Press "Enter" to skip to content

Franız seyyahının şərdan şah kitabxanaları

Onlardan birisi kabile büyükleriyle bir şey istişare etmek isterse ‘Ey Rabbim şu konuda ne yapmalıyım?’ diye sorardı. Onların işleri şûra iledir. Sadece bazı zamanlarda bir konu üzerinde anlaşabilirlerdi. Bu anlaşma da kısa sürebilir, aralarından en değersiz olanı gelip bu anlaşmayı bozabilirdi.

Arap Seyyah İbn Fadlân: Türkler zina edip ve ırza göz dikeni iki parçaya bölerler! Kadınları hürdür.

Arap Seyyah İbn Fadlân’ın Türk boyları içinde yaşadığı süreçte dikkat ve hayretle not aldığı konuların başında kadının toplum içerisindeki yeri ve Türklerin namus anlayışı geliyordu

Pazartesi 26 Ekim 2020 11:58

Türklerin İslamiyet’i kabul etme süreci ve öncesinde sahip oldukları kültür ve yaşam şekline dair bilgimiz oldukça sınırlıdır. Konuyla alakalı önemli çalışmalardan birisi Arap Seyyah İbn Fadlân’a ait risaledir.

İbn Fadlân’a dair malumatımız ise büyük Türk âlimleri Zeki Velidi Togan ve Fuat Sezgin’in çalışmalarına dayanıyor.

Prof. Dr. Ramazan Şeşen’in Yeditepe Yayınları’ndan çıkan “İbn Fadlân Seyahatnamesi” eseri ise konuyla alakalı derli toplu bir çalışmayı okuyuculara sunuyor.

Uzun ismiyle Ahmed b. Fadlân b. el-Abbâs b. Râşid yani İbn Fadlân’ı birçok kişi ilk kez bir Hollywood yapımı olan “Thirteenth Warrior” (Onüçüncü Savaşçı) filmiyle duydu.

“Thirteenth Warrior” (Onüçüncü Savaşçı)

Oysa filmdeki kurgunun aksine Fadlân; Vikinglere değil, Türklere gönderilen bir elçiydi.

Abbâsi Halifesi Muktedir Billâh tarafından İdil Türklerinin (Bulgar Türkleri) hükümdarı Almış Hân’a gönderilen bir elçi olan Fadlan ilkel ve barbar bulduğu Türk aşiretleri hakkında oldukça sıra dışı bilgiler veriyordu.

İdil Türklerinin (Bulgar Türkleri) Görsel: Pinterest

Fadlân; Türklerin yemek kültürü, ahlakları ve birbiri ile olan ilişkilerine varıncaya kadar birbirinden önemli detayları bazen hayal gücünün zengin ayrıntılarıyla da birleştirerek okuyucuya sunuyor.

“İbn Fadlân Seyahatnamesi”ni anlatan minyatür / Görsel: Pinterest

Türkler namus anlayışı

Fadlân’ın Türk boyları içinde yaşadığı süreçte dikkat ve hayretle not aldığı konuların başında kadının toplum içerisindeki yeri ve Türklerin namus anlayışı geliyordu.

Kadınlar toplumdan izole edilmezken toplum içerisinde yerleşik bir ahlak anlayışı en önemli toplumsal mutabakattı.

Kadınlar hür bir hareket alanına sahipken zina ve ırza göz dikmek Türkler arasında kabul edilemez günahların başında geliyordu.

Fadlân konuyla alakalı gözlemlerini şöyle aktarıyordu:

Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini, kim olursa olsun, dört kazık çakıp kollarından ve bacaklarından bu kazıklara bağlarlar.

Balta ile onu baştan ayağa onu ikiye bölerler. Kadın için de aynı cezayı verirler. Bundan sonra zina eden kadın ve erkeği parçalarından her birini bir ağaca asarlar. Yüzerken kadınların erkeklerden gizlenmesi için çok uğraştım. Fakat başaramadım. Hırsızı da zina yapan kişi gibi öldürürler.

Fadlan’ın kadına dair yaşadığı ilk şok ve kadının kocasının kadını hakkında yaptığı açıklamaydı, aslında Fadlan’ın bir nebze aydınlanmasını sağlamıştı.

Seyyahımız Türk kadının serbestiyeti ve bunun karşısında yaşadığı şoku şu sözlerle dile getirmişti:

Günlerden bir gün bir Oğuzun çadırına konuk olduk. Biz oturduk. Adamın eşi de bizimle beraber oturdu. Bizimle otururken cinsel organını açıp kaşıdı. Onu gördükten sonra başımızı çevirdik ve Estağfurullah çektik. Kocası bize bakıp güldü ve tercümana dönüp ‘Onlara de ki, eşim onu sizin yanınızda açıyor. Siz bunu görüyor ve onu koruyorsunuz. Ona bir şey ulaşmıyor. Bu yaptığı, onu kapatıp da başkalarına sunmasından daha hayırlıdır.’ dedi.

Fadlan bir süre sonra şu gerçeği anlamıştı; Türk kadınları en az erkekler kadar hür ve hareket alanına sahipti.

Eğer ki bir kişi zinaya ya da ırza göz koymaya tevessül ederse bunun cezası olarak bedeni ikiye yarılacaktı. Üstelik bunu hakanın kendisi de yapsa töre aynı cezayı uygulamayı emrediyordu.

Fadlan ziyareti

Oğlancılık ve eşcinsellik en büyük günahlardan birisi sayılırdı

Fadlan, yaşadığı toplumda zaman zaman yoldan çıkmış kimselerin farklı eğilimlere saptığını biliyordu. Bu eğilimler İslam dininde de hoş karşılanmayan bir durumdu.

Önceleri “başıboş eşekler gibi inançsızlar” olarak nitelediği Türklerin eşcinsellik konusundaki katı tutumu Fadlan’ın bir hayli ilgisini çekmişti.

Konuyla alakalı şahit olduğu bir vakayı ve Türklerin tutumunu şöyle kaleme alacaktı:

Homoseksüellik onların nazarında büyük bir suçtur. Türklerin hükümdarının naibi Küzerkin’in aşiretinden bir Türk’e Harezmli bir adam misafir olmuş, koyun satın almak için yanında bir müddet kalmış. Bu Türk’ün tüyü bitmemiş bir oğlu varmış. Harezmli bunu kandırmak için uğraşmış. Sonunda onu isteğine ram etmiş.

Türk baba ikisini işbaşında yakalamış. Olayı Küzergin’e götürmüş. O da çocuğun babasına ‘Türkleri topla’ demiş. O da Türkleri toplamış. Onlar toplanınca Kuzergin çocuğun babasına ‘Doğru karar vermemi mi; sahte karar vermemi mi istersin?’ demiş. O da ‘Doğru karar vermeni isterim’ demiş.

Bunun üzerine Kuzergin adama çocuğunu getirmesini emretmiş. Çocuk getirilince ‘Çocuğun da tacirin de öldürülmesi gerekir!’ demiş. Türk buna memnun olmamış, ‘Oğlumu teslim etmem’ demiş. Bunun üzerine Kuzergin ‘Tacir fidye vererek canını kurtarır’ demiş. Sonuçta tacir Türk’e belli miktarda koyun vermiş, kendisini bu gaileden kurtaran Kuzergin’e de ayrıca 400 koyun vermiş. Türklerin yanından ayrılmış.

Görsel: tarihkadim.com

Türklerin inanç yapısı ve gündelik hayatı

İbn Fadlân’ın eserindeki en önemli unsurlardan birisi de kabileler halinde yaşayan Türklerin inanç yapısı ve gündelik hayatları hakkında önemli bilgiler aktarmasıydı.

Özellikle Müslüman olmayan ya da İslam’ı yeni kabul etmiş bazı Türklerin geçiş sürecindeki zorluklar, Fadlân tarafından dikkatle not alınmıştı.

Türklerin inanç konusunda bocalamasına rağmen özellikle şûra konusunda geliştirdikleri güçlü dayanışmayı dikkatle not alıyordu.

Fadlan, konuyla alakalı gözlemlerini şöyle aktaracaktı:

Onlar başlarına buyruk hareket ediyor ve yolunu kaybetmiş eşekler gibi bir dine de inanma gereği duymuyorlardı. Hiçbir şeye ibadet etmiyorlar ve kabile büyüklerini ‘rab’ olarak isimlendiriyorlardı.

Onlardan birisi kabile büyükleriyle bir şey istişare etmek isterse ‘Ey Rabbim şu konuda ne yapmalıyım?’ diye sorardı. Onların işleri şûra iledir. Sadece bazı zamanlarda bir konu üzerinde anlaşabilirlerdi. Bu anlaşma da kısa sürebilir, aralarından en değersiz olanı gelip bu anlaşmayı bozabilirdi.

Türklerin inanç konusunda çocukça bir saflıkla hareket ettiğini kaydeden Fadlan, bir Türk’ün İslamiyet karşısındaki ilgisini ve dini konulardaki yaklaşımını tespit etmek için şu ilginç hadiseyi aktaracaktı:

Onlardan birisi beni Kur’an-ı Kerim okurken dinledi. Tercüman vasıtasıyla bana devam etmemi söyledi. Sonra yine tercüman vasıtasıyla ‘Sizin rabbinizin eşi var mıdır?’ diye sordu.

Bu soru karşısında Rabbimi tesbih ettim ve istiğfar diledim. O da ben ne yaptıysam onu yaptı. Sonra da ‘Müslüman tesbih ve tehlil yapıp Rabbini yücelttiğinde biz de öyle yaparız. Bu Türkün âdetidir’ dedi.

İslam öncesi Türkler / Görsel: Türk Eğitim Tarihi

Fadlan, bir başka Türk ile arasında geçen inanç konulu başka bir diyalogda da ironik bir dille şu ifadeleri kullanacaktı:

Bir gün acayip bir soğuk vardı. Tigin et-Turkî yanında bir Türk’le beraber benim yanımda yürüyordu. İkisi Türkçe konuşuyorken Tigin güldü ve bu Türk ‘Tanrımızın bizden muradı nedir? Bu soğukla bizi öldürmek istiyor. Ne arzu ettiğini bilsek onu verirdik, diyor’ dedi.

Ben de Tigin’e ‘Ona deki, Allah sizin La ilahe illallah demenizi istiyor’ dedim. Türk güldü ve ‘Eğer bilseydik yerine getirirdik’ dedi.

Fadlan, Müslüman tacirlerle iyi geçinmek için şehadet getiren, ama aslında henüz Müslüman olmayan Türklerin de bulunduğu belirterek Türklerin tek Tanrı anlayışının İslam’ın bazı kaidelerine benzerlik gösterdiğini de belirtmekteydi.

Fadlan’a göre Türklerin temizlik anlayışı ve misafirperverlikleri

Fadlan, Türkleri savaşçılık ve adaletli bir topluluk olmakla övdüğü kadar eleştirmekten hatta hakarete varacak ifadeler kullanmaktan çekinmemişti.

Özellikle Oğuzları temizlik konusunda sert bir şekilde eleştiren Fadlan, oldukça ağır ifadeler kullanmıştı:

Oğuzlar büyük tuvalet yaptıktan sonra ve işedikten sonra temizlenmezler. Cünüblükten ve diğer şeylerden sonra da yıkanmazlar. Suyla ilişkileri yok gibidir. Bilhassa kışın yoktur. Kadınları erkeklerden ve yabancılardan dolayı örtünmezler gizlenmezler. Aynı şekilde kadın insanlardan bedeninin hiçbir yerini gizlemez.

Fadlan, temizlik konusunda sert ifadeler kullansa da Türklerin misafirperverliklerini yere göğe sığdıramamaktadır.

Fadlan’ın belirttiğine göre misafir Türk için ayrı bir öneme sahiptir, kişiyi tanıması önemli değildi.

Bir yabancı Türk’e gelip ‘Senin misafirinim’ derse Türk hemen kendisine çadır kurar, koyun keser ve başının tacı gibi muamele ederdi:

Türk’ün yurdundan bilmediği bir insan geçse, ona ‘Ben senin misafirinim. Develerinden ve koyunlarından şu kadar ihtiyacım var’ dese Türk ona istediğini verir.

İbn fadlan’ın seyahat rotası

Fadlan, Türk’ün bu niteliğini överken bir uyarıda da bulunur. Eğer ki misafir olan kişi çadırda kaldığı sırada ev sahibi Türk ölürse bunun sorumluluğu misafire yıkılır ve baş tacı edilen misafir başını ev sahibiyle beraber oracıkta bırakırdı.

Fadlan, Türkleri yakından tanıyacak kadar aralarında yaşadıktan sonra hepsinin aynı karaktere sahip olmadığını müşahede etmişti.

Bulgarlar İslam’a en yakın, Oğuzlar en savaşçı ve adaletli, Hazarlar ise İslam düşmanıydı; ama hiçbir Türk kabilesi Başkurtlar kadar lanetli değildi.

Bütün hayatları yağma, talan ve tecavüz olan bu topluluk Fadlan’a göre, ‘Allah’ın lanetli bir kavmi’ydi. Fadlan Başkurtlarla ilgili şu tespitleri yapacaktı;

Başkurtlardan korktuğumuz için hepimiz tetikteydik. Çünkü onlar, Türklerin en belalısı, kötüsü ve acımasız olanlarıdır. Onlardan bir adam başkasına rastlarsa, onu öldürüp kellesini alır ve vücudunun kalan kısmını geride bırakırdı.

Bunlar da diğer Türkler gibi sakallarını keserler ve bitlerini yerlerdi. Bizim yanımızda sonradan Müslüman olmuş Başkurtlardan birisi vardı ve bizim için çalışıyordu. Bir ara gözüm ona ilişti, elbisesindeki biti yakaladı, eliyle ezdi ve sonra ağzına attı. Benim ona baktığımı görünce ‘iyi’ dedi.

Fadlan, Türklerin içinde bulunduğu süreçte onlara İslam’ın doğru yaşanması konusunda sık sık yol göstermiş ve tavsiyelerde bulunmuştu.

İslam beldesini bir kez olsun görmemiş Müslüman Bulgarların Halife’ye karşı duyduğu derin bağlılık ve saygıya karşı büyük bir hayranlık içindeydi.

Zaten Bulgar Müslümanları Halife’den bir kale yapımı için para istemelerinin nedeni paraları olmamasından değil, Halife’nin parasının daha hayırlı olacağını düşünmelerindendi.

Fadlan’ın Türk beldelerinde bulunmasının nedeni de bu kalenin yapımı için Halife’nin hediyelerini ulaştırmaktı.

Fadlan ve Türk Hakanı İlteber’in arasında geçen diyalog Türklerin Halife’ye duyduğu bağlılığın önemli bir göstergesiydi;

İlteber ‘Adıma hutbe okunması caiz midir?’ diye sordu. Ben de senin ve babanın adıyla olabilir dedim. O da ‘Babam inançsız bir kâfirdi. Minberde onun ismini zikretmek istemem. Kendi adımı da anmak istemem. Babam bana bu ismi eskiden kâfir olduğu zamanda verdi. Acaba halifemizin adı nedir?’ diye sual etti.

Ben de ‘Cafer’ diye yanıtladım. Bunun üzerine ‘Kendi adımı Cafer, babamın adını da Abdullah yapıyorum. Hutbeyi verecek kişiye bu şekilde emir ver’ dedi. Ben de ne dediyse onu yaptım ve o andan itibaren ‘Allah’ım Bulgarların Emiri, Halife’nin dostu kulun Ca’fer b. Abdullah’a doğru yolu göster’ şeklinde hutbe okunmaya başlandı.

Türklerin İslam’a saygısı bununla da sınırlı değildi. Fadlan’ı tanıyıp Müslüman olan birçok Türk adını; Fadlan ya da Muhammed koyuyordu.

İslam Halifesi tarafından Asya’nın bozkırlarına gönderilen İbn Fadlan, bu ilkel Türk kabileleri hakkında önemli bilgiler vermişti.

Fadlan’ın bölgeden ayrılışından kısa süre sonra İslam’ın çağrısı ile Batıya doğru hareket eden bu ilkel kabileler kısa süre içerisinde İslam dünyasının en büyük devletlerini kuracaktı.

Haçlıları İslam topraklarından süpürecek ve Osmanlı İmparatorluğu’nu kurarak İslam’ın halifeliğini dahi üstleneceklerdi.

* Daha ayrıntılı bir okuma için Ömer Faruk Öztürk’ün “İBN BATTÛTA (er-RİHLE), İBN FADLÂN (er-RİSÂLE), el-GIRNÂTÎ (TUHFETU’L ELBÂB ve NUHBETU’L ACÂB) ve İBN HAVKAL (SÛRETU’L ARZ) SEYAHATNAMELERİNDE TÜRK FİGÜRÜ” isimli çalışması incelenebilir.

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Franız seyyahının şərdan şah kitabxanaları

Dövrümüzə qədər gəlib çatan yazılı mənbələr kitabxanalar haqqında bir çox məlumatlar verir. İlk kitabxanalar qədim Şummerlərdə yaranıb. Bu haqda aparılan araşdırmalar və qazıntılardan əldə olunan bilgilərə əsasən kitabxanaların tarixi e.ə 2400-cü illərə qədər uzanır. Ən qədim kitabxana hesab olunan Selsus kitabxanası Romada yerləşir. Kitabxanada 12 min bağlama saxlanılır, həm də məqbərə funksiyasını daşıyır. Tez oyananları salamlamaq üçün Selsus kitabxanasının fasadı yüksələn günəşə doğru yönəldilib. Sütunların taxçalarında müdrüklük (Sophia), bilik (Episteme), kəşfiyyat (Ennoia) və şücaəti (Arete) simvollaşdıran heykəllər yerləşir. Onlar Selsus kitabxanasının əsas üstünlüklərindən biridir. Kitabxana avstriya Arxeoloji İnstitutunun köməyi ilə bərpa edilib və heykəllərin orijinalları 1910-cu ildə Venyada Efesa Muzeyində yerləşdirilib.

Ən qədim kitabxanlardan biri Asuriya hökmdarı Aşşurbanipal tərəfindən e.ə 625-ci ildə qurulan Nineva kitabxanasıdır. Qazıntılar zamanı bu kitabxanadan tapılan 20 minə yaxın gil lövhələr Biritaniya muzeyində saxlanılır. Misir hökmdarı II Ptolomey tərəfindən e.ə 3 əsrdə qurulan İsgəndəriyə kitabxanası dövrünün ən nəhəng kitabxanası hesab olunurdu. Burada 700-800 min papirus lövhə vardı. E.ə 47-ci ildə Sezarın İskəndəriyəyə hücumu zamanı kitabxanaya ciddi zərər dəyib. 391-ci ildə isə patriarx Teofilos tərəfindən müəyyən hissəsi dağıdılıb. 642-ci ildə şəhərin ərəblər tərəfindən tutulması zamanı isə İsgəndəriyyə kitabxansı tamamilə yandırılıb.

E.ə 165 ci ildə qurulan Perqamon kitabxanası, b.e-nın 355-ci ilində I Konstantin tərəfindən Konstinapolda (indiki İstanbul) qurulmuş imperatorluq kitabxanaları dövrünün nüfuzlu kitabxanaları sırasında idi. Orta əsrlər də isə, monastırların nəzdində 1000-ə yaxın əlyazmaların saxlanıldığı xırda kitabxanalar yaranır.

İlk mətbəə Çinlilər tərəfindən qurulsa da, sonradan türklər və ərəblər tərəfindən daha da inkişaf etdirildi. Ərəblələrdə mətbəə işinin genişlənməsi ilə kitabxanalar da artmağa başladı. Abbasilər dövründə Bağdatda dünyanın ən böyük kitabxanarından biri olan “Beytül-Hikmət” qurulub. Bu kitabxanada bir milyondan çox kitab mövcud idi.

İlk özəl kitabxanalar 5 əsrdə Antik Yunanıstanda yaranıb. Qərbdə ilk xalq kitabxanaları isə Romada yaranıb. Bu kitabxanalarda latın və yunan dili bölmələri mövcud idi.

VIII əsrdə iranlılar, sonra isə ərəblər Çindən kağız isttehsalını mənimsədilər. IX əsrdə bir çox islam ölkələrində xalq kitabxanaları qurulmağa başladı. Bunlara “Dar-ül-elm” deyirdilər. Bu dövrdə Abbasi xəlifəsi əl Mütəvəkkil Şirazda 360 otaqlı kitabxana kompleksi tikdirdi.

Avropada bu sahədə daha geniş işlər Quttenberqin 1445-ci ildə çap dəzgahını ixtira etməsi ilə başladı. XVII-XVIII əsrlərdə kitabxanaların sayı artmağa başladı. Özəl kitab kolleksiyaları yarandı. Dünyanın bir çox ən böyük kitabxanaların əsası bu dövrdə qoyulub. ARDI VAR…

Nadir Şah’ın İslam Dünyasını Birleştirme Çabası : ‘Caferilik beşinci Sünni mezhep olsun’

Nadir Şah, Safevilerin benimsediği şekliyle Şiiliğin terkini ve Caferiliğe dönülmesini, Teberra’nın (yani halife ve sahabelere) küfrün terkini, Sünnilere iyi davranılmasını istemişti.

Olaylar 30.04.2012, 00:46 30.04.2012, 01:03

İsmail Çal Tarih Dosyası / Dünya Bülteni

İran’da Safevi Hakimiyetine son vererek 1736 yılında iktidarı ele alan Avşar boyundan Nadir Şah, Şii ve Sünni İslam dünyası arasındaki ayrılıkları sona erdirip Müslümanlar arasında birlik sağlamak istiyordu. Hatta İslam dünyasının en büyük hakimi olan Osmanlı Devleti nezdinde girişimlerde bulunarak Caferiliği beşinci Sünni mezhebi olarak kabul ettirmek istemişti.

Nadir Şah ülkenin içinde bulunduğu iç ve dış durumun iyice kötüleşmesi üzerine kurtarıcı olarak görülmüş ve Safevi Devletinin başkomutanlığına getirilmişti. Ancak durumun vehameti onun tahta çıkmasını gerektirmişti. Nadir Şahın İslam dünyasını birleştirme düşüncesinin ne kadar samimi olduğu daha kendisine teklif edilen taht için ileri sürdüğü şartlar incelenince anlaşılacaktır. Şöyle ki o:

  • Safevilerin benimsediği şekliyle Şiiliğin terkini ve Caferiliğe dönülmesini
  • Teberra’nın (yani halife ve sahabelere) küfrün terkini
  • Sünnilere iyi davranılmasını istemişti.

Nadir Şah, Şah seçildikten sonra ilan ettiği bildirisinde bu kararlara uyulmasını istedi. Ayrıca ülke genelindeki ilgili kişilere gönderdiği emirler ile Hz. Peygamber’den sonra halife olan Hz. Ebubekir, Hz.Ömer, Hz.Osman’a sövülmeyip, aksine isimlerinin rahmetle anılması, yine Sünniler ile Şiiler

arasında ihtilafa sebep olan ve ezanlarda okunan Hz. Ali için, “Aliyyünveliullah” kelimesinin bundan böyle okunmaması, emirlere uymayan görevlilerin cezalandırılacağını bildirmişti.

Şii ve Sünni dünyası arasında ki ayrılıkları gidermek ve dostluğu sağlamak amacıyla 1743 yılında Necef’te Hz. Ali türbesinde İslam aleminin bölgedeki ileri gelen ulemasının katıldığı bir toplantı düzenletti. Toplantıya önde gelen Şii uleması ile Maveraünnehir ve Afganistan bölgesinin Sünni alimleri katılmışlardı. Bu toplantıya başkanlık eden Ebu‟l-Berekat Abdullah b. Hüseyn el-Bağdadi es-Süveydi “el-Hucecu’lKafiyye li’t-tifaki’l-Fırakı’ı-İslamiyye” adlı eserinde bu toplantıyı konu almıştır. Toplantı sonunda Şii uleması, Sünniler tarafından en çok eleştirilen :

  • Hz. Ali’den önceki halifelere ve sahabeye kötü söz söylemeyeceklerine dair,
  • Mut’a nikahından vazgeçmeye,
  • İtikatte ise Eş’ari usulünü kabul edeceklerine dair söz vermişlerdi.

Bu konuda karşılıklı imzalanan tutanak Nadir Şah’ın uzun bir önsözüyle başlamaktadır. O Şii ve Sünni dünyasının arasında ki ayrılıkların bu denli derinleşmesinden Şah İsmail’i dolayısı ile Safevi hakimiyetini sorumlu tutmakta idi. M.Saffet Sarıkaya konu ile ilgili makalesinde Nadir Şah’ın önsözünden şu bölümü nakleder:

Ben (Şah), 1148 senesinde, Mogan sahrasında, sizinle bey’at ederken (Ashaba) dil uzatmayı terk etmenizi sizlere şart koşmuş bulunuyordum. Şu andan İtibaren sebb-i Şeyhayn’i (halifelere küfür) yasakladım. Her kim onlara dil uzatırsa onu öldürür, evlad ü iyalini esir eder, malını alırım. Ne İran içinde, ne de çevresinde ashabı kınamak ve buna benzer çirkin davranışlar artık yoktur. Bunlar, aşağılık Şah İsmail devrinde türemiş, soyu da onun izinden gitmiş sonunda ashaba sövgü çoğalmış, bid’atler artmış, budalalıklar yayılmıştır.’’

Nadir Şah’ın konuşmasında belirttiği gibi İran Şah İsmail döneminde katı bir Şii anlayışa sahip olmuştu. Daha önce üçte ikisi Sünni olan İran havalisi Şah İsmail’le başlayan Safevi hakimiyeti döneminde sert ve hoşgörüsüz yöntemlerle Şiileştirilmişti. Safevi hakimiyetine son veren Nadir Şah bu dönemin izlerini de silmeye çalışıyordu. Toplantı sonunda iki taraf arasında ihtilaflı konularda anlaşma sağlanarak karşılıklı tutanak imzalanmıştı.

İran Şii uleması “Bizler (Ashaba) lanetin kaldırılmasını kabul ve taahhüt ediyoruz. Sahabenin gerek fazileti, gerekse hilafeti, iş bu tutanakta belirtilmiş olan tertip üzeredir. Bizden her kim ashaba dil uzatır veya burada tespit edilenlerin hilafına konuşursa, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti onun üzerine olsun! Böyle bir durumda Nadir Şah’ın gazabını kabul ederiz, malımız; canımız ve evladımız ona helaldir” derken;

Sünni ulema ise “İranlılar, kararlaştırdıkları hususlara uydukları, aksine davranmadıkları sürece, İslami fırkalardandırlar. Müslümanların lehine olan, onların da lehine Müslümanların aleyhine olan, onların da aleyhinedir” diyerek Caferiliği beşinci mezhep olarak tasdik ettiler.

İktidarı boyunca İran’da Caferi anlayışını hakim kılmaya çalışan Nadir Şah zamanın en büyük İslam devleti olan Osmanlı Devletine Caferi mezhebini beşinci Sünni mezhebi olarak kabul ettirmek için elçileri vasıtası ile girişimlerde bulunmuş ancak çeşitli şer’i gerekçeler ile bu isteği Osmanlı Devleti tarafından kabul görmemişti. Fakat Nadir Şah döneminden sonra Osmanlı-İran ilişkilerinde fazla bir sıkıntı yaşanmamıştır.

Askeri ve siyasi başarıları nedeniyle bozkırın son hakimi olarak nitelendirilen Nadir Şah 1747 tarihinde bir suikast sonucu hayatını kaybetti. Onun ölümü başta Osmanlı Devleti olmak üzere İslam Dünyasının genelinde üzüntü ile karşılandı. Bazıları onun Sünni olduğunu, bazıları siyasi gayelerle bu tür bir girişimde bulunduğunu iddia ederler. Gerçek olan şu ki her ne amaçla yapmış olursa olsun çabası takdiri hak etmektedir.

Nadir Şah Kimdir?

Nadir Şah, Oğuz boylarından Avşar boyunun Kıklu obasına ait bir kişi olarak 22 Kasım 1688 tarihinde Safevi hakimiyeti altındaki İran’da bir göç esnasında Daşgirt köyü civarında dünyaya gelmiştir. Sıradan bir kişi olan babası daha o çocukken vefat etmiştir.

Çocukluk ve ilk gençlik yılları ile ilgili fazla bir bilgi olmayan Nadir Şah’ın herhangi bir eğitim alıp almadığı ile de ilgili bilgi yoktur. Fakat o cesareti ve kahramanlığı ile kısa sürede üst seviyelere tırmanmayı başarmıştır. Şah II.Tahmasb tarafından kendisine teklif edilen görevi kabul ederek Safevi Devleti hizmetine girdi. Safevi Devleti’ni iç karışıklıklardan ve dış baskılardan kurtarmak için başarılı mücadeleler verdi.

Safevi ordusu başkomutanı iken Mugan’da toplanan kurultay onun şah olmasını istedi. O bu teklifi bir süre düşündükten sonra bazı şartlar ileri sürerek ile kabul etti. Bir başka açıdan bakılacak olursa seçimle şah olmuştu. Şartlarının esası Şii ve Sünni Müslümanlar arasında ki ayrılıkları sona erdirmekti.

Nadir Şah ülke içerisinde düzeni sağladı. Başarılı mücadeleler ile ile İran’ı Osmanlı Devleti ve Ruslar karşısında güçlü bir konuma gelirken doğu ve güney yönünde sınırlarını genişletti. Hindistan’a kadar giderek Babür Devleti’ni yendi ve büyük ölçüde ganimetle döndü. Fakat Babür Devletine indirdiği darbe Hindistan’da İngiliz hakimiyetinin giderek güçlenmesine ve Babür Devletinin de yıkılış sürecine girmesine neden oldu. İran’da Şah İsmail’in başlattığı sert Şii anlayışının yerine Caferi anlayışını hakim kılmaya çalıştı. Şii ve Sünni dünyasını birleştirme teşebbüsünde bulundu.

Bozkırın son hakimi olarak tanımlanan Nadir Şah 19-20 Haziran 1747 gecesi bizzat kendisinin göreve getirdiği bazı komutanları tarafından uğradığı suikast sonucu hayatını kaybetti.

Kaynak

Comments are closed, but trackbacks and pingbacks are open.