Press "Enter" to skip to content

Памук Орхан – Стамбул. Город воспоминаний

11 projektör ışıkları gibi vuran güneş ışığına gözlerimi dikip kirpiklerimi kırpıştırırsam, nasıl bir anda gözümün önünden tam istediğim gibi kırmızı uzay gemileri geçmeye başlarsa, aynı şekilde istediğim hayali, istediğim gibi kurar, sonra odadan çıkarken lambayı kapatan biri gibi (ışıkları söndür, çocukluğumda en çok duyduğum sözlerden biridir) hayali kapatıp huzurla normal dünyaya geri dönebilirdim. Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki farktır. Bir başka dünya hayal etmeden, bir başka kimliğe bürünmeden yaşayamayan şizofrenik kişiyi çok iyi anlarım ama ikinci aleme esir olduğu, geri dönebileceği mutlu ve sağlam bir asıl dünyası olmadığı için şizofrenlere acır ve onları (gizlice) küçümserim. Beni ikinci aleme koşturan ya da İstanbul da bir başka evde bir başka Orhan olduğunu, onun yerine geçebileceğimi bana düşündürten şey, hayatın, müze evin salon ve koridorlarının, halıların (halılardan nefret ederim) ve matematikle bulmacaya meraklı pozitivist erkekler kalabalığının çok sıkıcı olması, maneviyatsızlık, sevgisizlik, resimsizlik ve edebiyatsızlık (masalsızlık) belirtilerinin fazla olması (yaşlandıkça bunu inkar ettiler) ve evin tıkış tıkış eşya dolu, karanlık ve kasvetli bir yer olmasıydı, kendi mutsuzluğum değil. Çünkü çocukluğumda, özellikle okula başlamadan önceki iki yıl boyunca kendimi çok mutlu hissederdim. Alaycılıkla söyleyeyim: Yalnız aile içinde, eş dost arasında değil, herkes tarafından çok şirin, sevimli bulunan, bol bol öpülüp kucaktan kucağa gezen, akıllı, uslu bir çocuktum. Öpücükler, övgüler, tatlı sözler ve manavın bedava verdiği elmayla (yıkamadan yeme derdi hemen annem), kurukahvecinin hediye ettiği kuru incir (yemekten sonra yersin derdi annem, adama kibar bir gülümseme yollarken) ve sokakta rastladığımız hısım teyzenin verdiği şeker (teşekkür et derdi annem) başka pek çok şey gibi bana aklandaki ikinci alemin korkunçluğunu, tuhaflığını, uygunsuzluğunu kendime saklamam gerektiğini hissettiriyordu. Çocukluktan şikayetim duvarların ötesini görememek, pencereden bakınca sokağı, hatta karşı apartmanı değil, yalnızca gökyüzünü seyredebilmek, karakolun hemen karşısındaki pis kokulu kasaba (bir süre sonra pis kokusunu unutur, ama serin sokağa çıkınca gene hatırlardım) annemle gittiğimizde, adamın her biri bacağım uzunluğundaki bıçaklarıyla tahta tezgahın üzerinde eti kesişini seyredememek, dondurma kutularının içlerini, tezgahların, masaların üzerlerini görememek ve asansörün ve kapının düğmelerine uzanamamakla ilgiliydi. Sokakta bir küçük trafik kazası olduğunda ya da birdenbire atlı polislerin geçtiğini gördüğümde, bir yetişkin önümde durur, olup bitenin yarısını kaçırırdım. Babamın çok erken yaşta bizi götürdüğü futbol maçlarında, tehlikeli bir pozisyon birden belirince önümüzdeki sıradaki herkes bir anda ayağa kalkar, gollerin nasıl atıldığını göremezdim. Ama maçlarda dikkatim topta değil, babamın bize aldığı peynirli pidelerde, kaşarlı tostlarda, yaldızlı kağıda sarılmış çikolatalarda olduğu için ağabeyim kadar dertlenmezdim bundan. En nefret ettiğim şey, maç çıkışlarında, birbirlerini ite ite ilerleyen tıkış tıkış erkekler kalabalığının bacakları arasında sıkışıp hapsolmak, burada nefes alamazken bütün dünyayı, buruşuk pantolonlar ve çamurlu ayakkabılardan yapılmış karanlık ve havasız bir erkek bacakları ormanı olarak görmekti. Annem gibi güzel kadınlar dışında, yetişkinleri öyle çok fazla sevdiğimi de söyleyemem. Çirkin, kıllı ve kabaydılar. Fazla hantal, fazla ağır ve fazla gerçekçiydiler. Dünyanın içinde gizli bir ikinci dünya olduğunu bir zamanlar görmüşler, ama hayret etme ve hayal etme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı. Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve kulaklarından, burunlarının

Orhan Pamuk – Istanbul Hatıralar Ve Şehir

1 Orhan Pamuk – Istanbul Hatıralar Ve Şehir 1 BİR BAŞKA ORHAN İstanbul un sokakları içerisinde bir yerde, bizimkine benzeyen bir başka evde, her şeyiyle benim benzerim, ikizim, hatta tıpatıp aynım bir başka Orhan ın yaşadığına çocukluktan başlayarak uzun yıllar aklımın bir köşesiyle inandım. Bu düşünceyi ilk nereden ve nasıl edindiğimi hatırlamıyorum. Büyük ihtimal, yanlış anlamalar, rastlantılar, oyunlar ve korkularla örülmüş uzun bir süreç sonunda fikir içime işlemişti. Bu hayal kafamda ışımaya başlayınca neler hissettiğimi açıklayabilmek için onu en belirgin şekliyle ilk hissettiğim anlardan birini anlatmalıyım. Beş yaşımdayken bir ara bir başka eve yollanmıştım. Annemle babam, kavgalarının ve ayrılıklarının birinin sonunda Paris te buluşmuşlar, İstanbul da kalan beni ve ağabeyimi de birbirimizden ayırmışlardı. Ağabeyim Nişantaşı nda, Pamuk Apartmanı nda, babaannem ve aile kalabalığı ile birlikte kalıyordu. Beni ise Cihangir e teyzemin evine yollamışlardı. Sevgiyle ve hep gülümseyerek karşılandığım bu evin duvarında beyaz bir çerçeve içerisinde küçük bir çocuk resmi asılıydı. Arada bir, teyzem ya da eniştem duvardaki resmi gösterip, Bak bu sensin, diye gülümserlerdi.

2 Resimdeki iri gözlü bu sevimli çocuk, evet, biraz bana benziyordu. Onun da başında benim sokağa çıktığım zaman taktığım kasketlerden biri vardı. Ama gene de onun tam benim resmim olmadığını biliyordum. (Aslında resim Avrupa dan gelmiş küsch bir sevimli çocuk röprodüksiyonuydu.) Hep düşündüğüm, bir başka evde yaşayan öteki Orhan bu olabilir miydi? Ama şimdi ben de bir başka evde yaşamaya başlamıştım. Sanki İstanbul da bir başka evde yaşayan benzerimle buluşabilmek için benim de bir başka eve gitmem gerekmişti, ama hiç memnun değildim bu buluşmadan. Asıl eve, Pamuk Apartmam na geri dönmek istiyordum. Duvardaki resmin ben olduğunu söylediklerinde, aklım biraz karışır, ben, benim resmim, bana benzeyen resim, benzerim, bir başka ev hayalleri birbirinin içine geçer, eve geri dönmek, hep orada aile kalabalığıyla birlikte olmak isterdim. Bu istediklerim oldu ve kısa bir süre sonra Pamuk Apartmam na geri döndüm. İstanbul da başka bir evde yaşayan başka bir Orhan hayali ise beni hiç terketmedi. Çocukluğumda, ilk gençliğimde, bu büyüleyici düşünce aklımın kolayca ulaşacağım bir köşesinde hep hazır olarak durdu. Kış akşamları İstanbul sokaklarında yürürken, turuncumsu ışığını gördüğüm ve mutlu huzurlu insanların, rahat bir hayat yaşadığını hayal ettiğim ve içlerini görmeye çalıştığım bazı evlerde öteki Orhan ın yaşadığı, bir an bir ürpertiyle aklımdan geçerdi. Yaşım ilerledikçe bu hayal bir fanteziye, fantezi de bir rüya sahnesine dönüştü. Rüyalarımda kimi zaman bir kabusla bağırarak bu öteki Orhan ile -hep bir başka evdekarşılaşırdım ya da şaşılası ve acımasız bir soğukkanlılıkla, iki Orhan, birbirimize sessizce bakardık. O zaman yastığıma, evime, sokağıma, yaşadığım yere, uykuyla uyanıklık arasında, daha sıkı sarılırdım. Mutsuz olduğum zamanlar ise, bir başka eve, bir başka hayata, öteki Orhan ın yaşadığı yere gideceğimi hayal etmeye başlar, derken o öteki Orhan olduğuma biraz inanır, onun mutluluk hayalleriyle oyalanırdım. Bu düşler beni öyle mutlu ederdi ki, bir başka eve gitmeye gerek kalmazdı. Asıl konuya geldik: Doğduğum günden itibaren, yaşadığım evleri, sokakları, mahalleleri hiç terketmedim. Elli yıl sonra (arada İstanbul un başka yerlerinde yaşamama rağmen) gene Pamuk Apartmanı nda, annemin beni kucağına alıp dünyayı ilk gösterdiği ve ilk fotoğraflarımın çekildiği yerde yaşıyor olmamın, İstanbul un bir başka yerindeki öteki Orhan fikriyle, bu teselliyle bir ilişkisi olduğunu biliyorum. Hikayemi bana ve bu yüzden İstanbul a özel yapan şeyin de bu olduğunu hissediyorum: Göçlerin çokluğu ve göçmenlerin yaratıcılığıyla belirlenmiş bir çağda hep aynı yerde, hatta elli yıl hep aynı evde kalmak. Biraz sokağa çık, bir başka yere git, seyahat et, derdi hep annem kederle. Conrad, Nabokov, Naipaul gibi başarıyla dil, millet, kültür, memleket, kıta, hatta uygarlık değiştirerek yazan yazarlar var. Onların yaratıcı kimlikleri sürgünden ya da göçten nasıl güç almışsa, benim de hep aynı eve, sokağa, manzaraya ve şehre bağlanıp kalmamın da beni belirlediğini biliyorum. İstanbul a bu bağlılık, şehrin kaderinin de insanın karakteri olması demek. Ben doğmadan yüz iki yıl önce İstanbul a geldiğinde şehrin kalabalığı ve değişikliğinden etkilenen Flaubert, bir mektubunda Constantinopolis in yüz yıl sonra dünyanın başkenti olacağına inandığını yazmıştı. Osmanlı İmparatorluğu çöküp yok olunca, bu kehanetin tam tersi gerçekleşti. Ben doğduğumda İstanbul, dünyadaki görece yeri bakımından iki bin yıllık tarihinin en zayıf, en yoksul, en ücra ve en yalıtılmış günlerini yaşıyordu. Osmanlı İmparatorluğu nun yıkım duygusu, yoksulluk ve şehri kaplayan yıkıntıların verdiği hüzün, bütün hayatım boyunca, İstanbul u belirleyen şeyler oldu. Hayatım bu hüzünle savaşarak ya da onu, bütün İstanbullular gibi en sonunda

3 benimseyerek geçti. Hayata bir anlam verme merakı olan herkes ömründe en azından bir kere doğduğu konum ve zamanın anlamını da sorgular. Dünyanın bu köşesinde, bu tarihte doğmamızın anlamı nedir? Bize, piyangodan çıkmış gibi verilen, sevmemiz beklenen ve en sonunda içtenlikle sevmeyi başardığımız bu aile, bu ülke, bu şehir adil bir seçim midir? Yıkılan bir imparatorluğun çöktükçe çöken kalıntıları, külleri altında, eziklik, fakirlik ve hüzünle solarak eskiyen İstanbul da doğduğum için bazan kendimi talihsiz bulurum. (Ama içimden bir ses asıl bunun bir talih olduğunu söyler bana.) Konu zenginlikse eğer, İstanbul da hali vakti yerinde bir aileye doğduğum için talihli olduğumu da bazan düşünürüm. (Tersi de söylenmiştir bunun.) Çoğu zaman da tıpkı şikayet etmemem gerektiğine kendimi inandırdığım gövdem (biraz daha kalın kemikli ve yakışıklı olsaydım) ve cinsiyetim (acaba kadın olsaydım cinsellik daha küçük bir dert mi olurdu?) gibi doğduğum ve bütün ha-yatımı geçirdiğim İstanbul un da benim için tartışılmaz bir kader olduğunu anlarım. Bu kitap, bu kader hakkında. 7 Haziran 1952 de, gece yarısından biraz sonra İstanbul da, Moda da küçük bir özel hastanede doğdum. Gece koridorlar ve dünya sakindi. Gezegenimizde, iki gün önce İtalya da Stambolini Yanardağı nın birdenbire püskürtmeye başladığı alevlerden ve küllerden başka sarsıcı bir şey yoktu. Gazetelerde Kuzey Kore de savaşan Türk askerleri hakkındaki bazı notlarla, Kuzeylilerin biyolojik silah kullanmaya hazırlandığı yolundaki Amerikan kaynaklı bazı şüpheler küçük haberlerdi. Beni doğurmadan saatler önce, İstanbullu bütün çoğunluk gibi annemin de dikkatle okuduğu asıl haberler şehrimiz hakkındaydı: İki gece önce yüzünde korkunç bir maskeyle, Langa da bir eve hela penceresinden girmeye çalışırken farkedilen, bekçilerin ve Konya Talebe Yurdu nun cesur öğrencilerinin sokaklarda kovalaması üzerine bir kereste deposunda kıstırılan ve polislere küfürler ettikten sonra intihar eden sabıkalı hırsızın dün cesedini teşhis eden manifaturacı, geçen sene Harbiye deki dükkanını silah zoruyla güpegündüz gene bu haydutun soyduğunu tespit etmişti. Annem hastanede, tek başına bu haberleri okuyordu, çünkü yular sonra, biraz öfke ve kederle bana anlattığına göre onu hastaneye yatırdıktan sonra babam, doğumun gecikmesi üzerine sıkılmış, arkadaşlarıyla buluşmaya gitmişti. Has-tanenin doğum odasında annemin yanında, geç saatte bahçe duvarından atlayarak içeri girebilen teyzem vardı bir tek. Annem beni ilk gördüğünde benden iki yaş büyük ağabeyime göre daha zayıf, daha kırılgan ve daha ince olduğumu düşündü. Aslında düşünmüş demeliydim. Türkçede rüyaları, masalları ve doğrudan yaşamadığımız şeyleri anlatırken kullandığımız ve çok sevdiğimmiş li geçmiş zaman beşikteyken, tekerlekli çocuk arabasındayken ya da ilk defa yürürken yaşadıklarımızı anlatmak için daha uygundur. Çünkü bu ilk hayat deneyimlerimizi bize yıllar sonra annemiz babamız anlatır, biz de bir başkasının ilk kelimelerini söyleyişini duyar, ilk adımlarını atışını seyreder gibi kendi hikayemizi dinlemekten ürpererek zevk alırız. Kendimizi rüyada görmenin zevklerini hatırlatan bu tatlı duygu, daha sonra bü-tün hayatımız boyunca bizi zehirleyecek bir alışkanlığı da ruhumuza yerleştirir: Hayatta yaşadığımız şeylerin -hatta en derin zevklerin bile- anlamını başkalarından öğrenmeyi alışkanlık ediniriz. Tıpkı başkalarından dinleyerek hevesle benimsediğimiz ve daha sonra hatırladığımızı sanmaya başlayıp inançla başkalarına anlattığımız bu ilk bebeklik hatıraları gibi, hayatta yaptığımız çeşit çeşit şey hakkında başkalarının ne dediği bir süre sonra yalnız bizim kendi fikrimiz olmaz, yaşadığımız şeyin kendisinden de önemli bir hatıraya dönüşür. Yaşadığımız hayat gibi, yaşadığımız şehrin anlamını da çoğu zaman başkalarından öğreniriz. Başkalarının benim hakkımda ve İstanbul hakkında anlattıklarını kendi hatıram gibi benimsediğim zamanlar benim de içimden şöyle demek gelir: Bir zamanlar resim yapıyormuşum,

4 İstanbul Ada doğmuş, İstanbul da büyümüş, iyi kötü meraklı bir çocukmuşum, daha sonra yirmi iki yaşımda, bilmem neden roman yazmaya başlamışım. Bütün bir hayatı, hem başkasının yaşadığı bir şey gibi hikaye ettiği, hem de insanın kendi sesinin ve iradesinin zayıfladığı tatlı bir rüyaya benzettiği için bu kitabı bu dille yazmak isterdim. Ama bu hayatı daha sonra rüyadan çıkar gibi uyanacağımız daha gerçek, daha aydınlık bir ikinci hayata hazırlık gibi gösterdiği için de bu güzel masal dili bana inandırıcı gelmiyor. Çünkü benim gibilerin daha sonra yaşayabileceği ikinci hayat, elindeki kitaptan başka bir şey değildir. O da senin dikkatine bağlı, ey okur. Ben sana dürüstlük göstereyim, sen de bana şefkat. 2 KARANLIK MÜZE EVİN FOTOĞRAFLARI Annem, babam, ağabeyim, babaannem, amcalarım, halalarım, yengeler, beş katlı bir apartmanın çeşitli katlarında yaşıyorduk. Ben doğmadan bir yıl önceye kadar bir büyük Osmanlı ailesi gibi hep birlikte ayrı oda ve kısımlarında yaşadıkları yandaki büyük taş konak terkedilip özel bir ilkokula kiraya verilmiş, 1951 de bitişikteki arsaya şimdi bizim dördüncü katında oturduğumuz modern apartman yapılmış, sokak kapısının üzerine de, o zamanki modaya uygun olarak gururla Pamuk Apt. diye yazılmıştı. İlk yıllarda annemin kucağında çıkıp indiğim bu katların her birinde birer ikişer piyano vardı. Hep gazete okurken hatırladığım amcam da en son evlenmiş, daha sonra yarım yüzyıl sokaktan geçenleri pencereden seyrederek içinde yaşayacağı birinci kata yengem ve piyanosuyla yerleşmişti. Hiçbiri çalınmayan bu piyanolar bende hüzün ve kasvet uyandırırdı. Yalnız piyanoların çalınmaması yüzünden değil, içleri tıkış tıkış Çin porselenleri, fincanlar, gümüş takımlar, şekerlikler, enfiye kutuları, kristal bardaklar, gülabdanlar, tabaklar, buhurdanlar (ve bir gün aralarına saklanmış küçük oyuncak bir araba) dolu vitrinli büfelerin hep kilitli kalması, sedef kakmalı rahlelerin, duvara asılı kavuklukların kullanılmaması, Art Nouveau ve Japon sanatı etkileri taşıyan paravanaların arkasında hiçbir şeyin gizlenmemesi, Amerika ya göç etmiş doktor amcamın yirmi yıllık tozlu ve ciltli tıp kitaplarının dizildiği kütüphanenin cam kapaklarının hiç açılmaması, bende her katın salonlarını dolduran bütün bu eşyaların yaşamak için değil, ölüm için sergilendiği duygusunu uyandırırdı. (Bazan bir sehpa ya da oymalı sandık esrarengiz bir şekilde bir salondan diğer kattakine çıkardı.) Sedef kakmalı, gümüş telli koltuklara bazan hoyratça oturduğumuzda, babaannemiz Doğru oturun orada diyerek bizi uyarırdı. Oturma odalarının ev sakinlerinin vakitlerini huzurla geçirebilecekleri rahat mekanlar olarak değil, ne zaman geleceği hiç bilinmeyen kimi hayali ziyaretçiler için kurulmuş birer küçük müze gibi düzenlenmesinin arkasında elbette Batılılaşma merakı vardı. (Ramazan da oruç tutmayan biri, büfeler ve piyanolar arasında, sedirler ve yastıklarda bağdaş kurarak oturulup yaşanan bir evdekinden daha az vicdan azabı çeker.) Dinin taleplerinden kurtulmanın dışında Batılılaşmanın ne işe yarayacağı çok fazla bilinmediği için, salonların çok az dokunulan Batılılaşma ve zenginlik simgelerinin, kasvetli (ve bazan şiirsel) bir eklemeci ruhla sergilendiği mekanlar olarak kullanılması elli yılda yalnız İstanbul a değil, bütün Türkiye ye yayıldı ve televizyonların evlere girmesiyle 1970 lerin sonunda unutulmaya başlandı. Ekran başında birlikte toplanmak ve bir filmi ya da haberi seyrederken hep birlikte konuşup gülüşmek zevkinin, salonları birer müzeden küçük birer sinema salonuna çevirdiği bu yıllarda bile, televizyonu içerideki sofa benzeri bir odaya yerleştirip müze salonun kilitli kapısını ancak bayramlarda ya da çok özel konuklar için açan eski ailelere rastladığımı hatırlıyorum. Katlar arasında, bir büyük aile konağının kısımları arasında olduğu gibi, sürekli bir gidiş geliş olduğu için, Pamuk Apartmanı nın daire kapıları çoğu zaman açık olurdu. Ağabeyimin okula başladığı yıllarda bazan annemden izin alıp, bazan da annemle

5 birlikte yukarı kata çıkar, sabah babaannem hala yatağındayken, çekili tül perdeler ve sokağın öte yanındaki apartmanların yakınlığı yüzünden özellikle sabahları yarı karanlık bir antikacı dükkanına benzeyen salonda, ağır ve büyük halılar üzerinde kendi kendime birşeyler oynardım. Avrupa dan getirilmiş küçük arabacıkları saplantılı bir düzenle dizip, park ettirip garajcılık oynamaktan ya da koridorlarda bile uzayıp giden halıların deniz, koltukların, masaların ise bu denizden dışarı çıkan adacıklar olduğunu hayal edip, ayağım yere değmeden bir eşyadan ötekine atlayarak (tıpkı ayağını hiç yere değdirmeden ağaçtan ağaca atlayarak bir ömür geçiren Calvino nun Baron u gibi) yerden kestim oynamaktan ya da Heybeliada daki at arabalarından ilhamla, koltuğun koluna ata biner gibi oturup araba sürmekten gövdem yorulduğunda, daha çok da bütün hayatım boyunca yapacağım gibi sıkıntıdan burasını (bu odayı, bu salonu, bu dersaneyi, bu asker koğuşunu, bu hastane odasını, bu devlet dairesini) başka bir yer olarak düşlemekten hayal gücüm bitkin düştüğünde, çevremdeki sehpalara, masalara, duvarlara umutsuzlukla bir eğlence bekleyerek bakar, fotoğraflardan başka eğlenceli hiçbir şey göremezdim. Alt katlarda da aynı iş için kullanıldığından, piyanoların çerçevelenmiş fotoğrafları sergilemeye yaradığını düşünürdüm o zamanlar. Babaannemin oturma odası ve salonunda bütün yatay yüzeyler çerçevelenmiş irili ufaklı fotoğraflarla kaplıydı. Baş köşede, hiç yakılmayan şöminenin üzerindeki duvarda 1934 te ölmüş dedem ile babaannemin rötuşla renklendirilmiş kocaman birer fotoğrafı ayrı ayrı çerçevelenip asılmıştı. Müze salona giren birisi, bu büyük fotoğrafların yerinden ve babaannemle dedemin o zamanlar hala kimi Avrupa devletlerinin pullarında gördüğüm kral ve kraliçeler gibi birbirlerine dönük durmalarına karşın kameraya bakışlarından, hikayenin onlarla başladığını anlardı. İkisi de Manisa yakınlarındaki Gördes kasabasındandı, burada teni ve saçları aşırı beyaz olduğu için Pamuklar denen bir aileden geliyorlardı. Babaannemde Osmanlı haremine yüzyıllarca uzun boylu güzel kız yollayan Çerkez kanı vardı. Babası Osmanlı-Rus savaşı sırasında Anadolu ya göç etmiş, aile daha sonra İzmir e geçmiş (İzmir de bırakılan boş evden arada bir söz edilirdi), oradan da dedemin inşaat mühendisliği okuduğu İstanbul a gelmişlerdi. Dedem 1930 larda yeni Türkiye Cumhuriyeti nin büyük paralar harcadığı demiryolu inşaatlarından çok kazanmış, Boğaz a dökülen Göksu Deresi nin kıyısında tütün kurutmak için gereken sicimden halata kadar pek çok şey üreten büyük bir fabrika kurduktan sonra 1934 yılında, arkasında babamla amcamın yıllarca çeşitli işlere girişip iflas ede ede bitiremeyecekleri bir servet bırakarak elli iki yaşında ölmüştü. Salona açılan yazıhanenin duvarlarında ise aynı rötuş meraklısı fotoğrafçının pastel renklere buladığı yeni kuşağın büyük fotoğrafları çerçevelenip özenli bir simetriyle yerleştirilmişti. Tıp okuyup Amerika ya göç eden, askerliğini yapmadığı için Türkiye ye geri dönemeyen ve böylece babaanneme sürekli bir yas havası içerisinde yaşama fırsatı veren doktor amcam (Özhan) şişman ve sağlıklıydı. Ondan daha küçük olan ve en alt kata yerleşen Aydın amcam gözlüklüydü ve babam gibi o da inşaat mühendisliği okuyup, genç yaşta altından kalkamayacağı büyük inşaat işlerine girmişti. Yıllarca piyano eğitimi aldıktan, Paris te de bu işe devam ettikten sonra evlenip piyanoyu bırakan halam da hukuk fakültesinde asistan kocasıyla birlikte, yıllar sonra benim taşınacağım ve bu kitabı yazarken oturduğum çatı katındaki dairede yaşıyordu. Yazıhaneden kristal lambaların daha da kasvetli yaptığı esas salona geçtiğimde rötuşsuz siyah-beyaz ve daha küçük fotoğrafların kalabalığı arasında hayat birden hızlanıverirdi: Bütün kardeşlerin nişan, düğün fotoğrafları, kimi özel günlerde çağrılmış bir fotoğrafçıya verilmiş pozlar, Amerika daki amcadan gelen ilk renkli fotoğraflar, İstanbul un parkları, Boğaz kıyıları ve Taksim Meydanı nda hep birlikte yenen bir bayram

6 yemeğinde, annem, babam, ağabeyim ve ben hep birlikte gittiğimiz bir düğünde, yandaki eski evin bahçesinde, dedemin ve amcamın sahip olduğu arabaların ve apartman kapısının önünde çekilmiş fotoğraflar. Amerika daki amcamın birinci karısının yerine, ikinci karısının fotoğrafının konulması gibi olağanüstü haller dışında, tıpkı tamamlanıp bitmiş eski tarz bir müzedeki gibi hiçbiri değişmeyen bu fotoğraflara, hepsini tek tek yüzlerce kere seyretmiş olmama rağmen, o kalabalık salona her girişimde yeniden bakmaya başlardım. Fotoğraflara her yeni bakış bana yaşanan hayat ile, onun içinden çekip çıkarılmış, zamana karşı korunmuş ve bir çerçevenin içine konarak vurgulanmış kimi anların önemini öğretirdi. Ağabeyime bir matematik problemi sormakta olan amcamı izlerken, aynı anda onun otuz yıl önce çekilmiş bir fotoğrafını görmek ya da bir yandan gazetesini karıştırırken, bir yandan da kalabalık odadaki şakalaşmaları takip ettiğini yüzündeki gülümsemeden çıkarabildiğim babamı seyrederken, aynı anda onun benim gibi, beş yaşında ve kız gibi uzun saçlı bir fotoğrafına bakıyor olmak, bende hayatın çerçeve içerisine konan bu özel anları yaşamak için bizlere verilmiş bir fırsat olduğu izlenimini uyandırırdı. Arada bir babaannemin bir devletin kurucusundan bahseder gibi, erken yaşta ölen dedemden söz ederken, masalardaki ve duvarlardaki bu çerçeveli resimleri eliyle işaret etmesi bu hayat-eşsiz an, sıradanlık-protokol ikilemini vurgulardı. Zamanın akışına, insanların ve eşyaların yıpranışına direnen ve çerçeve içerisinde saklanan bu özel anların önemini ve manasını huşu içerisinde anlarken, bir yandan da onlardan sıkılırdım. Bütün ailenin hep birlikte toplanıp şakalaşarak yemek yediği akşamları, şeker ve kurban bayramlarında yenen öğle yemeklerini, ve yaşım ilerledikçe her seferinde artık gelecek yıl gelmeyeceğim deyip gene geldiğim yılbaşı yemeklerini ve sonra hep birlikte tombala oynamayı çocukluğumun ilk yıllarında çok severdim. Bu kalabalık yemekler, şakalaşmalar, amcamın rakı ya da votka, babaannemin de azıcık içtiği biranın etkisiyle gülüşmeleri bana bir yandan çerçeve dışında kalan hayatın çok daha eğlenceli olduğunu hissettirir, diğer yandan da mutluluğun bir aileyle, bir kalabalıkla paylaşılan bir güven duygusu, bir şakalaşma, bir rahatlık olduğu yanılsamasını verirdi. Öte yandan hep birlikte gülüşen, eğlenen, uzun bir bayram yemeği yiyen akrabalarımın, arada bir alevlenen mal-mülk kavgalarında birbirlerine ne kadar acımasızca davrandıklarının da kendimi bildim bileli farkındaydım. Annem bizler bizim dairede bizbizeyken halanız, amcanız, babaanneniz diyerek kimin bizlere -yani büyük aile içindeki bizim dört kişilik çekirdek ailemize- kötülük ettiğini bana ve ağabeyime öfkeyle anlatırdı. Kimi malların, halat fabrikasının hisse senetlerinin ya da bir katın paylaşılması her zaman uzun süren tartışmalara, kavgalara ve küskünlüklere yol açardı. İnce camlarla çerçevelenip piyanonun üzerine konan mutluluk fotoğraflarının üzerindeki çatlaklara benzeyen bu karanlık hikayeleri babaannemin katındaki kalabalığın şakalaşmaları içerisinde bir süre unuturdum belki, ama çok küçük yaştayken bile bu şakalaşmaların ardında gizli hesaplaşmalar, imalar olduğunu sezerdim. Büyük aileyi yapan küçük çekirdek aileciklerin her birinin hizmetçisinin bile, (mesela bizim Esma Hanım ın) ötekinin hizmetçisiyle (mesela halamın hizmetçisi İkbal ile) aynı mücadele ruhuyla çekişmeyi üzerine vazife edindiğini de görürdüm. Gördün mü bak, Aydın ne dedi, derdi daha sonra annem ertesi sabah kahvaltıda. Ne demiş? derdi babam önce merakla. Hikayeyi dinledikten sonra Boşver allahaşkına diye konuyu kapatıp gazetesine gömülürdü. Herkesin aynı ahşap konakta yaşadığı geleneksel büyük Osmanlı-İstanbul ailesinin hala izlerini taşıyan ailenin yavaş yavaş çürüyerek dağılmakta olduğunu bütün bu çekişmelerden hissetmesem bile, babamla amcamın sürekli iflas etmelerinden, ikide bir yeni bir iş kurmalarından ve babamın gittikçe sıklaşan yokluklarından seziyordum. Annem arada bir

7 bizi anneannemize ziyarete götürdüğünde hayaletlerle dolu Şişli deki evin odalarında ağabeyimle benim oynayıp oyalandığımız sırada işlerin kötüye gittiğini annesine anlatır, anneannem de ona soğukkanlılık önerir, annemin geri dönme ihtimaline karşı tek başına oturduğu toz içindeki üç katlı evin hiç de çekici bir yer olmadığını bizlere sezdirirdi. Bazan geçici bir öfkeye kapılmasının dışında babam hayatından, kendinden, yakışıklılığından, zekasından ve talihinden çok memnun biriydi ve üzerinden hiç atamadığı bir çocuksuluk ve sevimlilik ile bu mutluluklarını hiç saklamazdı. Evin içinde bol bol ıslık çaldığını, aynada kendini beğenerek seyredip, avucunun içine limon sıkıp saçlarına briyantin gibi sürdüğünü hatırlıyorum. Şakalar, kelime oyunları, şaşırtmacalar yapmaktan, ezbere şiir okumaktan, zekasını teşhir etmekten, uçaklara binip uzaklara gitmekten hoşlanırdı. Azarlayan, yasaklayan, cezalandıran babalardan değildi hiç. Özellikle çocukluğumun ilk yıllarında onunla gezip tozar, arkadaşlık ederken dünyanın insanın mutlu olmak için geldiği eğlenceli bir yer olduğunu hissederdim. Babam kötülüğün, düşmanlığın ya da düpedüz sıkıcı olanın çevresinden sessizce dolanırken, annem bu tehlikelere karşı bizi uyarır, yasaklar koyar, kaşlarını çatarak hayatın karanlık yanlarına karşı önlemler alırdı. Bu onu babamdan daha az eğlenceli yapardı, ama bize her fırsatta evden kaçan babamdan daha çok vakit ayırdığı için, onun sevgisine, şefkatine çok bağımlıydım. Ağabeyimle bu sevgi için rekabet etmek zorunda kalmam, hayatımın kendimi bilir bilmez öğrendiğim en temel gerçeğiydi. Annemin sevgisi için ağabeyimle girdiğim şiddetli mücadele ve rekabet, babamın bana hissettirmediği otoritenin, gücün ve iktidarın ruhumda yapabileceği zedelenmelerin fazlasıyla yerini tuttu. O zamanlar bunu şimdi düşündüğüm gibi kavrayamazdım. Çünkü ağabeyimle rekabet hele ilk başlarda hiçbir zaman çıplak şekliyle ortaya çıkmaz, hep bir oyunun parçası olarak ve bir oyunun içinde kendimizi bir başkası olarak düşlerken hissedilirdi. Çoğu zaman Orhan ile Şevket olarak değil, benim kendimi özdeşleştirdiğim bir futbolcu ya da kahraman ile ağabeyimin kendini özdeşleştirdiği başka bir futbolcu ya da kahraman olarak çarpışırdık. Sanki bizim yerimize savaşıp dövüşen bu hayali ya da gerçek kişileri canlandırırken, sonu kan ve gözyaşıyla biten oyun ve kavgamıza kendimizi bütünüyle verdiğimiz için aslında kavga edenin ve kıskançlıkla birbirini yaralayan, aşağılayan ve ezenin biz iki kardeş olduğunu unuturduk. Başarı istatistiğine, kazanan tarafın zaferinin ayrıntılarıyla dökümüne bütün hayatı boyunca çok meraklı olacak ağabeyimin, yıllar sonra hesaplayıp bana söylediği gibi, oyunların ve savaşların yüzde doksanını o kazanırdı. İçim kararınca, mutsuz olunca, canım sıkılınca kimseye bir şey demeden bizim daireden çıkar, ya aşağıya halamın oğluna oynamaya ya da çoğu zaman babaannemin katına giderdim. (Çocukluğunda bir kere bile diğer çocuklar gibi içim sıkılıyor, demedin, demişti bir kere annem.) İçlerinin birbirine o kadar benzemesine, yemek takımlarından şekerliklere, koltuklardan küllüklere pek çok eşyanın aynı olmasına rağmen her kat apayrı alem, apayrı memleketmiş gibi gelirdi bana. Eşyalarla dolu bütün o kasvetli haline rağmen, belki de bu yüzden, babaannemin salonuna gidip orada oynamaktan, müzemsi salonun, vazoların, fotoğraf çerçevelerinin, sehpaların gölgesinde hayaller kurmaktan, burasının başka bir yer olduğunu düşlemekten hoşlanırdım. Akşamları, lambaların ışığı altında bütün aile orada toplandığı zaman kurduğum bir hayalde babaannemin dairesini büyük bir geminin kaptan köşküne benzetirdim. Bizler fırtınada ilerleyen bu geminin hem kaptanı ve mürettebatı, hem de yolcularıydık ve dalgalar büyüdükçe endişeleniyorduk. Geceleri yatağımda yatarken Boğaz dan geçen büyük gemilerin kederle inleyen düdük seslerini işitirken kurduğum düşlerden çok şeyler taşıyan bu

8 hayalde, geminin, bizlerin, hepimizin kaderinin bana bağlı olduğunu da gururla hissederdim. Ağabeyimin resimli romanlarının kahramanlarını da hatırlatan bu hayale rağmen, tıpkı Allah ı düşünürken hissettiğim gibi, şehri yapan kalabalıklarla bizlerin kaderinin, sırf bizler zengin olduğumuz için örtüşmediğini sezerdim. Ama ondan sonraki yıllarda babamın ve amcamın iflasları, mal mülk paylaşımları ve annemle babamın kavgalarıyla büyük aile ve bizim küçük aile kenarından köşesinden çatlaklarla, kırıklarla ufalanarak fakirleşip yok olmaya doğru hızla giderken, babaannemin dairesini her ziyaret edişimde içimde bir hüzün uyanırdı. Osmanlı Devleti nin yıkımının İstanbul a verdiği eziklik, kayıp ve hüzün duygusu bir başka bahaneyle ve biraz gecikmiş de olsa, en sonunda bizleri de bulmuştu. 3 BEN Mutluluk anlarımda -çocukluğum bunlarla dopdoludur- kendi varlığımı değil, dünyanın iyi, güzel, hoş, güneşli olduğunu hissederdim. Sevmediğim bir yemek, kötü bir tat, elime batan bir iğne, bebekken kaçmayayım diye kapatıldığım tahta kafesin (nedense park derlerdi) tahtalarım öfkeyle dişlemek ya da en korkunç çocukluk anılarımdan birinde olduğu gibi parmağımı amcamın arabasının kapısına sıkıştırıp saatlerce ağlamak, (röntgen çeken bir doktora korkulu bir ziyaret) kendi benimi değil, kaçınılması gereken bir kötülük ve acı fikrini öğretirdi bana. Ama kendi bilincimin gidiş gelişleri, hayalleri, gerginlikleri arasında, kendim olduğum, bir benim olduğu duygusu da bir suçluluk duygusu gibi ağır ağır içime işlerdi. Benden iki yaş büyük ağabeyim okula başladığı için dört ile altı yaşlarım arasında onunla kurduğumuz arkadaşlık ve beraberlik duygusundan uzak kaldım. Onun gücünden, rekabet duygusundan kaçabildiğim ve Pamuk Apartmanı ve annemin şefkati ve ilgisi günün uzun bir kısmında bütünüyle bana kaldığı için kendimi daha iyi hissettiğim bu iki okul yılında, hem yalnız kalmayı keşfettim, hem de hiç unutmadığım ilk sarsıcı anılarımı biriktirdim. Ağabeyimin alıp okuduğu resimli romanların konuşma balonlarını önce ona okutur, sonra o okuldayken açıp, ondan dinlediklerimi hatırlayarak kendim okurdum. Öğle uykusu için beni yatağıma yatırdıkları, ama hemen uyumayıp Tommiks dergisinin sayfalarına baktığım tatlı ve sıcak bir öğleüstü, çükümün (annemin bibi dediği şey) sertleştiğini farkettim. Yarı çıplak bir kızılderili resmine bakarken olmuştu bu. Belinde ipince bir ipten başka bir şey olmayan kızılderilinin bibi sini gizlemek için kasıklarından aşağıya bir bayrak gibi düzgün bir bez parçası sarkıyordu, bezin ortasına da bir yuvarlak çizilmişti. Başka bir gün gene öğle uykusu için pijamalarım giydirilmiş olarak yorganın altında uzanmış, kendimi bildim bileli benim olan ayımla konuşurken gene aynı sertleşmeyi hissettim. Sihrim anlayamadığım bu hoş ama başkalarının görmesini istemediğim değişiklik tam o sırada ayıya Ben seni yiyeceğim! dediğim için gerçekleşmişti. Başka zamanlarda da, çok da fazla bir bağlılık hissetmediğim ayıcığımı tutup aynı kelimelerle tehdit ettiğimde bu tuhaf sertlesme gene oldu. Ben seni yiyeceğim, sözünü en çok annemin anlattığı masalların korkulu anlarında işitmiştim. Klasik İran edebiyatında şeytanların, cinlerin kardeşi olan ve dört yüzyıl önce hokkalarla kısa boylu, kuyruklu korkunç ucubeler gibi resmedildiklerini yıllar sonra farkedeceğim divler, Farsçadan İstanbul Türkçesine ve masallarına geçerken devleşmişti. Bir devin ne olduğuna ilişkin fikrimi, Dede Korkut Masalları ndan yapılmış bir küçük seçmenin kapağından edinmiştim. Burada, tıpkı kızılderililer gibi yarı çıplak, güçlü ve biraz da itici bir ucube sanki bütün dünyaya hükmediyordu. Ben seni yiyeceğim, sözü annemden dinlediğim masallarda yiyip yutmak kadar, öldürmek, yok etmek anlamına da geliyordu. Aynı yıllarda amcam küçük bir projeksiyon makinesi almış ve

9 Nişantaşı ndaki bir fotoğrafçı dükkanından on-on iki dakikalık kısa filmler (Şarlo, Walt Disney, Lorel ve Hardy) kiralayarak bayramlarda, yılbaşlarında şöminenin üzerindeki beyaz duvarda (dedem ve babaannemin fotoğrafları törenle indirilirdi) bütün aile kalabalığına göstermeye başlamıştı. Amcamın demirbaş küçük film koleksiyonundaki bir kısa Walt Disney filmi ise benim yüzümden iki kereden fazla gösterilmedi. Bu filmde geri zekalı, ağır ve bir apartman büyüklüğündeki ilkel dev, küçük Miki Fare yi kovalıyor, farecik kuyunun dibine saklanıyor, dev, kuyuyu bir hamlede topraktan koparıp bir bardak su gibi içince, küçük farecik devin ağzının içine düşüyordu ki, Orhan bütün gücüyle ağlamaya başlıyordu. Goya nın Prado Müzesi ndeki bir devin yerden kapıp ağzına aldığı küçük adam resmi olarak gördüğüm Satürn Çocuklarından Birini Yerken adlı resmi beni hala korkutur. Bir öğleüstü uyku saatimde gene ayıcığımı tehdit eder ve bir yandan da ona tuhaf bir şefkat beslerken birden kapı açıldı ve babam, donum inmiş, bibim sertleşmiş olarak beni bir an gördü. Kapı açıldığından biraz daha yavaşça, ama o zaman bile hissettiğim bir saygıyla kapandı. Oysa öğle tatillerinde eve gelip, yemek yiyip, biraz kestirdikten sonra babam işe gitmeden içeri girip beni öperdi. Yanlış bir şey yaptığım, daha kötüsü bunu haz için yaptığım duygusu yavaş yavaş haz fikrini de kenarından zehirleyerek içime işliyordu. Bir başka seferinde, annemle babamın bitip tükenmeyen kavgalarının birinden sonra, annem evi terkedince eve getirilen dadı küvette beni yıkarken gene aynı şey geldi başıma. Kadının şefkatten uzak bir sesle, benim köpekler gibi olduğumu söylediğini hatırlıyorum, ama bana haz veren şey su, yıkanmak, sıcaklık gibi şeylerdi. Bütün bu deneyimlerimi irkiltici, utandırıcı yapan şey gövdemin bu tepkisini denetleyemeyişim değildi yalnızca. Daha kötüsü sertleşme denen şeyin yalnızca benim başıma gelen bir tuhaflık olduğunu sanıyordum. Ancak altı-yedi yıl sonra, ortaokulda, kızlarla erkeklerin ayrı olduğu bir sınıfa düştüğümde benimki kalktı türünden çocuk sohbetlerine kulak verdiğimde sertleşmenin yalnız bana özgü bir şey olmadığını anladım. Sertleşmenin ve kötülüğün yalnızca bana özgü olduğu korkusundan, içimdeki kötülüğü saklamam gerektiği sonucunu çıkardım. Bu da bana kimsenin erişemeyeceği dışa kapalı bir ikinci dünyada yaşama alışkanlığını kazandırdı. Çok da sık olmayan sertleşmenin dışında, içimdeki kötülüğün asıl kaynağının uygunsuz hayaller kurmak olduğunu hissediyor, müze dairelerin odalarında yaşarken, çoğu zaman düpedüz sıkıntıdan, başka bir yerde yaşadığımı, başka biri olduğumu düşlüyordum. Kafamın içinde bir sır gibi sakladığım bu ikinci dünyaya kaçmak çok kolay bir şeydi: Babaannemin salonunda otururken mesela bir denizaltıda olduğumu düşlemeye başlayıverirdim. O günlerde hayatımda ilk defa sinemaya götürülmüş, Denizler Altında Yirmi Bin Fersah adıyla sessizlikleri beni korkutan bir Jules Verne uyarlamasını Beyoğlu nda, toz kokulu Saray Sineması nda seyretmiştim. Siyah-beyaz filmin yarı karanlık sahneleri, kameranın bir türlü dışına çıkamadığı gölgeli iç mekanları zaten bizim evi hatırlatıyordu. Daha altyazıları okuyamadığım için pek çok şeyi kaçırmıştım, ama ağabeyimin resimli romanlarını da böyle okumuyor muydum? Çıkaramadığım yerleri hayal gücümle uydurmak çok kolaydı. (Benim için kitap okurken hala önemli olan anlamaktan çok, okuduğum şeye uygun düşler kurmaktır.) Kendimin de bir ucundan seçerek ve bilinçle bir rüyaya girer gibi ayarladığım bu düşler sertleşme gibi, benim elimde olmayan uzantılar değil, benim kolaylıkla denetleyebildiğim alemlerdi. Büyük avizenin altındaki tablası geniş, sedef kakmalı, oymalı masayı, neredeyse Barok diyebileceğim işleme ve süslerini hayal gücümde bir anda siler ve orasının okuduğum resimli romandaki büyük bir dağ olduğunu hayal eder, tıpkı bu büyük ve tuhaf dağ gibi orada da ayrı bir

10 medeniyet olduğunu düşlerdim. Derken odadaki bütün eşyaları birer dağ gibi görür, aralarında uçan bir tayyare olur, hızlanırdım. Bacaklarını sallama öyle, başım dönüyor, derdi karşımda oturan babaannem. Sallamazdım, ama hayalimdeki tayyare babaannemin elindeki Gelincik sigarasının ciğerlerine çekmeden salıverdiği dumanına dalıp kaybolur, bakışım halılardaki biçimler arasında bundan önce teşhis ve keşfettiğim çeşit çeşit tavşanlar, yapraklar, yılanlar ve aslanlar içindeki ormana bir girer, oradan resimli romanlardan çıkma bir maceraya dalar, bir yangın çıkartır, birkaç kişiyi öldürür, ata biner, ağabeyimin bilyalarını o okuldayken nasıl dağıttığımı hatırlar, aklımın bir köşesi apartmanın seslerine açık olduğu için kapıcı İsmail in bizim kata gittiğini asansörün kapısının çarpışından anlar, derken yarı çıplak kızılderililer arasında yeni bir maceraya sürüklenirdim. Evleri yakmaktan, yanan evin içindeki insanlara kurşun yağdırmaktan ya da yanan evin içindeyken bir tünel kazıp kurtulduğumu düşünmekten, sigara kokan tül perdeyle pencere camı arasına sıkıştırdığım bir sineği yavaş yavaş ezip öldürmekten, can çekişen sinek kaloriferin üzerindeki delikli tahtaya düşerken onun cezasını bulan bir haydut olduğunu düşlemekten hoşlanırdım. Kırk beş yaşıma kadar uykuyla uyanıklık arasındaki o tatlı bölgede, bunu düşünmenin bana iyi geleceğini bildiğim için hep birilerini öldürdüm. Bir kısmı yakın akraba, hatta ağabeyim gibi iyice yakın kişiler, bir kısmı siyasetçi, edebiyatçı, bir kısmı esnaf, çoğu da zaten hayali bu kişilerden özür dilerim. Kedileri aşkla, dostlukla sevip, bir inançsızlık, umutsuzluk ve boşluk anında kimse görmeden onlara bir tane çakıp güldüğüm, sonra utandığım, içimin kediye şefkatle dolduğu da çok oldu. Yirmi beş yıl sonra askerdeyken öğle yemeğinden sonra bütün bölük sigara içip dedikodu ederken sandalyelere oturan ve uzaktan hepsi birbirine benzeyen yedi yüz elli erin hepsinin kafasının boyunlarından kopuk olduğunu, kanlı yemek borularının, sigara dumanının tatlı ve saydam bir maviye boyadığı büyük kantinde yavaş yavaş sallandıklarını hayal ederdim ki, Bacaklarını sallama oğlum, yeter ben yoruldum, derdi asker arkadaşlardan biri. Çocukken tıpkı sertleşme gibi sır olarak sakladığım, sakladıkça da zararsızlığına inandığım bu ikinci dünyanın varlığından bir tek babam haberdarmış gibi gözükürdü. Bir öfke ve heyecan anında tek gözünü kopardığım ya da karnındaki delikten biraz daha saman çekip zayıflattığım ayıcığımı düşünürken ya da aşırı sevgi ve heyecandan iki kere kırdığım için üçüncü kere alınan bir oyuncağı (kafasındaki düğmeye bir vurunca tekme atan parmak büyüklüğündeki futbolcu) üçüncü kere kırdıktan sonra, yaralı gövdesini sakladığım yerde belki can çekiştiğini hayal ederken ya da bizim kattaki hizmetçi Esma Hanım ın Allah tan söz ederkenki inancıyla bitişikteki damda gezindiklerini iddia ettiği sansarları korka korka düşünürken birden, babam, Aklında ne var, söyle, sana yirmi beş kuruş, derdi. Aklımdakini söylemenin ya da biraz değiştirip söylemenin ya da bir yalan atmanın kararsızlığıyla ben sessiz kalınca, gülümseyerek eklerdi: Geçti artık, hemen söyleyecektin. Babam da bu ikinci dünyada yaşıyor olabilir miydi? Hayal kurmak sözüyle çoktan meşrulaştırılmış olduğunu ancak yıllar sonra anlayacağım o işi o sıralarda yalnızca benim kafamın bir tuhaflığı diye düşünmem ne kadar doğruydu? Aklım yalnızca babamın söylediği şeyin telaşına kapıldığı için değil, huzursuz edici şeyleri, iyi niyetle unutma yeteneğim olduğu için de bu soruyu kendime sormadan geçiştirirdim. Hayal kurmayı yalnızca kendi tuhaflığım diye algılayıp aklımdan geçenleri saklamamın bir başka nedeni de bu ikinci dünyanın bana hiçbir geri dönüş zorluğu çıkarmamasıydı. Babaannemle karşılıklı otururken, perdeler arasından odanın içine tıpkı geceleri Boğaz vapurlarının meraklı

11 projektör ışıkları gibi vuran güneş ışığına gözlerimi dikip kirpiklerimi kırpıştırırsam, nasıl bir anda gözümün önünden tam istediğim gibi kırmızı uzay gemileri geçmeye başlarsa, aynı şekilde istediğim hayali, istediğim gibi kurar, sonra odadan çıkarken lambayı kapatan biri gibi (ışıkları söndür, çocukluğumda en çok duyduğum sözlerden biridir) hayali kapatıp huzurla normal dünyaya geri dönebilirdim. Napolyon olduğunu sürekli düşlemekten hoşlanan adamla, kendini Napolyon sanan adam arasındaki fark, mutlu hayalci ile mutsuz şizofren arasındaki farktır. Bir başka dünya hayal etmeden, bir başka kimliğe bürünmeden yaşayamayan şizofrenik kişiyi çok iyi anlarım ama ikinci aleme esir olduğu, geri dönebileceği mutlu ve sağlam bir asıl dünyası olmadığı için şizofrenlere acır ve onları (gizlice) küçümserim. Beni ikinci aleme koşturan ya da İstanbul da bir başka evde bir başka Orhan olduğunu, onun yerine geçebileceğimi bana düşündürten şey, hayatın, müze evin salon ve koridorlarının, halıların (halılardan nefret ederim) ve matematikle bulmacaya meraklı pozitivist erkekler kalabalığının çok sıkıcı olması, maneviyatsızlık, sevgisizlik, resimsizlik ve edebiyatsızlık (masalsızlık) belirtilerinin fazla olması (yaşlandıkça bunu inkar ettiler) ve evin tıkış tıkış eşya dolu, karanlık ve kasvetli bir yer olmasıydı, kendi mutsuzluğum değil. Çünkü çocukluğumda, özellikle okula başlamadan önceki iki yıl boyunca kendimi çok mutlu hissederdim. Alaycılıkla söyleyeyim: Yalnız aile içinde, eş dost arasında değil, herkes tarafından çok şirin, sevimli bulunan, bol bol öpülüp kucaktan kucağa gezen, akıllı, uslu bir çocuktum. Öpücükler, övgüler, tatlı sözler ve manavın bedava verdiği elmayla (yıkamadan yeme derdi hemen annem), kurukahvecinin hediye ettiği kuru incir (yemekten sonra yersin derdi annem, adama kibar bir gülümseme yollarken) ve sokakta rastladığımız hısım teyzenin verdiği şeker (teşekkür et derdi annem) başka pek çok şey gibi bana aklandaki ikinci alemin korkunçluğunu, tuhaflığını, uygunsuzluğunu kendime saklamam gerektiğini hissettiriyordu. Çocukluktan şikayetim duvarların ötesini görememek, pencereden bakınca sokağı, hatta karşı apartmanı değil, yalnızca gökyüzünü seyredebilmek, karakolun hemen karşısındaki pis kokulu kasaba (bir süre sonra pis kokusunu unutur, ama serin sokağa çıkınca gene hatırlardım) annemle gittiğimizde, adamın her biri bacağım uzunluğundaki bıçaklarıyla tahta tezgahın üzerinde eti kesişini seyredememek, dondurma kutularının içlerini, tezgahların, masaların üzerlerini görememek ve asansörün ve kapının düğmelerine uzanamamakla ilgiliydi. Sokakta bir küçük trafik kazası olduğunda ya da birdenbire atlı polislerin geçtiğini gördüğümde, bir yetişkin önümde durur, olup bitenin yarısını kaçırırdım. Babamın çok erken yaşta bizi götürdüğü futbol maçlarında, tehlikeli bir pozisyon birden belirince önümüzdeki sıradaki herkes bir anda ayağa kalkar, gollerin nasıl atıldığını göremezdim. Ama maçlarda dikkatim topta değil, babamın bize aldığı peynirli pidelerde, kaşarlı tostlarda, yaldızlı kağıda sarılmış çikolatalarda olduğu için ağabeyim kadar dertlenmezdim bundan. En nefret ettiğim şey, maç çıkışlarında, birbirlerini ite ite ilerleyen tıkış tıkış erkekler kalabalığının bacakları arasında sıkışıp hapsolmak, burada nefes alamazken bütün dünyayı, buruşuk pantolonlar ve çamurlu ayakkabılardan yapılmış karanlık ve havasız bir erkek bacakları ormanı olarak görmekti. Annem gibi güzel kadınlar dışında, yetişkinleri öyle çok fazla sevdiğimi de söyleyemem. Çirkin, kıllı ve kabaydılar. Fazla hantal, fazla ağır ve fazla gerçekçiydiler. Dünyanın içinde gizli bir ikinci dünya olduğunu bir zamanlar görmüşler, ama hayret etme ve hayal etme yeteneklerini kaybetmişlerdi. Beni sevimli bulmaları, ne kadar şirin olduğumu hep söylemeleri, beni görünce tatlılıkla gülümsemeleri, beni hediyelerle şımartmaları hoşuma giderdi ama ikide bir öpmelerinden rahatsız olurdum. Nefeslerindeki sigara ya da ağır parfüm kokusu beni iter, yüzlerindeki tüyler, sakallar batardı. Erkeklerin parmaklarının üst kısmındaki, boyunlarındaki tüylerden ve kulaklarından, burunlarının

12 içinden fışkıran kıllardan hoşlanmaz, onların daha kötü, daha bayağı yaratıklar olduğunu düşünürdüm. Bütün bu şikayetler konuyu ev dışındaki hayata, sokaklara ve İstanbul a getiriyor. 4 YIKILAN PAŞA KONAKLARININ HÜZNÜ: SOKAKLARIN KEŞFİ Pamuk Apartmanı, Nişantaşı nda, bir zamanlar büyük bir paşa konağının bahçesi olan geniş arazinin kenarına inşa edilmişti. Nişantaşı semti adını, on sekizinci yüzyılın sonuyla on dokuzuncu yüzyılın başında reformcu ve Batılılaşmacı padişahların (III. Selim, II. Mahmut) spor olsun, keyif olsun diye boş tepelere nişanladıkları okların düştüğü, bazan da tüfekle vurdukları boş testilerin kırıldığı yeri işaretlemek için dikilen (üzerinde de olayı anlatan bir iki mısra yazılan) taşlardan alıyordu. Osmanlı padişahları Batılı konfor, değişiklik fikri ve verem korkusuyla Topkapı Sarayı nı terkedip Dolmabahçe ve Yıldız a yaptırdıkları yeni saraylara yerleşince, buralara yakın olan Nişantaşı tepesinde vezirler, başvezirler, şehzadeler büyük ahşap konaklar inşa ettirdiler. İlkokula Şehzade Yusuf İzzeddin Paşa Konağı nda (Işık Lisesi) başlamış, Sadrazam Halil Rıfat Paşa Konağı nda (Şişli Terakki) devam etmiştim. Bu iki konak da ben oralarda okurken, bahçede futbol oynarken yanıp yıkıldılar. Karşımızdaki apartman Mabeyinci Faik Bey Konağı nın yıkıntıları üzerine yapılmıştı. Çevredeki sağlam tek eski konak, on dokuzuncu yüzyılın sonunda yapılan, bir zamanların başvezirlerinin oturduğu ve Osmanlı Devleti yıkılıp, başkent Ankara ya taşınınca da valilere kısmet olan kagir yapıydı. Çiçek aşısı olmak için bir başka Osmanlı paşasının artık kaymakamlık olarak kullanılan konağına giderdim. Bir zamanlar Osmanlı Devleti nin Batılı misafirlerinin ağırlandığı hariciye konağı, Abdülhamit in kızlarının konakları ya da yanık, yıkık konak kalıntıları -tuğla duvarlar, cam kırıkları, bir iki devrik merdiven basamağı ve eğreltiotlarıyla incir ağaçlarından oluşan ve bende hala derin bir hüzün ve çocukluk fikri uyandıran bir kıvam-apartman binaları tarafından daha bütünüyle yok edilmemişti. Teşvikiye Caddesi üzerindeki bizim apartmanın arka pencerelerinin baktığı bahçedeki servi ve ıhlamur ağaçlarının arasında yıkıntıları duran konak Osmanlı-Rus Savaşı sırasında kısa bir süre başvezirlik yapan Tunuslu Hayrettin Paşa tarafından yaptırılmıştı. Kafkas doğumlu bir Çerkez olan paşa, Flaubert in İstanbul a yerleşip kendime bir köle satın almak isterim diye yazmasından on yıl önce, 1830 larda çocukken bir köle olarak İstanbul a, oradan da Tunus Valisi ne satılmış, gençliğini Fransa da geçirip Arap dili ve kültürüyle büyümüş, Tunus ta orduya katılıp hızla yükselmiş, komutanlık, valilik, diplomatlık, mali uzmanlık gibi en üst düzey görevlerde bulunup hayatının sonunda Paris e yerleşmişti. Paşayı, altmış yaşına doğru Abdülhamit, (gene Tunuslu olan Şeyh Zafiri nin tavsiyesi ile) İstanbul a çağırmış, kısa süre mali işlerin başında tuttuktan sonra başvezir yapmıştı. Borç içindeki ülkeyi kurtarsın diye artık bir parçası olduğu bir Batı ülkesinden reform hayalleriyle çağrılan kurtarıcı maliyeci-yöneticilerin Türkiye deki (ve fakir ülkelerdeki) ilk büyük örneklerinden olan paşaya -tıpkı daha sonraki benzerleri gibi yeterince Osmanlı, yerli, Türk olmadığı, artık bir Batılı kafasına sahip olduğu için- büyük umutlar bağlandı ve aynı nedenlerle de – yani yeterince Türk ve yerli olmadığı için de- yerin dibine batırıldı. Dedikodulara göre Tunuslu Hayrettin Paşa saraydaki görüşmeleri dönüşte bindiği at arabasında Arapça not ediyor, sonra Fransız katibine Fransızca yazdırıyordu. Muhaliflerinin çıkardığı yeterince Türkçe bilmediği söylentileri ve gizli amacının bir

13 Arap devleti kurmak olduğu yolundaki bir jurnal üzerine (Abdülhamit gerçeklik payı düşük olduğunu hissettiği ihbarları da ciddiye alırdı) başvezirlikten uzaklaştırıldı. Gözden düşmüş bir Osmanlı sadrazamının çok sevdiği Fransa ya dönmesi sakıncalı olduğundan, hayatının geri kalanında, kışın daha sonra bizim bahçesine bir apartman dikeceğimiz konakta, yazın Boğaz kıyısında, Kuruçeşme deki yalısında hüzünle yarı hapis hayatı geçirip, Abdülhamit e raporlar yazıp Fransızca hatıralarını kaleme aldı. Türkçesi ancak seksen yıl sonra yayımlanan ve paşada mizah duygusundan çok, görev duygusu olduğunu kanıtlayan bu hatıraları oğullarına ithaf etti. Yirmi yıl sonra, bu oğullardan biri, Mahmut Şevket Paşa ya yapılan suikaste karıştığı gerekçesiyle idam edildiğinde konak zaten Abdülhamit tarafından çoktan satın alınıp kızı Şadiye Sultan a hediye edilmişti bile. Her biri deli bir şehzade, afyonkeş bir saraylı, tavan arasına kilitlenen bir evlat, ihanete uğramış bir padişah kızı, sürgüne yollanmış ya da vurulmuş bir paşanın hikayesiyle ve Osmanlı Devleti nin çürüyüp, dağılıp gitmesiyle aklımızda özdeşleşen bu yanık ve yıkık konaklar bizim apartmanda sessizlikle geçiştirilirdi. Bizler Nişantaşı na, 1930 larda, bütün bu Osmanlı paşaları, şehzadeleri, yüksek memurları Cumhuriyet le birlikte tasfiye edildikten sonra ve saray yavrusu konaklar bakımsızlıktan boşalmaya, yanıp yıkılmaya başladığı zamanlarda gelmiştik. Öte yandan bu ölen kültürün, batan imparatorluğun hüznü her yerdeydi. Batılılaşma çabası, modernleşme isteğinden çok, yıkılan imparatorluktan kalan keder verici, acıklı hatıralarla yüklü eşyalardan kurtulma telaşı gibi gelmiştir bana: Tıpkı birden oluveren güzel bir sevgilinin yıkıcı anısından kurtulmak için elbiselerinin, takılarının, eşya ve fotoğraflarının telaşla atılması gibi. Yerine güçlü, kuvvetli, yeni bir şey, Batılı ya da yerli, modern bir dünya kurulamadığı için bütün bu çaba daha çok geçmişi unutmaya yaradı; konakların yakılıp yıkılmasına, kültürün basitleştirilip güdükleştirilmesine, ev içlerinin yaşanmamış bir kültürün müzeleri gibi düzenlenmesine yol açtı. Yıllar sonra ağır ağır benim içime işleyecek bütün bu tuhaflığı ve hüznü, çocukluğumda bir sıkıntı ve kasvet olarak yaşadım. Şehrin içine gömüldüğü ve bir türlü çıkamadığı hüzün duygusu, tıpkı babaannemin farkında olmadan terliğinin ucuyla tempo tuttuğu Alaturka müziği dinlerken kimi zaman hissettiğim gibi, ölümcül bir sıkıntıya kapılmak istemiyorsam hayal kurmam gerektiğini hatırlatırdı bana. Hüzün ve sıkıntıya kapılmadan yaşamanın bir ikinci yolu da, annemle sokaklara çıkmaktı. Çocukları parklara, bahçelere, hava alsınlar diye bir yerlere götürmek gibi bir alışkanlık olmadığı için, sokağa çıkarıldığım bu günlerin benim için özel bir önemi olurdu. Yarın ben sokağa çıkacağım! derdim halamın benden üç yaş küçük oğluna, gururla. Yuvarlak merdivenlerden döne döne inilir, büyük bir çoğunluğu yeraltında olan kapıcı dairesinin, kapıya bakan (eve giren çıkanlar denetlensin diye) küçük penceresinin önünde kılık kıyafetim, düğmelerim son bir kere daha gözden geçirilir ve sokağa çıkınca da, sokak! diye mırıldanırdım hayranlıkla. Güneş, temiz hava, ışık. Ev bazan o kadar karanlık olurdu ki, yaz günü perdeler açıldığında olduğu gibi, sokağa çıkınca ışıktan gözlerim kamaşırdı. İlk anda kaldırımlarda yürümek çok hoşuma giderdi. Annem elimi tutarken dükkan vitrinlerine dikkatle bakardım: Çiçekçinin buğulanmış camları arkasındaki siklamenleri uzun burunlu renkli kurtlara benzetir, ayakkabıcının vitrinindeki uçan topuklu ayakkabının gizli iplerini izler, kırtasiyecinin vitrininde ağabeyimin Sınıf Bilgisi ders kitabının aynısının sergilendiğini görünce sokakların verdiği ilk bilginin, başkalarının da bizim apartmandakine benzer hayatları olduğuna ilişkin bir ipucu olduğunu sezerdim. Ağabeyimin gittiği ve benim de bir sene sonra başlayacağım ilkokul, herkesin cenazesinin kalktığı Teşvikiye Camii ne bitişikti. Ağabeyim evde Öğretmenim, öğretmenim diye hevesle sözünü ettiği için, tıpkı insanın bir dadısı olması gibi, her öğrencinin de bir kişisel öğretmeni var sanıyordum.

14 Ertesi yıl aynı okula başladığımda tıkış tıkış bir sınıfta otuz iki kişiye bir öğretmen düştüğünü görmek evin rahatlığından ve annemden uzak kalmanın hüznüne, kalabalık içinde bir virgül olmanın hayal kırıklığını da eklemişti. Arada bir uğradığımız ve tıpkı çiçekçi gibi buhar kokan bir başka yer, babamın gömleklerinin kolalanıp ütülendiği kolacıydı. Annem İş Bankası na girince, nedenini önce hiç söylemedim ama altı basamak merdiveni çıkıp vezneye onun yanına gidemezdim, çünkü ahşap basamaklar arasındaki boşluklardan kayıp düşü vereceğim takılırdı aklıma. Niye gelmiyorsun buraya? diye seslenirdi annem yukarıdan, vezne kuyruğunda beklerken. Cevap vermez, derdini anlatamama ve tuhaf bulunma telaşıyla bir süre kendimi bir başkası sanır, annemi arada bir yoklayarak hayaller arasında dolanırdım: Burası bir saraydı ya da bir kuyunun dibi. Osmanbey, Harbiye tarafına yürümüşsek, köşedeki Mobil benzincinin bütün bir apartmanın yan cephesini kaplayan uçan atı bu hayallere karışırdı. Atların, kurtların, korkunç yaratıkların ağızları, burunları aklımda kalır, oradaki bir delikten düşüp kaybolacağımı sanırdım. Bir yandan naylon çorap yamayan, bir yandan düğme, kemer satan yaşlıca bir Rum kadın vardı, lake bir çekmeceden mücevher gibi tek tek çıkardığı köy yumurtalarını çok özel şeylermiş gibi satardı. Onun dükkanındaki küçük akvaryumda ağır ağır salınan kırmızı balıklar cama yasladığım parmağımı yemek için küçük ama korkutucu ağızlarını kararlılık ve hoşuma giden bir aptallıkla oynatırlardı. Yol boyunca uğradığımız bir başka dükkan Yakup ile Vasü in işlettikleri küçük tütüncü, dergici ve kırtasiyeci dükkanıydı, ama o kadar küçüktü ki burası çoğu zaman içeri giremez, sıkışırdık. Tıpkı bir zamanlar Latin Amerika da Araplara Türk denildiği gibi, İstanbul da bir avuç zenciye Arap dendiği için Arabın dükkanı diye anılan kurukahvecinin dükkanındaki kayışlı koskoca kahve öğütme makinesi, gürültüyle tıpkı evdeki çamaşır makinesi gibi sarsıla sarsıla çalışmaya başlayınca biraz uzaklaşır, Arap m da korkaklığıma sevgiyle gülümsediğini hissederdim. Daha sonraki yıllarda her biri modalar, geçici heyecanlar ile tek tek kapanan, yerine başkaları açılıp yeniden kapanan bu dükkanların kırk yıllık tarihini, ağabeyimle geçmişe özlemden çok hafıza temrini yapar gibi sayıp dökerdik: Akşam Kız Lisesi nin karşısındaki dükkan derdi mesela birimiz: 1 Rum madamın pastanesi, 2 çiçekçi, 3 çantacı, 4 saatçi, 5 bir ara spor toto bayisi oldu, 6 resim galerisi ve kitapçı, 7 eczane. Elli yıldır aynı yerde duran Alaaddin in küçük tütüncü-oyuncakçı-gazeteci-kırtasiyeci dükkanının mağaraya benzer karanlığına girmeden önce planladığım gibi, annemden bana bir düdük ya da birkaç bilya ya da bir boyama kitabı ya da yoyo almasını isterdim. Hediye annemin çantasına girer girmez eve dönme isteği içimde kıpırdanmaya başlardı. Parka kadar yürüyelim, derdi annem. Birdenbire bacaklarımda, bütün gövdemde tuhaf bir ağrı başlar, isteksizlik gövdemden ruhuma yayılırdı. Yıllar sonra aynı yaşlardaki kızımı aynı sokaklarda yürüyüşe çıkardıktan ve onun da aynı şikayetleri ettiğini işittikten ve bir doktorla da konuştuktan sonra, irsi yorgunluk ve sıkıntının bacaklardaki büyüme ağrısıyla sıradan yorgunluk arası bir şey olduğuna kendimi inandırmaya çalışmıştım. Yorgunluk ve sıkıntı içime iyice yerleşmeye başlayınca bütün sokaklar, artık bakmak istemediğim vitrinler yavaş yavaş rengini kaybeder, şehri siyah-beyaz bir yer olarak görmeye başlardım. Anne, kucak, Maçka ya kadar yürüyelim, derdi annem, tramvaya bineriz ten beri bizim sokaktan geçen, Maçka yı, Nişantaşı nı Taksim Meydanı na, Tünel e, Galata Köprüsü ne şehrin bana o zamanlar başka bir ülke gibi gelen yoksul, eskimiş ve tarihi köşelerine ulaştıran tramvayı severdim.

Памук Орхан – Стамбул. Город воспоминаний

Известный турецкий писатель Орхан Памук исследует genius loci Стамбула, переплетая собственные воспоминания с культурной историей города, в котором прожил более 50 лет.
Автор показывает читателям памятники и утраченный paй Стамбула, узкие улочки, османские виллы и каналы, знакомит с писателями, художниками, журналистами и сумасшедшими историками, описавшими полтора столетия «модернизации» города.
Прекрасным и увлекательным образом Памук преображает эту необычную биографию, начатую как «портрет художника в юности» и превратившуюся в портрет художника в городе.

Другое название
İstanbul: Hatıralar ve Şehir [ориг.]; Биография Стамбула
Поделиться аудиокнигой
Другие книги Памук Орхан
Новая жизнь Репина Светлана
5 2 комментария
Черная книга Мурашко Игорь
6 8 комментариев
Мои странные мысли Росляков Михаил
18 12 комментариев
Аудиокниги жанра «История»
Золото партии Бунич Игорь
29 45 комментариев
Альбион и тайна времени Васильева Лариса
6 4 комментария
История религий Востока Васильев Леонид
6 1 комментарий
Путь на Грумант Бадигин Константин
14 4 комментария
Жизнь Державина Грот Яков
Михаил Федорович Козляков Вячеслав

25 комментариев

Популярные Новые По порядку

Неспешное повествование, для любителей.
Личные впечатления, мысли.Интересно послушать описание мест, любимых автором.
Ерисанова Ирина преподносит произведение превосходно!

Прожила в Стамбуле 4 года. За многое город обожаю, за многое ненавижу. Здесь нельзя однозначно. Орхан Памук, по моему, слишком разрекламированный автор. В Турции есть авторы куда талантливее. Сабаатин Али чего только стоит. Настоящий мастер слова. Елиф Шафак прекрасно передает турецкое мировоззрение. Без цензуры, как есть. Но вообще, книга так… Можно прочитать для культурного обогащения.

Tatianaktm

Живу в Стамбуле уже 5 лет, причём в районах, где проживают потомки старой стамбульской интеллигенции. Так вот именно у Памука есть это настроение упадничества, которое проскальзывает, когда знаешь их хорошо, он много и очень точно говорит о попытках быть европейцами при восточном нутре. Он очень чётко прописывает расслоение, проблемы, с которыми до сих пор сталкивается настоящий Стамбул. В его книге город — настоящий, и люди настоящие. А Элиф Шафак, простите, — писательница для блондинок. Турецкая Паула Коэльо >_

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.