatinin içinde mündemiç bulunmaktadır. Yukarıda tebliği varlık gayemiz olarak nitelerken, buna işaret etmek istemiştik. Burada tebliğin içtimaî boyutu da mutlaka nazara alınmalıdır. İnsan içtimaî bir varlıktır. Hayatını insanlar içinde geçirmeye göre programlanmıştır. İnsanların birlikte yaşadıkları bir hayat ise, bir taraftan insanın had, sınır ve kayıt tanımaz duygu, düşünce, his, arzu, emel ve hırsları, diğer taraftan da dünyanın bir imtihan meydanı olması itibarıyla çeşitli kaide ve kurallara ihtiyaç duyar. Siyasî, iktisadî, ahlâkî, hukukî birçok alanda ortaya atılan hukuk toplumu, fazilet toplumu, hukukun üstünlüğü, sosyal adalet vb. yüzlerce kavram veya iktisadî, siyasî, ahlâkî doktrinler, hep bu ihtiyacın ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki özellikle son birkaç asırdan beri insanların büyük çoğunluğunun gafil olduğu bir gerçek, bunun en mükemmel bir biçimde ilâhî dinler tarafından insanlara bildirildiğidir. İslâm haricindeki dinlerin tahrif ve tebdil edildiği herkesin malumu olduğuna göre bu konuda yegâne kaynağın İslâm dini olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zaten İslâm ın Allah Rasulü nden (sallallâhu aleyhi ve sellem) bu yana geçirmiş olduğu ve dinin hakkıyla hayata hâkim kılındığı zaman dilimleri bunun en büyük göstergesidir. Yeryüzünde özellikle son birkaç asır nazar-ı itibare alınarak Müslümanların tebliğ açısından durumu değerlendirildiğinde iki hususun mutlaka altı çizilmelidir. Bir; Müslümanların Osmanlı nın duraklama dönemine girişinden sonra kaybettikleri konum ve bunun tabiî bir uzantısı olarak ister düşünce, ister iktisadî, siyasî, kültürel hatta ahlâkî alanlarda güçlü ve kuvvetli olan devletlerin tesiri altına girmesidir. Öyle ki, bu tesir gün gelmiş, Müslümanın sahip olduğu elmas, pırlanta hüviyetindeki değerlerinden dahi şüphe etmesine

5 ve bazıları itibarıyla ondan hızla uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bu arada tabiî ki bu umumî havanın tesirine girmeyen insanlarımız da olmuştur. Fakat onların dini anlatma cehd ve gayretleri İslâm adına müsbet denilebilecek ölçüde bir kabullenme meydana getirmemiştir. Bunda çok çeşitli sebepler rol oynamıştır. Dini hakkıyla bilen insanların azlığı, tebliğ ortamının müsait olmayışı, dahilî ve haricî baskılar ve hepsinden öte asrın gerçeklerine uyanamamadan kaynaklanan eski metodların ısrarla kullanılması bu sebepler arasında sayılabilir. Şahsen ben İslâm âlemi olarak bugünkü duruma düşmemizde asrın gerçeklerine uyanamama faktörünün, diğerlerine nispetle daha müessir bir rol oynadığına inanıyorum. Bu konuda M. Âkif in Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı mısraında ifade ettiği ufuk yakalanabilseydi, bugünkü durum çok daha değişik olabilirdi zannediyorum. Meselâ, tebliğ ve irşad işi, genel geçer prensipler d o ğr ul tus und a şahıs, mekân ve zaman unsurları gözetilerek kurumsallaştırılabilseydi, dini anlatmayı gaye-i hayal edinmiş tebliğ erleri küçük ve büyük çapta hayatın çeşitli alanlarında organizasyonlar kurabilseydi, günümüze kadar gelen tarihî İslâm yorumlarından istifade ederek aslî kaynaklara inilip yeni yorumlamalar yapılsa ve bunlar hayata geçirilebilseydi.. evet bütün bunlar olsaydı neticenin bugünkünden farklı olması muhakkaktı. Altı çizilmesi gereken ikinci husus ise; tebliğ erlerinin tebliğ ettikleri hakikatleri yaşamamasıdır. Hâlbuki Kur ân ın bu konudaki hükmü gayet açık ve nettir. Niçin yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz! Allah katında en büyük günah, yapmayacağınız şeyleri söylemenizdir. 3 Buna rağmen tebliğ erlerinin böyle yapması Hocaefendi nin tespitleri içinde. vahyin bereketinin kesilmesine sebeptir. Vahyin bereketi kesildiğinde de düşünceler tutarsız, muhakemeler yetersiz, sözler kuru ve yavan hâle gelir ki, tebliğ edenin bu sıfatlara haiz olduğu bir vasatta ne ferdî, ne de içtimaî kabullenmelerin olması mümkün değildir. Zira bu, Allah ın kanunlarına terstir. Ayrıca bahsini ettiğimiz bu hususu, sadece bire bir ilişkiler alanına hasretmek doğru değildir. Aynı şey içtimaî ve düvelî alanda da geçerlidir. Gerçekten asırlardan bu yana Asr-ı Saadet ölçüsüne denk olmasa da onların daha altında bir seviyede olsun, İslâm ı hakkıyla temsil eden ne bir topluluktan, ne de bir devletten bahsetmek mümkündür. Bu ise, dini tebliğimize muhatap olan ve gerek ferdi, gerekse mensubu olduğu millet itibarıyla Müslümanlardan daha yüksek bir hayat standardına sahip olan insanların, İslâm dan uzaklaşmalarına sebebiyet vermektedir. Hatta bu noktada şöyle de denilebilir;

6 keşke bütün mesele İslâm ın bahsi edildiği ölçü ve alanda yaşanmaması olsaydı. Zira yanlış yorumlar ve uygulamalarla İslâm dünyaya menfî bir şekilde gösterilmiş, bu da İslâm imajına çok kötü bir darbe vurmuştur. Bu ise tebliğde müspet anlamda mesafe almayı engelleyen bir faktördür. İşte elinizde bulundurduğunuz kitap, birkaç paragraf içinde farklı boyutlarına temas etmeye çalıştığımız tebliğ ve irşad meselesini üç ayrı noktadan ele almakta ve bu alanlarda İslâmî temeller gösterilerek yeni açılımlarda bulunmaktadır. Burada İslâmî temellerin ki bunlar âyet, hadis ve ümmetin kabulüne mazhar olmuş ulemanın bu kaynaklara getirdiği yorumlardır gösterilmesi, İrşad Ekseni kitabının kıymetler üstü kıymetine ayrı bir değer katan unsurdur. İrşad Ekseni kitabı aslında M. Fethullah Gülen Hocaefendi nin 1980 öncesi vaizlik yıllarında müeyyidât serisi İslâm da Tebliğ Usûlü adlı vaaz silsilesinin yazıya geçirilmiş hâlidir. Bantlar daha önceki kitaplardaki takip edegeldiğimiz usûl üzere önce deşifre edilmiş, sonra imkân nispetinde yazı diline çevrilmiş ve peşi sıra bunca yoğun işine rağmen Hocamız ın küçük bir tashihinden geçmiş ve nihayet format, tahriç, fihrist ve indeks çalışmaları yapılarak baskıya sunulmuştur. Kitap, Tebliğin Analizi, Tebliğde Usûl ve Prensipler ve Tebliğ İnsanının Ruh Portresi olmak üzere üç ana bölümden oluşmaktadır. Her bir bölüm kendi içinde muhtevasına göre çeşitli ara başlıklarla bölünmüştür. Muhtevaya verilmek istenen mesajı tam anlamıyla yansıtamayabilir endişesi ile üslûba çok fazla müdahale edilmemiş, bu da kitabın bazı kısımlarında vaaz havasının hissedilmesine sebep olmuştur. İrşad Ekseni kitabının vaazlardan derlenen bir kitap olduğu bilindiğine göre, bunda bir mahzur olmasa gerektir. Son olarak, kitabın genel özellikleri ve ehemmiyetine dair iktibaslarla bezeli düşüncelerimi maddeler hâlinde sizlere arz etmek ve bu düşünceleri sizlerle paylaşmak istiyordum. Bu gayeye matuf, yaklaşık 20 madde tespit ettim. Fakat daha sonra bunların muhterem Hocam ın kitabın muhtevasını 25 madde hâlinde gayet veciz bir biçimde özetlediği sonuç kısmındaki bilgilerden çok farklı olmadığını gördüm ve vazgeçtim. Zira bu, sözü uzatmadan öte bir mânâ taşımayacak, sizlerin çok değerli vakitlerini israf etmeye sebebiyet verecekti. Evet, İrşad Ekseni kitabı iyiliği emretme, kötülükten menetme gerçeğinin İslâm ın müeyyidât kısmı içinde mütalâa edilmesi gerektiği tespiti üzerine kurulu, orijinal tespit, yorum ve Asr-ı Saadet kaynaklı misallerle süslü, tebliğ

7 erinin eline verilen altın gibi ölçü ve teknik bilgilerle dolu, tebliğin siyaset üstü olması, yelpazenin bütün insanlığı içine alacak ölçüde geniş tutulması gibi, asrın gerçeklerine işaret eden özellikleriyle dikkati çeken ve irşada özellikle günümüzde farz-ı kifaye ve farz-ı ayndan öte farzlar üstü bir farz olduğu hükmünü veren bir kitaptır. Evet, İrşad Ekseni irşad erlerinin cep kitapçığıdır ya da öyle olmalıdır. Sizleri kitapla baş başa bırakırken, yukarıda da ifade ettiğim gibi yoğun mesaisi içinde İrşad Ekseni kitabını küçük de olsa tashih etme lütfunda bulunan muhterem Hocamız a teşekkür ediyor, bu ve benzeri daha nice kitaplarla düşünce ufkumuzu açması ve bizleri yönlendirmesi talebimizi buradan kendilerine arz ediyor, Rabbim den kendisine sıhhat, afiyet ve uzun ömürler ihsan etmesini diliyorum. Kitabın dizgi, tashih, basım, dağıtım vb. her türlü safhasında emeği geçen herkese de ayrıca teşekkür ediyoruz. 1 Âl-i İmrân sûresi, 3/ Zâriyât sûresi, 51/56. 3 Saf sûresi, 61/2-3. Ahmet KURUCAN İstanbul,

8 Önsöz İnsan zaaflarıyla aşağılardan aşağı, faziletleriyle de meleklerden üstün bir varlıktır. Onu bu zaaf ve faziletleriyle ele alıp değerlendirmeyen her türlü terbiye anlayışı ise, eksik ve yarımdır. İslâm, insanı bir bütün olarak ele alır. Zaaflarına karşı zecrî ve korkutucu, faziletlerine karşı da teşvik edici bir metotla ona yaklaşır. Onun için Kur ân-ı Kerim ve hadis-i şeriflerde korku ile ümit, Cennet ile Cehennem, rahmet ile gazap hep ard arda ve dengeli olarak işlenmiştir. Korkunun bitirip tükettiği ve mefluç hâle getirdiği insanla, ümidin şımartıp firavunlaştırdığı insan, İslâm ın aradığı insan tipi değildir. Dinî hayatın temini ve devamı ancak müeyyidelerle sağlanır. İnsan, bir taraftan mânevî hayatını takviye edip metafizik gerilime geçerken, diğer taraftan da bazı cezâî müeyyidelerle kontrol altına alınmalıdır ki, istikametini devam ettirsin; sürçmekten, düşmekten ve yolda takılıp kalmaktan korunmuş olsun. Zâhiren bu cezâî müeyyidelerin yüzü ekşi gibi görünebilir. Ne var ki neticede bunlarla elde edilecek şeyler düşünüldüğünde, bu cezâî müeyyidelerin en az teşvik ve tergib müeyyideleri kadar insanın lehine olduğu ve o ekşi yüzün altında bir hûri güzelliği taşıdığı görülecektir. İnsanı tek taraflı ele alan bütün sistemler iflas etmiştir. İflas etmeyen sistemler de bugün hızla o istikamete doğru kaymakta. Zira bu sistemler, realite ve buna göre yaşama âhenginden mahrumdurlar. Bu mahrumiyetin muhakkak ve mukadder olan neticesi ise, bitip tükenmektir. Bu açıdan biz, İslâmî müeyyidelere, ilâhî ahlâk perspektifinden bakıp öyle değerlendirmek zorundayız. Zira o ahlâk ki, Kur ân ahlâkıdır. Bizim asıl gayemiz de, insanlara Efendiler Efendisi nin (sallallâhu aleyhi ve sellem) ahlâklanmış olduğu en yüce ahlâk ile ahlâklanma yolunu gösterme olmalıdır. Zaten insan olmanın gayesi de, bu yüce ahlâka ulaşmak değil midir? İslâmî müeyyideleri, işin başında iki ana grupta toplamak mümkündür. Bunlara en kısa ve veciz bir ifade ile, enfüsî ve âfâkî diyebiliriz. Birincisinde ferdin kendi iç âlemi ve ruh yapısı; ikincisinde ise, dışa karşı yapması gerekenler söz konusudur. Evvelâ her fert, kendi mânevî hayatını istikamet içinde sürdürmelidir. Zaten, imanın bütün rükünleri de ferde bunu kazandıracak niteliktedir. Allah a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe ve kadere iman etmiş olan

9 insanda, belli seviyede bu istikamet vardır. Ama bu istikamet, salih amel dediğimiz ibadetlerle takviye edilmeli ve her fertte tabiat hâline getirilmelidir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi farz ibadetlerin yanında, nafile adını verdiğimiz ibadetlerle de, ruhî hayatını geliştirip, iç dünyasını süsleyen bir insan, müeyyidelerin fert planında olan kısmını yerine getirmiş olur. Şu var ki, müeyyideler sadece yapılması gerekenler demek değil; yapılmaması gereken hususlarla da alâkalıdır. Yani bu müeyyidelerin bir ucunda Cennet, diğer ucunda Cehennem vardır. Tabir- i diğerle müeyyidelerin bir ucu mükâfatı, diğer ucu cezayı gösterir. İşte bu da dengenin ta kendisidir. Ayrıca, meseleyi beşerî realiteler içinde ele almak lâzımdır. Cenâb-ı Hak, bizi insan olarak yarattı. İnsan, birçok zaaflarının yanında birçok faziletleri de olan kompleks bir varlıktır. Oysaki diğer varlıklarda bu hususiyet, insanda olduğu ölçüde yoktur. Hayvanlar, kendileri için tayin edilen hududun dışına çıkamazlar. Kendilerine cüz î irade verilmediği için de mesuliyetleri yoktur. Cinler, istidat açısından insandan çok geridirler. Zaten şeytanların yapısı kötülüklerle öyle bütünleşmiştir ki, onlar sadece kötülük yapan varlıklar durumundadırlar. Meleklerin istidatları da sınırlıdır. Sınırlı tabirini, onların insanî ölçüde tekâmüle kapalı olduklarını anlatmak için kullanıyoruz. Şeytan, itaat etmekten mahrum; melek, isyan etmekten masundur. İnsan ise, hem şer ve kötülüğe, hem de iyilik ve güzelliğe aynı ölçüde açık olarak yaratılmıştır. Yüceler yücesi makamın namzedi de, sefaletin en iğrencine yuvarlanma adayı da odur. İslâm, getirdiği müeyyidelerle, kötülüğün bizzat kendisini yok edici bir aktivite içindedir. Bataklığı kurutmak, sivrisineklerden korunmanın en emin ve en kalıcı yoludur. Yılanı büyütüp kobra hâline getirdikten sonra, ondan şikâyet etmenin veya onu ortadan kaldırma çabalarına düşmenin yersizliği ve yetersizliği ortadadır. İslâmî müeyyideleri tetkik ederken, konuya bu zaviyeden yaklaşılması, meselelerin daha şümullü kavranmasına vesile olur inancını taşımaktayız. Tergibin yanında terhib; iyiyi emretmenin yanında kötülüklerden sakındırma; güzel davranışlar karşısında okşama, iltifat etme, mükâfat verme; kötülük ve kötülüğe götürücü faktörler karşısında cezâî müeyyidelere başvurma; yani bataklığı kurutma ve kötülüğün bizzat kendisini ortadan kaldırma, İslâmî müeyyidelerde gaye ve hedefe ulaştırıcı belli başlı usûl ve metotlardandır. Elinizde bulundurduğunuz bu kitapta, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker

10 dediğimiz; iyiliği emredip kötülükten sakındırma mevzuunu çeşitli yönleriyle ele alıp takdim etmeye çalışacağız. Şu kadar var ki, çıkış noktamızı yani onun İslâmî müeyyidelerden biri olduğu hususunu daima göz önünde tutacak ve değerlendirmemizi bu gerçek etrafında örgülemeye çalışacağız. Böyle bir değerlendirmenin İslâm da Tebliğ Usûlü anlayışımıza çok daha yeni buudlar kazandıracağı ümidindeyiz.

11 BİRİNCİ BÖLÜM TEBLİĞİN ANALİZİ 1. TEBLİĞ VARLIK GAYEMİZDİR Emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker, varlığın yaratılış gayesine götüren bir yoldur. Allah (celle celâluhu), kâinat sarayını bu yüce vazife için açmış ve yine insanı o sarayda bu yüce vazife için halife yapmıştır. Peygamberlik manzumesi de, bu sebeple nazmedilmiştir. Hz. Âdem (aleyhisselâm), hem ilk insan hem de ilk nebidir. Evlâtları, daha gözlerini açar açmaz karşılarında babalarını, iyiliği emredip kötülükten sakındıran bir peygamber olarak bulmuşlardır. Beşerî ilk oluşum nübüvvetle başlamıştır. Neticede nübüvvet ağacı, başlangıçta ona çekirdek olan Nebi yi meyve vermiştir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kâinat kendisi için yaratılan İki Cihan Serveri dir. 1 O nun gönderiliş gayesi ise tebliğdir. Tebliğin özü de, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani lmünker dir. Demek ki varlık, O nun için var edilmiştir. Şüphesiz varlığın yaratılış gayesi olan bir iş, işlerin en mühimidir. Evet, gözünü dünyaya açan Hz. Âdem in ilk çocukları, yaşadıkları âlemin semasında, her an nazarını ulvî âleme diken, emirleri oradan alan ve aldığı bu emirlerin altında haşyetinden iki büklüm olan, tir tir titreyen ve dudağında daima öbür âlemlerin endişesini ürperti hâlinde yaşayan bir Nebi Baba yı, Kutup Yıldızı seyreder gibi seyretmişlerdir. Hz. Âdem (aleyhisselâm), hem insan olarak hem de peygamber olarak ilk defa emr-i bi l-mâruf nehy-i ani lmünker yapan insandır.. ve bu yol, bir defaya mahsus açılmış, ardından da kapanmış bir yol değildir. Hz. Âdem i daha nice peygamberler takip etmiştir. Zira insanlığın nebilere ihtiyacı vardır. Çünkü insanda ne kadar fazilet mevcutsa, âdeta, zaman ve hâdiseler onları teker teker tüketme azmindedir. Onun içindir ki Kur ân-ı Kerim, yenilenmeden geçen sürelerin kalb kasvetine sebep olduğuna işaret eder. Bazı zaman ve devirler böyle bir kalb kasvetine sebep olunca, insanların gözleri küsûf tutmaya, bakışları bulanmaya başlar. Ayaklar kayar, istikamet kaybolur. Cenâb-ı Hak muhit ilmiyle bunları en iyi

12 bilen olduğu ve rahmeti gadabına sebkat ettiği için, ard arda peygamberler göndermiş; gönderilen her peygamber de devrin şartlarına göre emr-i bi lmâruf nehy-i ani l-münker de bulunmuştur. Hz. Âdem, ömrünü bu uğurda bitirip tüketmiş, evlâtlarının da daima iyi olanı yapmalarını, kötü olandan da kaçınmalarını tavsiye etmiştir. Onun sesinin ihtizaz ve dalgalanmaları, vefatından sonra da belli bir devreye kadar sürmüş, titreşimler kuvvetini kaybetmeye yüz tutunca da Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem in seçkin evlâtlarından bazılarını nebilik vazifesiyle görevlendirivermiştir. Onlar da sırasıyla kendilerine tevdî edilen bu vazifeyi hakkıyla yerine getirmiş.. ve her nebinin güneş gibi gurub edip gitmesiyle, diğer nebinin yine bir güneş gibi doğuşu arasında, insanlık semasında her zaman bir karanlık yaşanmıştır. Gerçi vilâyeti temsil edenler, her karanlık geceyi âdeta yıldızlar gibi donatıyorlardı; ancak onların güneşten beklenen aydınlığı getirmeleri elbette ki mümkün değildi. Hz. Nuh a (aleyhisselâm) kadar devran hep böyle devam etti geldi. Ve bir gün beşer, onun ulü l-azm bir peygambere yakışır ciddiyette gür soluklarını duydu. O büyük Nebi, Kur ân ın ifadesiyle: أ ب ل م ك غ س ر الا ت ب ر ي أ و ح ص ن ل ك م أ و عل م ن م ه الل ا م لا ت عل ون م Size Rabbimin vahyettiklerini duyuruyorum, size nasihat ediyorum ve ben sizin bilmediklerinizi Allah tan (gelen vahiy ile) biliyorum. 2 diyordu. Yani, beni dinleyen, bana itaat eden ve sefineme binen kurtulacaktır. Bu kurtuluş hem zâhirî hem de bâtınî olacaktır. Sular üstündeki sefine sizin cismaniyetinizi kurtaracaktır. Kalbinizle bana bağlanır, dediklerime kulak verirseniz, dünyevîuhrevî hayatın korkunç dalgaları arasında boğulmaktan kurtulur, selâmete erersiniz. Aksi hâlde, hem madde, hem de mânânızla tükenir gidersiniz. İşte Hz. Nuh, bin seneye yakın bir müddet hep böyle nasihat edip durmuştur. أ و ن ا ل م ك şekilde: Onu takiben Hz. Hud (aleyhisselâm) gelir. O da yine aynı Ben size emin bir nasihatçıyım. 3 der. İnsanları, yaratılış ح ن اص أ ین م gayelerine uygun hareket etmeye davet eder. İnsan ki, Cenâb-ı Hakk ı bilip tanımak ve bu bildiklerini vicdanında duymak için yaratılmıştır. İşte ona bu vazifesini hatırlatmak ve aynı zamanda onu bu mârifete ulaştırmak için ard arda peygamberler gelmektedir.. ve Hz. Hud dan sonra da nice peygamberler gelmiş ve hep aynı yolu takip etmişlerdir.

13 Ama ne zaman bir önceki nebinin ses ve soluklarının tesiri zihinlerden silinmiş ise, muhakkak insanlık bir öncekilere göre alçalışa geçmiş ve onun ruhî hayatında büyük sarsıntılar birbirini takip etmiştir. Mânevî hayat çorak bir araziye dönmüş, lâhut âlemine ait inşirah esintileri tamamen dinmiş ve insanlar derbeder hâle gelmişlerdir. İşte nebiler babası Hz. İbrahim (aleyhisselâm), gönderildiğinde insanlık âlemi böyle bir atmosferi yaşıyordu. O, emr-i bi lmâruf ve nehy-i ani l-münker in diriltici nefesleriyle insanlar arasına girdi; nerede üç-beş kişi gördüyse, oraya gitti ve onlara hakkı, hakikati tebliğ etti. Onu dinleyip sözüne kulak verenler, yeniden insanî kemalat adına zirvelere tırmandı ve hep şahikalarda dolaşmaya başladılar. Hz. İbrahim den sonra insanlık tekrar çıktığı zirveden yavaş yavaş aşağıya inmeye ve yeniden yozlaşmaya yüz tuttu. Her şeyi maddede arayan ve onda bulmaya çalışan bir zihniyet, yeniden gelip baş köşeye kuruldu. Bir ucu yirminci asra kadar uzanan bu felaketin, nasıl korkunç bir şey olduğunu, zannediyorum biz bugün daha iyi anlamaktayız. İşte Hz. Musa (aleyhisselâm), Mısır da, Nil deltasında böyle bir anaforun yaşandığı dönemde zuhur etti. O da kendisinden önceki peygamberler gibi, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker vazifesiyle memurdu ve biraz inatçı bir kavme karşı mücadele vermekle tavzif edilmişti. Bu yüce vazifeyi yüklendi ve onları ellerinden tutup yüceltme gayretine girdi. Bu çalışmalarında bir ölçüde muvaffak da oldu. Muhatapları çok zor yola gelebilecek bir millet olmasına rağmen, Hz. Musa nın gece-gündüz gösterdiği gayret ve çırpınışları neticesinde ve emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker in bir semeresi olarak, hayatta iken kendi de çok şeye şahit oldu. Elbetteki, insanları ellerinden tutup şahikalara çıkarmak ve onları birer kâmil insan hâline getirmek kolay bir hâdise değildir. Onun içindir ki, peygamberlerden dahi nice şehitler verilmiştir. Hz. Zekeriya (aleyhisselâm) baştan aşağıya demir testereyle bu uğurda ikiye biçilmiş, Hz. Yahya (aleyhisselâm) yine bu uğurda şehit edilmiştir. Zaten Hz. İsa (aleyhisselâm) için kurulan çarmıh da, başka bir gaye için değildi. Allah Resûlü nün maruz kaldığı zorluklar bunların hepsini aşkındı. O nun bu uğurda çekmediği eza ve cefa kalmamıştı. Hatta bir defasında O, Hz. Âişe ye (radıyallâhu anhâ) hitaben: Yâ Âişe, kavminden çok çektim. 4 diyecektir. Mahzun Peygamberin bu sözünde, bir kalb kırıklığının iniltisi vardır. Siz bu

14 sözü alın, bütün peygamberlere uğrayarak Hz. Âdem e (aleyhisselâm) kadar ulaştırın. Ve hayalen bu sözü yakın takibe alın, onu hemen her nebinin kalb inkisarı olarak bulacaksınız. Hz. Âdem evlâtlarını toplayacak: Sizden çok çektim. diyecek, Hz. Nuh (aleyhisselâm), Hz. Hud (aleyhisselâm) ve diğerleri de aynı sözü tekrar edecek ve aynı inkisarı dile getireceklerdir. Efendimiz den sonra, bu işi devam ettiren kutlular.. onların ifadeleri de sıkılsa, damla damla aynı inkisarın döküldüğü görülecektir: Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı Harplerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilattan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni menetmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. 5 ifadesi, buruk bir inkisardan başka neyin ifadesidir? İhtimal o bu sözü, kendi gibi bütün kalbi kırık büyükler için söylüyordu. Hâsılı bu hâl, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yapanların değişmez bir kaderidir. Bu büyük işe iştirak etmenin şerefi mevzuunda dikkatleri çekmek için, bilhassa Seyyidina Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) arasında, tefekkür mekiğinizi getirip götürmek istedim. Heyecanım, meselenin kudsiyetini aksettirmeden kaynaklanıyordu. Hülyalarımda hakikat erlerinin hayhuy unu duyuyor gibiydim. Emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yolunda atılan her adım, adım sahibi için nübüvvete veraset sevabı kazandırır. Çünkü bu vazife, esas itibarıyla peygamberlerin vazifesidir. Bu yola adımını atan her insan, böyle bir vazifenin altına girmiş ya da ilâhî bir lütuf olarak bu vazife ona verilmiş demektir. Öyleyse bu uğurda tek adım atan insan dahi, niyet ve derecesine göre bu vazifenin sevabını kazanacaktır. Ayrıca şu hususa da işaret etmek yerinde olur: Mademki bu kudsî vazife peygamberlerin vazifesidir. Peygamberler ise, bütünüyle istikamet içindedirler. O hâlde, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yapanlar da, hiç olmazsa bu amelleri itibarıyla istikamet içinde sayılırlar. Netice itibarıyla; Allah a inanan her ferdin, Allah katında mü min kabul

15 edilebilmesinin ve mü min kalabilmesinin garantisi, üzerindeki tebliğ vazifesini bihakkın ifa etmesiyle yakından alâkalıdır. Allah a inanan fert ve cemaatler, varlıklarını ancak ve ancak bu vazifeyi yerine getirmekle devam ettirebilirler. Hak ve hakikate tercüman olma, haksızlık karşısında dilsiz şeytan kesilip susmama, her zaman hayatı ve ölümü istihkar edip hiçe sayma, hep sahabe anlayışı içinde olma ve bu kudsî vazifeyi hayatın gayesi bilme; hem var olmanın sırrı, hem de mü min kalmanın şartıdır. Bunlar yaşanmadan geçen günlere yazıklar olsun. Aslında her mü min de, bu kudsî vazifenin yapılmadığı bir cemiyet içinde yaşamaktan Allah a sığınmalıdır. Fert, bu vazifeyi yaparken hem inandığı ve uğruna baş koyduğu düşüncelerini hayata geçirme imkânını bulacak, hem de bu sayede sahip olduğu iman havada kalmamış olacaktır. Zira İslâm, yaşanan bir hakikattir; yaşanmadıkça onun anlaşılmasına imkân yoktur. İman ve tebliği her şeyin merkezine yerleştiren bir insan, bütün hayatî faaliyetlerini de bu merkez etrafında örgüler. Bir mü min için, korunması gereken beş esastan en birincisi dindir. O ırzını, namusunu, malını ve canını koruyacak; ama evvelâ dinini koruyacaktır. Ve bu da onun, dinine verdiği önemin bir işareti olacaktır. Ferdin, Allah ile olan irtibatının derece ve kuvvetini gösteren en çarpıcı tablo, onun dini koruma adına gösterdiği gayret ve çalışmalarıdır. Şu da kat iyen unutulmamalıdır ki, dinini koruyamayan, diğer dört esası da koruyamaz. Tarihin bize verdiği en ibretli ve isabetli derslerden biri de işte budur. Allah (celle celâluhu) bizi, Kendisini ifade edelim ve anlatalım diye yarattı. Yaratılışımızdaki ilâhî maksat da budur. Bu ilâhî maksada uygun hareket etmek, hem dünyamızı hem de ahiretimizi mamur edecektir. Aksi hâlde dünyevî ve ebedî varlığımızın teminatı olan bu maksadın tokadını yer; hafizanallah hem millet olarak, hem de cemiyet olarak fitne ve fesadın ağına itilmiş oluruz. Bu önemli vazife (tebliğ vazifesi) yapılmadığı zaman, toplumun maruz kalacağı muhtemel musibetleri, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle dile getirmişlerdir: Şöyle ki, bir gün etrafında sahabe halka olmuş pür dikkat O nu dinliyorlardı. Ancak bugün, o nezih dilden ve lâl ü güher dökülen lisandan bir kısım tehdit ve tehlike ifadeleri de sâdır oluyordu. Ebû Ya lâ ve İbn Ebi d- Dünya nın (radıyallâhu anhümâ) rivayetlerine göre Allah Resûlü: Nasıl olacak hâliniz? O gün kadınların baş kaldırdığı, sereserpe açılıp saçılarak sokağa döküldüğü, kötülüklerin her tarafta yayıldığı ve hakkı ifadenin terk edildiği gün?

16 Sahabe bu sözler karşısında dehşete düştü; zira akılları böyle bir şeyi kabul edemiyordu. Onlar, tek bir mü min dahi kalsa, bir cemiyette bu kabîl kötülüklerin yaygınlaşmayacağına inanıyorlardı. Bu yüzden sözlerin tesiri, üzerlerinde bir şaşkınlık meydana getirmişti. Bundan dolayı da hemen sormuşlardı: Bunlar olacak mı ki yâ Resûlallah? Bunu hem şaşkınlık içinde hem de istifsar mahiyetinde soruyorlardı. Ve Allah Resûlü: Nefsim kudret elinde olan Allah a yemin ederim ki, daha şiddetlisi de olacak! buyurunca, etrafa bir garip hava çökmüş ve bakışlar bulanmıştı. Nihayet dehşet içinde: Bundan daha şiddetlisi nedir yâ Resûlallah? diyebilmişlerdi. Bunun üzerine İnsanlığın İftihar Tablosu: Bütün kötülükleri iyi ve bütün iyilikleri kötü gördüğünüz gün hâliniz nice olacak bir bilseniz! buyurdular. Biz hadisin bu bölümünden, günümüzdeki umumî duruma işaret etmesi yönüyle bir kesit alalım: Evet, hadis-i şerif, bir gün her şey tersine dönüp değerlerin altüst olacağına, iyiler kötü, kötüler iyi görüleceğine, zinanın tervic edileceğine, terör-anarşi revaç bulacağına, iman ve Kur ân ın aşağılanacağına, Allah a inananlar hor ve hakir görüleceğine, birçok kötülük bizzat devletler tarafından kanunlarla korunmaya alınacağına, dine ait hakikatler gericilik addedileceğine işaret etmektedir. İşte değerlerin altüst olması budur. Çağın insanı bunu on misliyle yaşadı ve zannediyorum daha bir süre de yaşayacak. Evet, tebliğe ait vazife yapılmayınca izzet, şeref ve haysiyetin yerini zillet ve hakaretin alacağı muhakkaktır. Fıtrat kanunları çiğnenirse, bunların neticelerine de katlanmak gerekir! Bu hep böyle olmuştur, akl-ı selim sahibi kimselerin başka şey beklemeleri de düşünülemez. Bu yüzden, bunları vicdanına sığdıramayan sahabe tekrar hayretle sorar: Bu da olacak mı yâ Resûlallah? Yani iyilikler menedilip, kötülükler emredilecek mi? Daha şiddetlisi bile olacak! Bundan daha şiddetlisi de nedir, Ey Allah ın Resûlü? Münkerât karşısında susup ve bizzat onu teşvik ettiğiniz gün vay hâlinize!

17 Yani, çoluk-çocuğunuzu akıntıya saldığınız, onları başıboş bıraktığınız, hatta onlara hâlinizle, dilinizle, davranışlarınızla kötülüğü emrettiğiniz zaman.. daha da kötüsü neslinize Allah ı unutturduğunuz ve Peygamber i gönüllerden sildiğiniz gün hâliniz içler acısı demektir. Artık sahabede hayret ve şaşkınlık son haddine varmış, dizlerde derman kalmamış, göğüsler daralıp nefesler tıkanmaya başlamıştı ki, dermansız, bitkin ve titrek bir sesle: Bu da mı olacak yâ Resûlallah? Evet. Hatta ondan da şiddetlisi olacaktır! Ve tam bu esnada Allah Resûlü, Allah a kasem ederek O ndan şu sözü nakletti: Celâlime yemin olsun ki bu duruma gelmiş bir cemiyetin içine çağlayanlar gibi fitneleri salıvereceğim. 6 İşte Allah Resûlü, bu önemli mükellefiyetin idrak edilmediği takdirde, bunun istikbalde ümmete nelere mâl olacağını, mucizâne bir şekilde dile getiriyordu ki, aslında biz de böyle bir mükellefiyet altında bulunmaktayız. Kalbimizin en hassas yerinde, üç asırdır devam edegelen bir vebalin ağrı ve sızısı var. Şüphesiz bu ağrı ve sızılarımızı dindirecek olan tek çare de, nebilere ait bu vazifenin hep birlikte ümmetçe idrak edilmesi ve yapılmasıdır. 1 Bkz.: Aliyyülkârî, el-esrâru l-merfûa s.385; el-aclûnî, Keşfü l-hafâ 2/ A râf sûresi, 7/62. 3 A râf sûresi, 7/68. 4 Buhârî, bed ü l-halk 7; Müslim, cihad Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat s.616 (Tahliller). 6 Ebû Ya lâ, el-müsned 11/304; et-taberânî, el-mu cemü l-evsat 9/129

18 2. TEBLİĞE DUYULAN İHTİYAÇ VE ONUN KAZANDIRDIKLARI Günümüz insanı, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker e her devirden daha çok muhtaçtır. Zaten nübüvvet, Hatemü l-enbiyâ (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile son bulmuş ve o kapı artık ebediyen kapanmıştır. Hâlbuki günümüzde, geçmiş asırların hepsine denk bir küfür ve isyan hâdisesi söz konusudur. Bu itibarla da bugün, bu yüce vazifeyi omuzlayanlar, her devrin insanından daha büyük sıkıntı ve ızdıraba dûçâr olabileceklerdir. Bu zor şartlardır ki, günümüzün mürşit ve mübelliğlerini kendilerinden önce gelenlerin çok önüne geçirecek ve ümit ediyoruz onlara, sahabenin hemen arkasında yer alma pâyesini kazandıracaktır. Nefis cümleden aşağı olsa da, vazife cümlenin üstündedir. 1 Cenâb-ı Hakk ın lütfu, insanlara ihtiyaçları nispetinde gelmektedir. Allah ın rahmeti, insanlar arasında taksim edilirken onun çokluğu, ekseriya, şahsın iktidarıyla ters orantı arz eder. Kim daha âciz ve zayıf ise, Cenâb-ı Hak ona daha çok merhamet etmekte ve onun elinden tutmaktadır. Değişik atmosferler açısından bakış ve duyuşlarla kalbimize kadar sokulan günahlar, bizleri öyle mefluç bir hâle getirmiştir ki, gecelerimiz heyecana, seccadelerimiz de gözyaşına hasrettir. Aşk ve muhabbetten yoksun, kadavraya dönmüş bu hâlimizle, bilmem ki başka hangi felaketleri bekliyoruz? Bunun ötesinde gelecek felaket, Allah korusun şeytanın başına gelen felaket olabilir. Evet, bizler, yirminci asrın insanları olarak, günahlarla öylesine içli dışlı olmuşuz ki, şayet gözümüzden perde kalksa ve kendi mânevî mahiyetimizi müşâhede etsek, o hâlimizden en evvel kaçan bizler olacağız. Ve bu kadar mücrim, bu kadar yıkılmış, bu kadar dökülmüş olmamıza rağmen Rabbimiz in bizlere emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker vazifesini tevdi etmesi, sadece ve sadece rahmete olan ihtiyacımızdandır. Bizler alabildiğine küçük ve zayıf olmamıza karşılık Cenâb-ı Hak, alabildiğine yüce ve merhamet sahibidir. O nun bu sonsuz rahmet ve merhametine mukabil vicdanlarımızın ifadesi olarak dilimizle binlerce kez Elhamdülillah desek yine azdır. Yirminci asır, mânâ ve ruh adına hakikaten her şeyin sarsılıp yıkıldığı bir asır olmuştur. Öyle ki, gözler küsufa tutulmuş, bakışlar bulanmış ve beller de iki büklüm hâle gelmiştir. Serfürû edilen yerler, hep mihrap girintisine ters çıkıntılardır. Bütün bu olumsuz şartlara rağmen fısıltı hâlinde de olsa, Efendiler

19 ن ع ي و Efendisi nin sesi ve soluğu hâlâ duyulmakta, O nun asırlarca evvel söylediklerinin yankısı zaman ve mekânı aşarak bize kadar ulaşmaktadır ki bu da Rabbimiz in sonsuz rahmetinden başka ne ile izah edilebilir ki? Öyle ise, bize düşen de, bu sonsuz lütfun şükrünü eda etmek olmalıdır. Bu da O nun diriltici soluklarını ruhumuzun enginliklerine doldurmak ve her nefes alış verişimizi bu soluklara göre ayarlamakla olacaktır. Bu ölçüde şükrünü eda edenler ki, neticede de onlar kurtulacaklardır. Sâdi Şirâzî, Efendimiz e hitaben: Ne mutlu o ümmete ki, o ümmetin vapurunun kaptanı Sensin. Ne mutlu o ümmete ki, o ümmetin arkacısı ve dayanağı Sensin! der. Evet, bizler, kurtarıcı bir sefine içinde bulunuyoruz. O sefinenin kaptanı Kâinatın Efendisi dir. Şimdilerde bir kere daha kaptanımız bize sesleniyor ve tayfalarının toplanmasını istiyor. Ancak bu vapura binenler kurtulacaktır. Bilmem ki bu sesi duyup topluca ona icabet edebilecek miyiz? * * * Şimdi de, Müslümanın tebliğ vazifesi ile muvazzaf kılınışını ve bu vazifeyi hakkıyla eda etmesi neticesi kazanacağı dünyevî ve uhrevî mükâfatları Kur ân âyetlerinden takip etmeye çalışalım. Cenâb-ı Hak, bir âyette şöyle buyuruyor: ن ك ت ل و م ك ن م ة م أ ي ون ع د إ ل ى ال خ ی ر ي و ون ر م ا ب ا ر وف ل م ع ن و ھ ن ال م ن ك ر ي ك أ و ول م ھ ال م ف ل ح ون Sizden iyiye davet eden, mârufu emredip münkerden kaçındıran bir cemaat olsun. İşte felâha, başarıya ulaşan yalnız onlardır. 2 Evet, sizin içinizde daima, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yapacak, hayra davet edecek ve şerden sakındıracak, insanlara doğruyu gösterecek ve kendisi de dosdoğru olacak, hem öyle doğru olacak ki, kötülüklerden, yılandançıyandan kaçar gibi kaçacak bir cemaat bulunmalı. Bir diğer ifadeyle, onlar, içinde bulundukları cemiyet için birer Kutup Yıldızı olsunlar. İçtimaî hayat okyanusunda seyahat eden cemiyet sefinesi, yollarını onlara bakıp öyle ayarlasın. Rotalar hep onlara göre kontrolden geçirilsin. Ta ki, sapmalar ve yolda dökülüp kalmalar asgariye indirilebilsin. Ne var ki bu rehber topluluk bu işe o denli motive olmalıdır ki, görenler onları âdeta emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker den ibaret mücessem bir âbide gibi görmelidir; görmelidir ki, inandırıcı olabilsin. Eğer bir cemiyet içinde, daima böyle kalabilen ve her zaman böyle olabilen

20 ص ل ح ون م أ و bir cemaat yoksa, o cemiyetin işi bitmiş demektir. Aralarında böyle bir cemaat zuhur edinceye kadar da onların doğru yolu bulması mümkün değildir. Burada önemli gördüğüm bir hususa daha temas etmek istiyorum. Eğer bir yerde, iyiliği emredip kötülükten meneden bir cemaat varsa, Allah (celle celâluhu) o bölge halkını semavî ve arzî bütün felaketlerden koruyacağına dair teminat vermektedir. Böyle bir teminatı başka birilerinin vermesi mümkün değildir. İşte bu konuda Kur ân ın beyanı: و ا م ان ك ب ر ك ل ي ل ھ ك ال ق ر ى ب ل ظ م ا ھ ل ھ Halkı ıslah edici olduğu hâlde, Rabbin, haksızlıkla memleketleri helâk etmez. 3 Ve ben de, Kur ân ın ardından sözlerine itimat ettiğim pek çok devâsâ kametin beyanlarına, bütün nebi ve velilerin de bu meyandaki sözlerine itimat ve istinaden diyorum ki emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker in yapıldığı bir yere, Cenâb-ı Hak musibet ve belâ vermez. Cemiyet böyle bir cezayı hak etse bile, o cemaatin hatırına o belâ ve musibet kaldırılabilir. Zira o cemaatin kalbleri daima Cenâb-ı Hak la irtibatlıdır. Ömürlerinin her an ve dakikası, iyiliği emredip kötülükten men etmekle geçmektedir. Dertli ve ızdıraplıdırlar. Dertlerinin ve ızdıraplarının sancısı beyinlerine vurur da onlar her an iki büklüm kıvranır dururlar. Kime, nerede ve nasıl anlatsam? düşüncesi onlarda sabit fikir hâline gelmiştir. Yerken, içerken, yatarken, kalkarken bu düşünce her zaman onları çepeçevre kuşatmıştır. Sanki varlıkları bu düşünceden ibaret gibi bir hâl almışlardır. İşte böylesine hakikatin azat kabul etmez köleleri bir toplumun safları arasında dolaşıp durdukça, o cemiyet semavî ve arzî bütün belâ ve musibetlerden emin demektir. Ve eğer biz, semavî ve arzî belâ ve musibetlerden emin olmak istiyorsak, derhal yaratılış gayemiz olan bu vazifemizin başına dönmeliyiz.. dönmeli ve kat iyen bilmeliyiz ki, gelen musibetler, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker in terkinden dolayı gelmektedir. O belâ ve musibetlerin gitmesi isteniyorsa, o da yine emr-i bi lmâruf nehy-i ani l-münker in yerine getirilmesiyle gerçekleşecektir. Başka hiçbir ibadet ü taat, böyle bir paratönerliği haiz değildir. Cenâb-ı Hak, bir insanı veya cemiyeti onlar namaz kılar oldukları, Kâbe yi tavaf ettikleri, ellerinde evrâd ü ezkâr okuyup durdukları anlarda bile yok edip yerin dibine geçirebilir. Ancak bir yerde on insan, arz edildiği şekilde dertli, muzdarip ve vazifelerini de yapıyorlarsa, Cenâb-ı Hak o beldeyi teminatı altına alır ve orayı

21 muhafaza buyurur. Onun içindir ki, bazı İsrailî kaynaklarda şöyle bir husus nakledilmektedir: Hz. Lut un (aleyhisselâm) kavmi helâk olduğunda, onlar içinde gecelerini namazla, gündüzlerini oruçla geçiren binlerce âbid ve zâhid insan vardı.. ama onlar emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker vazifesini yapmıyorlardı. Yine Hz. Şuayb ın (aleyhisselâm) kavmi Eyke halkı helâk edilirken, kim bilir kaç insan orada namaz kılıp, oruç tutuyordu. Fakat, içinde emr-i bi l-mâruf vazifesi yapıldığı hâlde helâke uğramış tek bir kavim veya millet göstermek mümkün değildir. Zira tarihte böyle bir misal de yoktur. İleride inşâallah âyet ve hadislerin aydınlatıcı tayfları altında bu meseleyi daha genişletmeyi düşünüyoruz. Yeryüzünde tebliğ hakikati ve ona duyulan ihtiyacı, bir başka zaviyeden şöyle değerlendirebiliriz: Emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker, insanın yeryüzünde Allah ın halifesi olmasının muktezasıdır. Allah (celle celâluhu), insanı, eşyaya müdahale etme pâyesiyle serfiraz bir halife kılmıştır. Ve ona kendi iradesinden bir irade bahşetmiştir. Benlik ve ego sadece insanda vardır. O, bu sayede kendinde mevcut olan hassalar ile, Cenâb-ı Hakk ın esmâ ve sıfatlarını değişik tecellîleriyle anlamaya çalışır ve gerçek kimliğinin idrakine ulaşır. Zira insana verilen benlik, mâlikiyet ve bunlardan kaynaklanan hürriyet duygusu, sadece bir ölçü birimidir. İnsan, bunlar sayesinde kuracağı farazî hatlarla Rabbini, Mâlik ini ve O nun her şeye kâdir olduğunu anlayıp idrak edebilir. İşte, insana böyle ayırıcı özelliklerin verilmesi, bir bakıma onun baştan halife kabul edilişi demektir. Zaten Allah meleklerine hitaben, Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim. 4 dedikten sonra, insanlığın babası olan Hz. Âdem i (aleyhisselâm) yaratmıştır. Ona eşyaya tasarruf hakkı vermiş ve onu Kendi yerine bir bakıma halife tayin etmiştir. Vekil, kendisine vekâlet veren şahsın tayin ettiği hudutların dışına çıkamaz ve o hudutların dışında tasarruf yapamaz. Zaten, insanın yapması gereken şeyler de, peygamberlerin bildirmiş olduğu ilâhî fermanlarla tespit ve tayin edilmiştir. İşte insan, o beyan ve hükümler doğrultusunda hareket ettiği müddetçe vekâletini tam ve mükemmel yerine getirmiş olacaktır. Hasan Basri Hazretleri nin mürsel olarak rivayet ettiği bir hadis bu mülâhazaya ışık tutar mahiyettedir. Hadiste şöyle denilmektedir:

22 ض ر یف ة س ر ن و ى ھ ن ع ال م ن ك ر و ھ ف ل خ یف ة ه الل في الا م ب ا ر وف ل م ع ن م أ ر ل خ و اب ت ك ه لی ف ة خ و ول ه Kim, emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yaparsa o Allah ın, Allah Resûlü nün ve Kitabullah ın halifesidir. 5 Cenâb-ı Hakk ı anlama ve anlatma, tanıma ve tanıtma, davranışlarıyla O na ait olduğunu gösterme herkese düşen bir görevdir. Resûlullah ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve Kitabullah ı anlama ve anlatma da yine insana düşen bir vazifedir. Allah ve Resûlü nün vaz ettiği prensipleri pratiğe dökme ve onları yaşanır hâle getirme de yine bu vazife cümlesindendir. Şu kadar var ki, aynı zamanda bu vazifeler insanın yaratılış gayesidir de. Demek oluyor ki insan, emr-i bi l-mâruf yaptığı ölçüde vazifesini yerine getirmiş olacaktır. Ve bütün bunlar, insanın adım adım Cenâb-ı Hakk ın rızasına kavuşmasını sağlayacak önemli vesilelerdir. Dürre binti Ebî Leheb (radıyallâhu anhâ) anlatıyor: Bir gün Allah Resûlü hutbe irad ediyordu. Mescide bir adam girdi ve Allah Resûlü ne, İnsanların en hayırlısı kimdir? diye sordu. Allah Resûlü bu soruya şu şekilde cevap verdi: İnsanların en hayırlısı emr-i bi l-mâruf nehy-i ani l-münker yapan, çok okuyan, Allah tan çok korkan ve sıla-ı rahimde bulunandır. 6 Evet, insanların en hayırlısı, mârufu emredip, iyiyi yaymayı dert hâline getiren, gece-gündüz bunun sancısını ve ızdırabını çeken, kötülükten meneden, münkerin neşv ü nemâsına meydan vermemek için elinden gelen her şeyi yapan, gönlünü hep bu duyguya kilitleyen, Allah tan çok korkan, yaşadığı hayatı şeriatı fıtriye ile Kur ân-ı Mu cizü l-beyan ın birleştirilmesi şeklinde yaşayan, yani; Kur ân dan fışkıran hakikatlerin bir kavis çizip yükseldiği yerleri birbirine bağlayıp, eşya ve hâdiselere o zaviyeden bakan, sıla-ı rahimde bulunan, insanlara karşı alâka duyan ve şefkatli olan insandır. Bizce vazifeler içinde en mühim olanı da budur. Eğer insanımıza karşı alâka duyuyor ve ona karşı merhametli olduğumuzu kabul ediyorsak, bunun en güzel ispatı, ona karşı yapmamız gereken vazifeleri yerine getirmemiz olmalıdır. Bu hususta bize düşen en hayatî iş de emr-i bi lmâruf nehy-i ani l-münker dir. Öyleyse bunu bütün insanlığa karşı yerine getirme emeliyle çalışmalıyız. Kaldı ki bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Cenâb-ı Hak tarafından takdir ve

23 و tebcile mazhar olur. Onun için, Kur ân-ı Kerim de şöyle buyrulmaktadır: ل س ي وا و س اء ن م أ ل ھ ال ك ت اب ة م أ قاي ة م ي ون ل ت ي ا ات ه الل ن ا اء الل ی ل الل ال و ي م و الا ر خ ي و ا ون ر م ب ا م ع ر وف ل م ھ و ي ون د ج س ي ون ن م ؤ ب ه ي ن و ھ ن ن ع ال م ن ر ك س ي و ار ع ون ف ي ال خ ی ر ات أ و ول ك ي ن م الص ال ین ح Kitap ehlinin hepsi bir değildir. Onlardan geceleri secdeye kapanarak Allah ın âyetlerini okuyup duranlar vardır, bunlar Allah a ve ahiret gününe inanır, iyiliği emreder, kötülükten meneder, iyiliklere koşarlar. İşte onlar salihlerdendir. 7 Demek oluyor ki, bu vazifeyi kim yaparsa yapsın, Allah a, ahiret gününe de inanıyorsa, Kur ân ın tebciline mazhardır. Zaten bizi de dolu dolu ümitlere sevkeden, bu ve benzeri âyetler değil midir? Evet, günümüz insanı şiddete, hiddete, baskıya, dövüp öldürmeye değil; şefkate, sevgiye, muhabbete, tatlı söze, mûnis sese muhtaçtır. Herkese şefkatle eğilecek, onun kalb iniltilerini bir mızrap gibi kendi gönlünde duyacak ve onların ızdırabını ızdırabın gibi paylaşacaksın.. evet bugün bizlerden beklenen şey budur. Bu yapılabildiği ölçüde insanlığın beklediği önemli bir iş yerine getirilmiş olacaktır. Bugün doğu ve batıda bizleri hayrete sevk edecek ölçüde ihtidalar, hidayete ermeler ve din olarak İslâm ı seçmeler görülmekte.. ve yine içte-dışta baş döndürücü keyfiyette dine dönüşler müşâhede edilmektedir. Dün unutulan mescit ve seccadeler, bugün kendileriyle bütünleşen insanlarla, dününün neşvesini paylaşmakta. Ve bu umumî durum olanca hızıyla yeryüzüne yayılmaktadır. Bütün bunlar, bugün birer olgu ise ki öyle olduğunda şüphe yok bu kalblerin şefkatle açılıp kapandığını göstermektedir. Nefret uyandıran davranışların dün hiçbir faydası olmadığı gibi, bugün de olmayacaktır, yarın da olmayacaktır. Ben, bugün hidayete ulaşmış ve İslâm dan nasibini almış nicelerinden duydum ve dinledim ki, eğer dün öldürülmüş olsalardı, şimdilerde, imanın vaad ettiği bu rûhânî hazlardan istifade edemeyeceklerini defaatle, Allah a şükür ki, o anarşi döneminde İslâm a karşı bir türlü sıcaklık duymayan kişiler olarak öldürülmedik. Aksi hâlde dünya ve ahiretimiz mahvolacaktı. şeklinde ifade etmişlerdir. Hidayete erip Müslüman olmuş ve Allah Resûlü nün huzuruna erme pâyesini

24 ihraz etmiş bir sahabinin, cahiliye döneminde Allah Resûlü nün dostlarından birini öldürmüş olma cürmünü ileri sürüp, kendisini kınayan bir başka sahabiye verdiği cevap oldukça mânidardır! Sahabi diyor ki: Sen beni öyle bir işimden dolayı kınıyorsun ki, Allah benim elimle onu Cennet e koymuştur. Çünkü o şehit olmuştur. Ya orada ölen ben olsaydım, durum nice olurdu? Zira o gün ben kâfirdim ve ebedî olarak Cehennem e girecektim. Esasen siz de, mazinin belli bir devresine gidip, anarşiden sıyrılmış ve seccadesine kavuşmuş insanları dinleyebilseniz aynı ses, aynı soluğu duyacaksınız. O gün her meseleyi kaba kuvvetle çözmeye çalışanlar, bugün seccadelerinin başında ağlayan o eski mücrimleri gördüklerinde acaba ne derler?. Doğrusu bunu çok merak ediyorum! Bu hususu tenvir için Asr-ı Saadet ten canlı bir örnek sunmak istiyorum: Amr b. Âs (radıyallâhu anh), olabildiğine bereketli ve uzun ömür yaşamış bir sahabidir. O, ölüm döşeğine düştüğünde oldukça endişeli ve bu endişeden dolayı da âdeta iki büklümdü. Bu eski asker ve siyasî dâhiye oğlu ve aynı zamanda ümmetin âlimlerinden olan Abdullah b. Amr b. Âs: Babacığım! Sen hayatta ölüm endişesi taşıyan insanları sevmez, aksine onlara kızardın. Şimdi aynı endişeyi taşıdığını görüyorum. der. Ölüm döşeğinde son anlarını yaşayan Amr b. Âs, oğluna şu cevabı verir: Benim hayatımda üç önemli devre var ki, bunlar beni çeşitli duygulara sevk etmektedir. İlk devrem küfür içinde geçmiştir. Allah Resûlü ne (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve inananlara yapmadık kötülük bırakmadım. Her yerde ve her defasında onların karşılarına çıktım; Habeşistan a hicret ettiler, ben de arkalarından gidip orada dahi onları huzursuz ettim. Birçok muharebede Müslümanların karşılarına dikildim. O devrede benimle beraber olanlardan niceleri küfür içinde ölüp gittiler. Cenâb-ı Hak beni korudu ve hidayete erdirdi. İşte ben o devrede ölmediğim için gece-gündüz Rabbime hamdettim ve şükürde bulundum. İkinci devrede ise, daima Allah Resûlü ile beraber oldum. O ndan hiç ayrılmadım. Bu dönem itibarıyla dupduru bir hayat yaşadım. Birçok sahabi bu safvet ve duruluk içinde iken öldü. Fakat ben ölmedim. İşte o devrede ölmediğim için de hep hayıflandım, üzüntü çektim. Keşke ölüm bana da o devrede gelseydi! düşüncesiyle hayıflandım durdum. Üçüncü devre ki, Efendimiz, Yüceler Yücesi nezdindeki makamına göçüp gitti. Artık O aramızda yoktu. Çıkan problemlere biz kendimiz çare bulmaya

25 çalışıyorduk. Bu devrede vicdanımı rahatsız eden birçok hâdiseye karıştım. Ve ölüm bana böyle bir devrede geldi.. onun için de endişe içindeyim. 8 Bizler de bugün, Amr b. Âs ın, vefat etmediği için durmadan Cenâb-ı Hakk a hamdettiği ve o karanlık devrenin dehlizlerinden geçerek ışık ve aydınlık bir zemine çıkıp seccadelerinde dua dua Cenâb-ı Hakk a şükür edalı yönelişlerde bulunan belli bir dönem insanlarını, her devrinkinden daha çok müşâhede edenlerdeniz. Eğer onlara ikinci ve üçüncü devrelerde de dupduru bir hayat hazırlayabilirsek, son anlarını da aynı hamd ve şükür neşvesi içinde geçirmelerini temin etmiş olacağız. Evet, vazifede sınır yoktur. Bilhassa muhabbet fedaisi olmaya azmetmişler için. Muhabbet fedaisi, kendini, Cenâb-ı Hakk ı insanlara sevdirmeye adamış kahramandır. Onun bütün derdi, insanların, Rablerini sevmelerini temin etmek ve onlara ebedî varoluşa giden yolları açmaktır. Bilhassa günümüzde, böyle bir kahramana düşen vazife çok daha ciddî buudlara ulaşmıştır. Zira ekseriyet itibarıyla günümüz insanı, her ne kadar çeşitli yerlerde görülen dinî hayata dönüş bize ümit verse de, Cenâb-ı Hak tan kopuk bir hayat yaşamaktadır. Onları böyle bir girdaptan kurtarma, çok zor; zor olduğu kadar da mübeccel bir vazifedir. Cinnet içinde, öldüren bir bataklıkta çırpınan bir insana, Olduğun gibi kal! demek ne ise, bu girdapta yuvarlanan nesle de, kalb safvetini korumasını ve Rabbiyle irtibatını sağlam tutmasını tenbih etmek aynı şeydir, hatta ondan da zordur. Ne var ki bizler bu zoru aşmak mecburiyetindeyiz. Sevgi, muhabbet ve müsamaha da bu zoru aşmanın önemli bir yoludur. Çünkü karşımızdaki kimselerin çoğu ebedî hayatını kazanma ya da kaybetmekle yüz yüzedir. Biz ise, onun ebedî hayatını kazanmasını istemekteyiz. Hâlbuki o, henüz içinde bulunduğu tehlikenin büyüklüğünü sezebilmiş değildir. Onun için, bizim gayret ve tehâlükümüzü yadırgamakta; hatta bazen bize kızmakta ve karşı çıkmaktadır. Ona aynı şekilde mukabele, onun ebedî hayatı kaybetmesine sebep olacaktır. Öyleyse davranışımız, mutlaka onun bize karşı olan davranışından farklı olmalıdır. Zaten o, durumunun nazik bir noktada olduğunu bilse, bizim gayretimizi anlayacak; koşup gelecek ve gönüllerimizi sevince gark edecektir. O hâlde, onun o bütün yadırgama ve karşı çıkmalarına rağmen, bizim ısrarla bu uyarıları devam ettirmemiz gerekir. İnsanlık semasının ayları, güneşleri mesabesinde olan başta peygamberler olmak üzere evliyâ, asfiyâ da hep böyle davranmışlardır. Meselâ;

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.